Sabahın çok erken bir saatinde yürüyüşe çıkmıştım. Sabah olduğunu ilk onlar hissetmişti; orman hınca hınç kuş sesleriyle doluydu, hepsinin ağzından çıkan ayrı ayrı ezgiler, tek bir serin şarkıya dönüşmüştü. Anayoldan patikaya saptım. Ağaçların arasından yüksekçe bir tepeye çıkıyordu yol. Tepenin başına; yokuş çıkarken tıknefes kalacak benim gibi ihtiyarları düşünmüş olacaklar ki bir bank koymuşlar. Banka doğru yürüdüm ve aniden önümde hiç beklemediğim masalsı bir alem uzandı.
Aklıma Refik Halit Karay’ın “Şeftali Bahçeleri” hikayesinin giriş paragrafı geldi:
“Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca, göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyveleri pişirirken, rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içinde bahar bu bahçelerde ta kışa kadar uzanıp giderdi.” (“Memleket Hikayeleri”, s.38)
Tam bu değildi sanki o sırada içimi dolduran şey. Hayatım boyunca, başka zamanlarda, başka mekanlarda karşıma çıkan buna benzer manzaralar geçip gitti gözlerimin önünden… Şu anda karşımda duran manzara onlardan çok mu görkemliydi de hepsine baskın gelmişti, değil… Ama başka türlü bir şeydi aradığım. Belki de Tolstoy’un “ben anlatıcısı”nın “Hacı Murat” romanının açılışında bir tarlanın içinde yürürken karşısına çıkan şey, hissiyatıma daha denk düşüyordu. Şöyle anlatır anlatıcı o anı:
“Tarlalardan geçerek eve dönüyordum. Yazın tam ortasıydı. Otlaklar biçilmişti, çavdar tarlaları da yakında biçilmeye başlanacaktı.
Yılın bu mevsiminde renkleri birbirine pek güzel uyan çiçekler olur: Kırmızı, beyaz, pembe güzel kokulu, yumuşak yoncalar mağrur koyungözleri; taçlan süt beyaz, ortaları sap sarı, garip ama hoş kokulu ‘seviyor-sevmiyorlar’, bal kokulu sarı katırtırnakları, laleleri andıran mor, beyaz uzun uzun çan çiçekleri; yerlerde sürünen bezelye şişeleri; sarı, kırmızı, pembe mor mineler; yol boyunca görünen, hoş ama çok hafif bir kokusu olan pembe sinirotları, henüz açılmışken güneşin ışıkları altında parlak lacivert, akşamları ya da artık solmaya yüz tuttuklarında ise, ya mavi ya kırmızımtırak görünen peygamber çiçekleri, etrafa tatlı bir badem kokusu yayan, dokununca da çabucak solan sarmaşık çiçekleri...
Çeşit çeşit çiçeklerden bir demet yaparak eve dönüyordum…”
*
Kaçımız “Çeşit çeşit çiçeklerden demet yaparak” kaç kere dönmüştür eve sahiden? Çiçek toplayacak, eve eli boş dönmeyecektim. Ama önce gökyüzüne bakmalı. Böylesi sabahlarda, hiç başınızı kaldırıp gökyüzüne baktınız mı? Rabbim az önce üflemiş son kandiline. Işık bir bukalemun gibi renkten renge girer. Lacivertin yerini kiremit sarısı alır önce. Dipten başa doğru sarhoş edici bir rayiha gibi yayılır ışık her yere.
Bankın dibinde bitmiş salkım saçak mavi yemişler çarptı gözüme. Güneş henüz değmemiş yapraklarına, geceden üzerine düşmüş son çiy damlası da düşmek üzere. Toprağın nefesini hissediyorum ayaklarımın dibinde. Parmağımın ucuyla dokundum yemişe, dalın ucunda bir sır saklar gibi duruyordu. Ne tam mordu ne de tam mavi… Geceyle gündüz arasındaki renk farkı gibi… Kopardım dalından, attım ağzıma. Bazı anılar tıpkı o yemiş gibi büyüdü içimde, bazı tatlar sizi başka zamana götürür ama onları anlatmayacağım şimdi size.
*
Buralarda, bu ormanlarda bu mevsimin meyvesidir mavi yemiş. Her mevsimde ayrı bir meyve verir bize yaradan. Yaz mevsiminin ayrı, kışın, sonbaharın, ilkbaharın meyvesi ayrı… Ama ille de meyve verir biz sevgili kullarına. O cümle nereden takıldı aklıma bilmiyorum, belki belleğin bir oyunu, başkasının dizesini çoktan kendime mal etmişim bile… Hiçbir anne, çocukları için bu kadar meyveyi bir araya toplayamaz. Yaradan’ın kullarına armağan ettiğini, hiçbir anne çocuğu için bulup buluşturamaz.
