Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Pınar Kür'ün ölümü vesilesiyle musallat olan hatıralar!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İhtiyar zeytin ağacının gölgesinde oturmuş, saçlarımda denizin tuzu, elimde Laurent Seksik’in “Franz Kafka Ölmek İstemiyor” (YKY) romanı, bir yandan kitap okuyor, bir yandan da ayağımı ısıran karasineği bulup canına okumak istiyorum. Sineği öldürmek için her hamle ettiğimde çarpacakmış gibi yakınımda duran Simi adasına takılıyor gözüm, böylesi havalarda böyle olur, ada yaklaşır, yaklaşır, bir anda kendini onunla burun buruna bulursun. Tam bu sırada telefonun, yeni bir haber veren o metalik sesi bozdu her şeyi. Kitabı bıraktım, ekranda “Pınar Kür öldü” yazısı belirdi.

        82 yaşında ölmüştü, romanları, hikâye kitapları, hayatını anlatan birkaç cümleyle devam ediyordu haber. Telefonu bıraktım masaya, kitapta kaldığım yere döndüm. Kafka ölmek üzere. Başucunda, sanatoryumda tanıştığı doktor adayı, tıp talebesi, “Budapeşteli genç bir Yahudi, çok hırslı, zeki, doğuştan doktor, anti-Siyonist, ustaları İsa ve Dostoyevski” olan arkadaşı Robert Klopstock… Kafka yatakta, Robert yüzünü seyrediyor. Şöyle anlatıyor yazar o anı:

        “Kafka’nın ruhu birazdan ayrılacak bu bedenden. Ya da belki de ruh diye bir şey yoktur, öncesi bir hiçtir, sonrası bir hiç; yaşam anlamsız umutlarla hareket eden insanların birbirleriyle karşılaşıp asla gelmeyecek trenleri beklemekten başka bir şey yapmadığı uçsuz bucaksız, ıssız bir gardır. Hiçbir şey yoldaşlık etmez, peşinden gitmez, üstün gelmez azap çeken ruhlarımızın fısıltılarına, aşklarımıza ve hüzünlerimize; hiç kimse açıklayamaz asla yaşamlarımızın gizemlerini, cüretkâr arzularımızı ve musallat olan hatıralarımızı; hiç kimse duymaz dualarımızı, hiç kimse ödeyemez kefaretini hatalarımızın. Çünkü topraksın, toprağa geri döneceksin.” (s.60)

        Ölüm haberini alıncaya kadar Pınar Kür adını unutalı ne çok zaman olmuş! Bir anda her şey hareketlendi, görüntüler ardı ardına dizildi, film şeridi geriye sarıyordu, sarma işlemi bir türlü bitmedi. Ne çok hendeğin üzerinden atladım ne çok derin koyaktan geçtim bir ben bilirim bir de ben. Kendimi bir anda 1980’lerin ortalarında, okula gidiyoruz diye, mektep yerine her gün gittiğimiz Süleymaniye’de, meşhur kurufasulyeciyle komşu Malatyalı İhsan Abi’nin kahvesinde buldum.

        İbo ölmemiş, Kerim parasızlıktan bir türlü sigaraya başlayamadığı için bizden otlanıyor, Ali ağızda mızıkası hep aradığı ezginin peşinde, Neco ısrarla en son okuduğum kitabın adını alacak benden. Briç oynuyoruz, üç sanzato demişim, oyun bende kalmış, eli çıkarmam lazım, Neco’yu susturmak için “Bir Deli Ağaç, Pınar Kür” dedim ve sürdüm pik asını masaya.

        “Bizim İngilizce derslerimize giren okutman değil mi Pınar Kür?” diye sordu Kerim.

        “Evet, o; şahane çevirileri de var, ‘Aç Sınıfın Laneti’ni, “Doğmamış Çocuğa Mektubu” o çevirmiş,” dedim.

