Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Siz, aşağıda imzası olanlar!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Haberi “Serbestiyet”te gördüm. Geçen ekim ayında, Meclis açılışı sırasında Devlet Bahçeli’nin DEM sıralarına gidip orada bulunanların elini sıkarak başlattığı, ardından Öcalan’ı Meclis’te gelerek örgütünü fesih ettiğini açıklamaya davet eden, zaman geçtikçe yavaş yavaş ete kemiğe bürünen, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın destek vermesiyle bir “devlet politikasına” dönüşen, arkasından PKK’nın kendini feshetmesi, silahların yakılması ve nihayetinde Meclis’teki bütün partilerin (İyi Parti hariç) katılmasıyla bir komisyon kurulması aşamasına gelen, kimisinin “yeni çözüm süreci”, birilerinin “Terörsüz Türkiye”, kimisinin “Demokratik dönüşüm hamlesi” adını verdiği süreçle ilgili, akademisyen Özgür Emrah Gürel'in şahane kavramsallaştırmasıyla, "Sırtını Kemalizm'e yaslamış Türk solcuları", "TKP kisvesi" altında bir imza kampanyası başlatmış; kampanyaya da birçok sol, sosyalist, Kemalist aydın, tekaüt paşa, iktisatçı, gazeteci, akademisyen ve aktivist katılmış. Kendilerini “Biz aşağıda imzası olanlar” olarak tanıtan bu "sosyalist görünümlü Kemalist zevat" bildirisinde, “Barış ve kardeşlik istiyoruz, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını; yeni-Osmanlı hayallerini, Türkiye İmparatorluğu gibi gayrimeşru adlandırmaları, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz,” diyor.

        *

        Bu durumda onlara göre PKK’nın silah bırakarak demokratik nizama katılmasını isteyenler barış istemiyor. Bu süreci başlatanlar, barış bahanesiyle PKK’ya silah bıraktırarak Lozan’ı sorgulayacak, mevcut sınırlarımıza halel getirecek, Türkiye Cumhuriyeti’ni Yeni Osmanlıcı bir hüviyete büründürecek, Türkiye İmparatorluğunu kuracak, “Cumhurbaşkanı yardımcılarından birisi Kürt birisi de Alevi olsun” dedikleri için de “etnik ve mezhep kimliklerine” dayalı bir siyasi yapı kuracaklar.

        Bunun önüne geçmenin tek yolu, PKK’nın silahlarıyla Kandil’de konuşlanmasına devam etmesi, fırsat buldukça sağa sola canlı bomba göndermesi, düşük yoğunluklu çatışmanın sürmesi, terör var bahanesiyle Kürtlerin dil ve kimliklerinden kaynaklanan temel sorunlarının ertelenmesi, böylece iyice siyasallaşmış Kürtlerin bir kısmını siyasal iktidara karşı istim üstünde, devamlı eyleme hazır bir noktada bekletmek, seçim zamanı gelince de “faşizme karşı birleşik cephe” sloganı veya “halk ekmeği size vereceğiz” vaadiyle oylarını alıp “AKP-MHP faşizmine” gününü göstermenin hayalini kurup, seçim sonrasında aldığı yenilgiyle kös kös evine gidip bir dahaki seçimde aynı oyları “kurdukları cephede” tutmanın yolunu aramaktır. Yıllardır bu taktiği uyguluyorlar ve ne yazık ki seküler Kürt camiası da onların rahleyi tedrisinden geçtiği için her defasında “demokrasi güçleri” dedikleri bu uyanıkların kurduğu tuzağa düşüp duruyorlar.

        Şimdi, inisiyatif Kandil’den alınıp İmralı’ya geçince, paniklemeye başladılar. Eyvah, galiba bu sefer Kürtler kendi “kimlik ve dil” sorunları gibi çok “küçük” sorunlarını, bizim “iktidardan kurtulma” gibi çok “büyük” sorunumuza tercih edecekler;böyle bir durum olursa eğer, Erdoğan tekrar başımıza Başkan olacak, bize de bir kez daha “vurulduk ay halkım unutma bizi” türküsünü söylemekten başka bir şey kalmayacak.

        *

        “Biz aşağıda imzası olanlar”ın listesine baktım, önemli bir kısmını tanıyorum, aralarında vakti zamanında örgüt kurup devletin dibine dinamit koyanları mı ararsın, AK Parti iktidarında üç sene öncesine kadar deniz kuvvetlerinde istihbarat başkanlığı yapmış olanları mı ararsın, vakti zamanında benimle birlikte Özgür Gündem’in kuruluşunda yer alıp gazetede yöneticilik yapanı mı ararsın, her cinsten, her meşrepten, her meslekten, her fikirden “devrimci arkadaş” var. TKP’nin bildirisine imza atanların bir kısmı ise, vakti zamanında TKP’yi “reformist”, “sosyal faşist” gördükleri için, TC’nin reformlar yoluyla düzelmeyeceğini, proletarya diktatörlüğü için silahlı mücadelenin elzem olduğunu savunanlardır üstelik. Onlara göre TKP, küçük burjuvaların oluşturduğu bir “sev-gençliler” grubuydu, belirleyici olan, kaderimizi değiştirecek olan, TC’yi devrimci ihtilal yoluyla yıkıp yerine sosyalist toplum kuracak olan “sev-gençliler” değil “dev-gençliler”di.