Neden peki? Belki de bizi çok sevdiğindendir, bir annenin çocuğunu sevmesinden daha çok sevdiğinden…
O bizi sever ama biz ondan korkarız. “Allah’tan kormuyor musun?” sorusu doğru bir soru olmasa gerek. Yaradan, bizden kendisinden korkmamızı beklemiyor sanırım, bizi sevdiği kadar onu sevmemizi istiyor, o kadar. Ama biz onun bizi sevdiği kadar hiçbir zaman onu sevmeyi beceremeyeceğiz. Öylesine hodbiniz ki onun sevgisini bile sınamaya tabi tutarız çoğu zaman.
*
Sınama deyinde; edebiyat tarihinin en dehşetengiz, en esrarlı, üzerine en çok konuşulmuş, özgür irade, Tanrı, insan doğası, otorite, din ve ahlak, insan fıtratına dair yazılmış en karanlık felsefi metin olan Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki “Büyük Engizisyoncu” hikayesi düştü aklıma.
Aslında metin içinde bir metindir. Romanın kahramanı Ivan Karamazov, acemi bir keşiş olan kardeşi Alyoşa’ya anlatır hikayeyi… Hikaye demeyelim de o harikulade uzun şiiri… Hikayenin yazarı Ivan, Tanrı’nın adaletine karşıdır, insanların çektiği acıyı Tanrı’nın sevgisiyle bağdaştıramaz. Kardeşi Alyoşa büyük bir sessizlik içinde onu dinler, ona göre hikâyenin sonundaki İsa’nın öpücüğü her şeyin cevabıdır.
*
“Büyük Engizisyoncu” şiiri, insanoğlu var olduğundan, yani kalubeladan beri herkesin kafasını meşgul etmiş olan şu büyük soruyu sorar:
“İnsan, gerçekten de özgür olmayı mı ister, yoksa bir muktedirin onun yerine karar vermesiyle mi huzura erer?”
Aslında bu soruyu Dostoyevski’ye sorduran, kendi inanışında, Tanrı ile Şeytan arasında geçen bir münakaşadır. Tanrı’nın bir meleği olan ve Tanrı’nın topraktan Adem’i yaratmasına karşı çıkan şeytanın temel argümanı, yaratılacak olan insanın “nankörlüğüne” dairdir. “Çamurdan doğacak insan, bulduğu ilk fırsatta seni sevmekten vazgeçecek, sana itaat etmeyecek, seni inkar edecek, vazgeç onu yaratmaktan, biz melekler yeteriz sana” der, Tanrı ise Mel’una kızar. Aralarındaki tartışma bir iddialaşmaya kadar varır. Mel’un Tanrıdan, İsa kılığına girerek, yeryüzüne inmesini, indikten sonra insanlar tarafından karşılaşacağı muameleyi kendi gözüyle görmesini ister. Tanrı, Lucifer’in şartını kabul eder.
İvan Karamazov’un, yani Dostoyevski’nin hikayesi işte tam bu sırada başlar.
İvan ile Alyoşa’nın münakaşası da bir bakıma Tanrı ile Şeytan’ın münakaşasından farklı değildir. İvan’a göre, bir dönem İspanya’yı kasıp kavurmuş olan Engizisyon Mahkemeleri meşruydu, o mahkemeler olmasaydı eğer insanlar birbirini yer, dirlik düzenlik bozulur, her yere anarşi hâkim olurdu. Ama İvan, sözle ne kadar etkili cümleler kurarsa kursun, fikrini kardeşine empoze etmede başarılı olamayacağını bilir. Bu yüzden, o büyülü araca, edebiyata başvurur. (Kör kütük aşık bir arkadaşımız bize çektiği yürek paralayıcı aşkının hikayesini çok etkileyici bir edayla anlatsa, hiçbirimizin aklına intihar etmek gelmez ama Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”nı okumuş onlarca gencin, kitabı bitirdikten sonra intihar ettiği tarihi bir gerçektir.) İvan, yazdığı hikayeyi kardeşine okumaya başlar, ruhu ezilmiş, paramparça Alyoşa da onu pür dikkat dinler.