        *

        “Bir Deli Ağaç”, çivit mavisi, tasarımları harika kapaklı kitaplardan, 1981 baskısı, Yazko Yayınları bendeki… Yazko, 1980’lerin başında bir araya gelen bir grup yazarın kurduğu bir kooperatifti… Fikir, Menderes hükümetinde başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu’nun komünist oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu’ndan çıkmış; memlekette iç harp var, her şeyin kıtlığı çekiliyor; tüp gaz kıt, benzin kıt, sigara kıt, bir de kitap basmak için kâğıt kıt…. May Yayınevinin sahibi Mehmet Ali Yalçın kâğıt meselesine çözüm bulsun diye kültür bakanını ziyaret etmiş, konuşurken nazırın odasında sekteyi kalpten gitmiş, durum o derece ağır… Mehmet Fuat ile Ahmet Cemal de yanında Ağaoğlu’nun. Matbaası da var, en iyisi, hiçbir fikirde anlaşamayan, hiçbir meselede bir araya gelemeyen solcu yazarları bir kooperatif çatısı altında birleştirmek, kendileri yazsın, bassın, kazandıkları parayı da kendileri alsın. Alayının cebi delik, cepkenleri biraz para görsün… Memleket irfanına katkı da cabası… Bastıkları bütün kitapların arkasında “Bu kitap basılı fiyatının üzerinde satılamaz” ibaresi var, zira satıcılar o sırada istedikleri fiyatı etiketle yapıştırıyorlar kitaplara. Kooperatifin ilk üyeleri Çetin Altan, Attila İlhan, Kemal Bilbaşar, Kemal Sülker, A. Kadir, Can Yücel, Bekir Yıldız, Asım Bezirci, İlhan Berk, Bertan Onaran, Zeyyat Selimoğlu, Salim Şengil, Adnan Özyalçıner, Tomris Uyar, Pınar Kür, Ataol Behramoğlu, Selim İleri ile Yaşar Miraç...

        12 Eylül darbesi hışımla girişmiş her şeye… Yazarlar kooperatifi bu sırada ayakta kalan tek kurumdur. Yazko biri edebiyat, biri çeviri, biri de felsefe, üç de dergi çıkarıyor. Üyesi olan yazarların cebi ilk defa para görmüş, herkes memnun, üyeleri her geçen gün çoğalıyor.

        Türk aydının müzmin hastalığı burada da nükseder ne yazık ki. Siyasi iktidara yaptıkları muhalefet yetmez, ille de birbirlerine de muhalefet yapacaklar! Eğer bir yerde doğru düzgün işleyen bir tezgâh, bir kurum, bir işletme, bir dernek varsa, orada mutlaka onun muhalifi aydınlar da vardır bu memlekette. Ehil olup olmadığına bakmadan orayı “ele geçirme” planları anında girer devreye. Amaç orayı daha da büyütmek değil, “ele geçirmek”tir. “Ele geçirmek” bir ecdat geleneğidir ne de olsa! Bunun köylü versiyonu da var. Bir akrabası bir köşede bir dönerci dükkânı açar, işi tutturur, amcasının oğlu gider onun tam karşısına ona benzer başka bir dönerci dükkânı açar. İkisinin işleri bozulur, ikisi de batar. İşin batmasına sebep olan kişi, girdiği zarara bakmadan, uzun bir süre akrabasının işini bozmanın keyfini yaşar.

        Yazko’da da böyle olur. Herkesin kazandığı, dergiler, kitaplar çıkaran, işleri tıkır tıkır yürüyen kooperatifin düzenini bozmak için muhalifler hemen harekete geçer, başlarında Erol Toy var. Olağanüstü kongrede Mustafa Kemal Ağaoğlu yönetimine son verilir, yerine Erol Toy geçer. Zihni memur gibi çalışan Erol Toy işleri yürütemez tabi, bir süre sonra dergiler kapanır, yazarlar birer birer uzaklaşır, kooperatif de tarihe karışır. Muzip Can Yücel, olup bitenler karşısında, “Ağaoğlu’na “Mustafi Kemal”, Erol Toy’a da “Erol Tolstoy” lakabını takar. Mustafa Kemal de Cihangir’e gider, Yazko’dan sonra bütün bir seksenli yıllar boyunca hepimizin entelektüel gıdasında birkaç ölçek katkısı olan Bilsak’ı kurar. Ali Bulaç, Abdurrahman Dilipak gibi İslamcı çevreden gelen münevverlerle kendi adıma ilk defa burada karşılaşmış, Şerif Mardin’i “Ali Suavi ve Jöntürkler” konferansını ilk defa burada dinlemiştim. Yazko, kısa süre zarfında tarihe karışır ama bastığı o şahane kitaplar bize miras kalır.

        *

        İşte bu Yazko’nun çıkardığı Pınar Kür’ün “Bir Deli Ağaç” kitabının ilk hikayesi “Yaz Gecelerinde Keman”dır. İçimizde klasik müziğe vakıf tek kişi Ali’dir. Ali İstanbullu, annesi mi babası mı bilmiyorum, birisi müzisyen, ille de bize klasik Batı müziğini sevdirecek. Ben Hakkari’den dengbêjlerin kilamlarını alıp gelmişim bu şehre, diğer arkadaşlarım da benim gibi kavruk Anadolu çocukları, hepsinin ilk gıdaları bazlama, damarlarına Neşet Ertaş’ın bozlaklarının tınısı zerk edilmiş, ben “Delîlo”yla coşuyorum, onlar “Manda yuva yapmış söğüt dalına”yla, ruhlarında Anadolu ezgileri dolaşan çocukların kalbini Brahams’a, Mozart’a ısındırmak bir hayli zor, Ali’nin işi bu yüzden katmerli zor ama vazgeçmiyor, bilet alıyor, her cumartesi günü, AKM’de Oda Tiyatrosu’nda klasik müzik konserleri var, sabahın köründe kalkıyor, öğleden önceki konserlere yetişiyoruz haldır huldur.