        Şimdi alayı “barış istedikleri” halde “barış karşıtı” bir cephede hizalanıyorlar. Barış istediklerine şüphem yok, aptal değiller ya, evet onlar da barış istiyor ama Kürtlerin AK Parti döneminde devletle barışmalarını istemiyorlar! Kürtlere diyorlar ki, “eğer devletle barışacaksanız, bizim iktidara gelmesini istediğimiz partinin yönettiği devletle barışın, yoksa sittin sene AKP iktidarda kalır” diyorlar. Bu durumunda Kürtlerin şunu söylemeye hakları doğmuyor mu?

        Tamam haklısınız ama Kürt sorununu AK Parti yaratmadı. Şeyh Sait’i, Seyyit Rıza’yı ve daha onlarca Kürt isyancısını AK Parti asmadı. Ağrı’da, Gelyê Zîlan’da, Sason’da, başka yerlerde yapılan korkunç katliamlar AK Parti döneminde olmadı, Kürtçeyi AK Parti yasaklamadı, Kürt kimliğini AK Parti inkâr etmedi, Diyarbekir zindanında insanları AK Parti insanlığından çıkarmadı, o köylerde, mezralarda, o kederli coğrafyada AK Parti döneminde insanlara dışkı yedirilmedi.

        AK Parti, PKK silahlı kalkışmasının yirmi dördüncü senesinde iktidara geldi. Madem barış istiyordunuz, neden o zamana kadar iktidara gelmesi için yolunu gözlediğiniz partileri barışa zorlamadınız? Neden onca faili meçhul cinayete, köy boşaltmalara, sürgünlere, acılara, işkencelere ses çıkarmadınız? İktidara gelsinler diye çırpındığınız o adamlar, dönem dönem iktidarı kendi aralarında bölüşüyorlardı; o zamanlar Lozan tehlikede değildi, Türkiye imparatorluğunun peşinde koşan da yoktu, ille de “bir Kürt ve bir Alevi Cumhurbaşkanı yardımcısı olsun” diyen de yoktu, hatta Kürt demek yasaktı, Kürdüm diyeni içeri atıyorlardı; ortalık bu kadar süt limanken, bu kadar tehlikeden ariyken, neden “biz aşağıda imzası olanlar” başlığıyla okkalı bir imza kampanyası düzenleyip “biz barış istiyoruz, yeter bu zulüm” demediniz? Sesinizi duyar gibiyim, “bize haksızlık etme, barış istedik ama o zamanki devlet bizi dinlemiyordu” diyor gibisiniz. İyi ya o zamanki devlet sesinizi duymuyor ama şimdiki devlet sesinizi duyuyor ve barış getirmek istiyor. Neden bir anda “cezvelenmeye” başladınız o halde?

        Sorunun cevabı basittir aslında.

        Mevcut siyasi iktidardan kurtulmak için, gerekirse çocuklarının geleceğinden bile feragat etmeye hazır öfkeli, nobran, uzlaşmaya kapalı, katı ideolojilere iman etmiş, “kini, dini olan” sert insanların yaşadığı bir ülkedir Türkiye. Oysa siyasi iktidarlar geçici, -ki şu ana kadar en uzun süren hükümdarlık 33 yılla önce Abdülhamit, sonra 28 yılla CHP’nin tek parti iktidarıdır- memleket kalıcıdır. Elli yıllık bir iç harbin, mevcut iktidar gitmezse eğer elli yıl daha sürmesine istemek memleketine düşmanlık yapmaktan başka bir şey olmasa gerek.