*
Sevilla yanık ceset kokuyor. Her yerde engizisyonun zulmü hüküm sürüyor. Her gün onlarca kişi “dini sapkınlık” nedeniyle meydanlarda diri diri yakılıyor. Tekmil doğa, börtü böcek, insan hayvan herkes sabahtan akşama kadar ceset kokularını ciğerlerine çekiyor. İnsanlar çaresiz, umutsuz, insanlar bir kurtarıcı bekliyorlar.
İsa Mesih işte böyle bir günde yeryüzüne iner.
Herkes hemen onu tanır. Etrafını sararlar. Beklenen kurtarıcı nihayet geldi işte! Ardı ardına mucizeler gerçekleşmeye başlar.
Kör, yaşlı bir adam, “Bana şifa ver ki seni görebileyim” der, hemen gözleri açılır. Yeni ölmüş ama cesedi henüz toprağa verilmemiş bir kız çocuğunu diriltir Mesih, çocuğun annesi O’na “Evet, sen O’sun” der, ayaklarına kapanır.
O sırada Kardinal, yani Büyük Engizisyoncu bütün bu olup bitenleri, mağrur gözlerle uzaktan izliyor.
Daha dün gece bir sürü “sapkını” ateşe atmıştı. Hiç beklemediği bir anda Mesih gelmiş, kurduğu düzeni altüst ediyor şimdi. İşte bu kabul edilemez. Muhafızlara bir el işaretiyle İsa’yı yakalama emrini verir.
Muhafızlar üzerine çullanır, derdest ederler hemen.
Halk itiraz alışkanlığını çoktan yitirdiği için, İsa’nın yakalanmasına kimse ses çıkarmaz.
*
Gecenin geç bir vaktinde Büyük Engizisyoncu, İsa’nın hücresine gelir.
Ona konuşma fırsatı bile tanımadan, hayli uzun bir monoloğa başlar.
Önce ona İncil’de geçen üç iğvayı (ayartma) anlatır. Sonra özetle aşağı yukarı şuna benzer şeyler söyler:
Şeytan sana üç seçenek sundu. Üçünü de ret ettin. İnsanları özgür bıraktın. Kendi iradeleriyle hareket etsinler istedin. Ama insan fıtratında kötülük olan bir yaratıktır. Özgür bırakırsan anarşist olur. Etrafa saldırır, onun olmayan şeyi ister, çalar, çırpar, ırza geçer, düzeni bozar. Sen serbest bırakınca onları bir nizama sokmak bize düştü. Başında mutlaka bir otorite olmalı insanın. Bir güçten korkmalı. Bak senden korkmuyorlar işte! O otoritenin kurallarına göre hareket etmeli. Biz böyle bir zamanda idareyi ele aldık. Baktık iyilikle onları yola getirmek mümkün değil, büyük bir ateş yaktık, her gün onlarcasını canlı canlı ateşe attık. Suçluları cezalandırdık, potansiyel suçluları tespit ettik, halkın huzuru ve refahı için birçok kişinin canına kıydık, böyle böyle, korkutarak, yıldırarak onları kendimize bağladık, doğru yola getirdik, huzur ve güven ortamı sağladık. Bu iş hiç kolay olmadı. Biz isteyerek mi yaktık onca insanı? Hayır ama senin yapmadığını biz yapmak zorunda kaldık. Tam düzenimizi kurduk, tam her şeyi yoluna soktuk, şimdi gelmiş düzenimize çomak sokuyorsun. Yaptığımız her şeyi mucizeler yaratarak yıkmaya kalkışıyorsun. Buna hakkın yok, kurduğumuz krallık yeryüzü krallığıdır, karışma düzenimize, düzenimizi bozma, sen git kendi krallığını başka yerde kur.
Büyük Engizisyoncuya göre, kilise tam da böyle bir düzen kurmuşken, herkes halinden memnunken, engizisyonun bin bir güçlükle kurduğu bu mükemmel düzen bir makine gibi tıkır tıkır işliyorken, İsa durup dururken yeryüzüne inmiş, etrafa umut dağıtmaya başlamış, kurulu düzenin çarkına çomak sokmaya kalkışmıştır. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bu yüzden İsa suçludur. Şafakla birlikte diğer suçlular gibi ateşe atılarak diri diri yakılacaktır.
Fazlasıyla basitleştirerek özetlemeye çalıştığım bu çok uzun monolog boyunca İsa hiç konuşmaz.
Bu sırada İsa mucizevi bir şekilde zindandan kurtulur ve giderken Büyük Engizisyoncu’yu Ruslarda gelenek olduğu üzere dudağından öper, Engizisyoncunun içi büyük bir maneviyatla dolar, öfkeyle İsa’ya “defol git, bir daha gelme” der.