        *

        Hem arkasında hizalandığınız TKP, hangi TKP? Mustafa Kemal’in bir ara kurduğu TKP mi? Toz kondurmadığınız Kemalistlerin kurduğu İstiklal Mahkemeleri tarafından yakalansa idam edilecek Şefik Hüsnü’nün TKP’si mi? Yoksa Kemalist devrime destek vermek için Rusya’dan Türkiye’ye geçerken Karadeniz’de on dört arkadaşıyla birlikte Kemalistler tarafından boğdurulan Mustafa Suphi’nin TKP’si mi? Yoksa, dönmesini istediğimiz statükonun memuru Parmaksız Hamdi’nin Sansaryan Hanı’nda tırnaklarını çektiği, fare deliğinde ölüme terk ettiği, romancı Yusuf Atılgan’a “yakalanırsam eğer arkadaşlarımın adını veririm” korkusuyla şehri ter ettirip köyde yaşamaya zorlayan muhbirlerin cirit attığı; hem Başvekâlet Murakabe Heyeti Kütüphanesi'nde memur tercüman olarak çalışıp hem de partinin umum sekreterliğini yapan, Nazım Hikmet’le birlikte Tolstoy'un “Savaş ve Barış”ını Türkçeye tercüme den Zeki Baştımar’ın TKP’si mi? Yoksa, bunların hiçbiri değil de, Nazım Hikmet’i her Allah’ın günü Stalin’e şikayet eden, birçok arkadaşını Stalin’e gammazlayıp Sibirya’ya sürdüren, Nazım Hikmet’in “pasaportum” dediği, gittiği her yerde her davranışını komünist rejime rapor eden, tek isimle yetinmeyip ne kadar “faziletli” olduğunu arkadaşlarına göstermek için kah “Erdem” kod adını kullanan, yetinmeyip en sevilen Fransız devrimcisi “Marat”ın adının arkasına saklanan, o da olmadı kendini herkesten üstün gördüğü için “S. Üstüngel”, olmadı “her şeyi o bildiği” için “İ. Bilen” kod adını kullanan Laz İsmail’in TKP’si mi? Yoksa yoksa rahmetli Vedat Türkali’nin bir araya gelerek dere tepe aradıkları, doklarda, grev çadırlarında bulamadıkları, polis sorgularından sonra arkadaşlarını gammazlayan raporlarda karşılarında çıkan devasa “Güven” romanının kahramanlarının fellik fellik aradıkları TKP mi? Olmadı, yine Vedat Türkali’nin “Kayıp Romanlar” romanında anlattığı, 80'ine merdiven dayamış, yurtdışından ülkeye kesin dönüş yapmış, Avrupa'da kendine bir çevre kurmuş, orada var olmuş, partiyle bağlantılı ve bağlantısız kültür sanat etkinlikleri içinde bulunmuş ve bu işlerden de parti adına epey para biriktirmiş, bir arkadaşı ile ortak hesapta bulunan bu parayı ne yapacağına bir türlü karar vermemiş, bunu dert edinmiş, “bizimkiler bu parayı sağda solda çarçur ederler, en iyisi bir işe yarasın” diyerek Diyarbekir’de çalışan bir Kürt kültür sanat kurumuna bağışlamak isteyen, partili arkadaşları parayı ondan almak için, o sıralarda hapishaneden çıkıp çeteler kurmuş ve herkesin “ülkücü mafya” dediği mafyaya başvurdukları, yetinmeyip polise ihbar ettikleri, bütün bu dertlerle mustarip bir halde İstanbul’u arşınlarken henüz 30’una varmamış Esme ile karşılaşıp onunla sıra dışı bir aşk yaşayan Doktor Nahit Kotar’ın TKP’si mi?

        *

        “Biz aşağıda imzası olanları” bir araya getiren günümüzün TKP’si belki de bütün bunların bileşkesi olan TKP’dir ama mesela TİP Genel Sekreteri Nihat Sargın’la birlikte 1987’de Türkiye’ye dönen, ağır işkenceden geçirilen, hapisten çıktıktan sonra TKP’yi burada mevcut yasalara uydurarak legal bir parti haline getirmek isteyip yasal kuruluşunu tamamlayan, ancak “biz aşağıda imzası olanlarbildirisini seve seve imzalamaya hazır, imzalayanların çoğunun entelektüel gıdasını aldıkları ağababaları Yekta Güngör Özden’in başkanlığını yaptığı, Ahmet Necdet Sezer’in üyesi olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından anında kapatılan “Haydar Kutlu” kod adını kullanan Nabi Yağcı’nın kurmak istediği TKP değildi. Zira Nabi Bey, Berlin duvarının yıkıldığı, Sovyetlerin dağıldığı, dünyanın en büyük suç rejimi olan komünizmin, günümüz insanının dertlerine deva olamayacağını anlamış çaplı bir entelektüeldi. Bunu yüksek sesle söylemeye başladı ve herkesi demokrasiye ve özgürlüklere sahip çıkmaya çağırdı. Ezberleri bozdu, bu yüzden “biz aşağıda imzası olanlar” onu tefe koyup çaldılar. Sözüm ona “işbirlikçi”ydi ve “Türkiye devrimci hareketine ihanet” etmişti.

        *

        Şimdi, “siz aşağıda imzası olanlar”, şu soruya cevabınız nedir acaba?

        Nabi Yağcı, kiminle “işbirliği” yapmıştı da ona hayatı zehir etmiştiniz?

        Ve şimdi siz, bizi kiminle “işbirliği” yapmaya davet ediyorsunuz?