*
“Büyük Engizisyoncu” şiiri, yazıldığı günden beri, aradan yüz elli yıl geçtiği halde hâlâ edebiyat tarihinin üzerinde en çok konuşulan kült metinlerden birisi olarak duruyor dünyanın bütün kütüphanelerinde.
Dostoyevski bunları yüz elli sene önce Büyük Engizisyoncuya söyletirken, memleketi Rusya’nın biti kanlanmış, hızlıca Batılılaşmak istiyordu. Bir sürü şeye geç kalmıştı. Memleketinde kelimenin tam anlamıyla bir “entelektüel patlama” yaşanıyordu. Batıcılar dizginleri ele almış, Roma imparatorlarından Napolyon’a uzanan, gıdasını Engizisyondan almış mükemmel bir düzeni dünyada egemen kılmak istiyorlardı. Dostoyevski, “tamam onların kurduğu sistem iyi, düzen adil ama onlara benzemek için uğraşmayalım, o reçeteyi olduğu gibi alıp başımızı belaya sokmayalım, Batılılaşacaksak eğer, kendi değerlerimizi unutmadan Batılılaşalım,” diye bas bas bağırıyordu. Romanında Zosima’yı manastırından çıkarır ve kendi fikirlerini “tanrının yeryüzüne inmiş şekli olan” bu karakter aracılığıyla uzun uzun anlatır.
Aslında bir kehanetti Dostoyevski’ninki. O öldü, dünya cihan savaşına doğru gitmeye başladı. Büyük Engizisyoncunun, Roma İmparatorlarının, Napolyon’un, Rus Çarlarının, Osmanlı sultanlarını kurduğu düzenlerin hiçbirisi insanlığa mutluluk ve refah getirmedi. Arkasından gelenlerin de şiarı aynıydı, Hitler’in de Stalin’in de, günümüzde Putin ve Trump’ın da… Herkes önce yaşadığı memleketi daha sonra da dünyayı her geçen gün daha az yaşanılası bir dünya haline getirmek için elinden geleni yaptı ve hâlâ yapmaya devam ediyor. Gerekçeleri de tıpkı “büyük engizisyoncunun” gerekçesi gibidir:
“Ne yapıyorsak halkımızın mutluluğu ve refahı, dünyanın düzeni, devletimizin çıkarı için yapıyoruz.”
*
Tanrı’nın, kulları için dünyanın her yerine dağıttığı meyvelere bir kısım insan hâlâ ulaşmış değil ne yazık ki. Hâlâ Gazze’de açlıktan kemik yığını haline getirilmiş çocukların görüntüleri çarpıyor vicdanımıza ve çok azımızın böğrü sancıyor. Dostoyevski bunu gördüğünden, “Dünyanın bir yerinde tek bir çocuk bile acı çekiyorsa Tanrı yoktur” diyordu o uzun şiirinde. Tanrının düzenine alternatif bir “yeryüzü krallığı” kurmuş olan insanın kurduğu krallık, ne yazık ki milyonlarca çocuğun katline sebep olan bu dünyadır işte.
*
Oturduğum banktan kalktım. Aklımda hâlâ, “hiçbir anne, canından çok sevdiği çocuğu için, Allah’ın biz sevgili kullarına dağıttığı yemişler, meyveler kadar yemiş, meyve toplayıp dolabına koyamaz” cümlesi vardı. Evet hatırladım şimdi; yıllar önce seyrettiğim, kamerasıyla görkemli şiirler yazan İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin “Kirazın Tadı” filminden kalmış aklımda. Ya bu çiçekler? Herkese aynı şekilde ulaşan bugün ışığı, bu renkler, bu öten kuşlar, bu uyanan nemli toprak, bu ağaçlar, bu önümde sonsuzluğa doğru uzanan manzara… Ağzıma bir mavi yemiş daha attım. Daldım çayıra. Laleleri andıran mor, beyaz uzun çan çiçekleri, sarı, kırmızı, pembe mor mineler, mavi veya kırmızımtırak görünen peygamber çiçekleri, orman gülleri, çiçekleri sarı kırmızı, dikenli çobanpüskülleri, birkaç tane kayagülünden oluşan kocaman bir deste yaptım, geldiğim yoldan döndüm eve. Çiçekleri bir vazoya koydum. Hane halkı uyuyordu. Çayın altını yaktım, oturdum bu yazıya.