        Bakalım Brahms eserlerinin çalındığı o konserde, hikâyenin kahramanının hissettiklerini hissedecek miyim? Değil mi, okuduğun edebi eserlerin sağlamasını yapmazsan, edebiyat neye yarar ki?!

        O hikâyede, bunaltıcı bir yaz gecesinde uykusu kaçan kahramanımız balkona çıkıyor gecenin bir yarısı ve bir keman sesi doluyor kulaklarına:

        “Brahms'ın keman konçertosunun ilk yumu­şak notaları yükseldi karanlığın içinden. Hiçbir gerçeğe, hatta düşe, sığmayacak bir şeydi bu. Korkuya benzer bir duyguyla donup kal­dım bir an. Hemen gözlerimi yumdum. Belki de bir korunma içgüdüsüydü bu. Sesin nereden geldiğini öğrenmek istemiyordum. Bunca yıl­dır yaşadığım evde, mahallede kendi radyom­dan başka hiçbir yerden keman sesi işitme­miştim. Ve gecenin bu akla uzak saatinde, bu aklın ve güzelliğin doruğunu zorlayan müziğin gökten yağdığına inanmak hiç de güç değildi.” (s.9)

        “Ben anlatıcının” hissettiklerini hissedecek miyim bakalım oturduğum o koltukta? Ali’ye orkestra bir Brahms eserini çaldığında beni uyarmasını söylemiştim. İşte geldi o an.

        “Hem de Brahms… Bir mucizeydi bu…Bu konçerto hep eşsiz güzellikte bir görüntüyle acıklı bir öykü uyandırır imgelemimde. İlk notalardan itibaren gözlerimin önünde uçsuz bucaksız, dümdüz, gerçekte olamayacak­mışçasına durgun, deniz olduğu yalnızca ka­ranlık ışıltısından sezilen bir sonsuzluk uza­nır. Ay ışığı gümüşten bir ırmak oluşturmuştur kapkara suyun üstünde. Irmağın en orta­sında ufacık, yapayalnız bir kayık vardır. Bir­den, ilk on on beş saniyeden sonra belki, bin­lerce minik kıpırtıyla dolar suyun yüzü. (…) Gümüşle çerçevelenmiş bir huzur içindeki unutulmuşluğunda hiç mi hiç beklemediği bir fırtına çıkacak gibidir. Ama hayır, fırtına değildir gelen. Müzik öylesine ça­bucak başlangıçtaki durallığına döner, öylesi­ne aniden yatışır ki, besbelli o birkaç anlık karmaşanın nedeni uzaktan geçen büyük bir geminin geride bıraktığı dalgalardır. Üstelik çok uzaktan, görünmeden geçip gitmiştir gör­kemli büyük gemi ve hangi kıpırtısız huzuru bozacağını bilmeden, düşünmeden salıverdiği dalgalar, o çoktan bir başka yere yaklaştığın­da ulaşabilmiştir küçük sandala… Dalgaların ölümüyle birlikte fısıldarcasına yumuşak yaylı ve nefesli sazlardan oluşan yalnızlık yeniden egemen olur. Uzun sürmez bu. Yepyeni bir te­ma kımıldanır birden.” (s.12)

        Gözlerim kapalı Brahms’ı dinliyorum ama ne gemi ne sandal ne de gümüşi ay ışığı var… Hani dalgalar? Nerede sandal? Zorlayacağım kendimi, en sonunda varacağım bu müziğin künhüne.

        O günden bugüne, “ağlamak istediğim” zaman bir iniltiye benzer “adagio” yerine, yine sığınıyorum Hakkari’den gelirken yanıma aldığım “heyran jaro”ya

        Ali, beni o “iç çekişe” ulaştırmadan gencecik yaşta ölüp gitti bu diyardan.

        *

        Pınar Kür’ün “Asılacak Kadın” romanını Başar Sabuncu; “Yarın Yarın”ını Sami Güçlü filme çektiklerinde, kitaplarını artık Can Yayınları basıyor, ben de mektebi bitirmiş, Güneş Gazetesi’nde gazeteciliğe başlamışım Orhan Duru’nun torpiliyle.

        Önce “Bitmeyen Aşk” romanını okudum. Hiç bitmeyen bir kitaptı. Nilgün ile Sinan’ın saplantılı aşklarını anlatıyordu; “bitmeyen” dediğine bakmayın, o aşk da sonunda bitiyordu. Kahramanların yanında kitapta durmadan “kapris yapan” bir de yazar dolaşıp duruyordu. Mektep bittiği halde, kazancım az olduğundan hâlâ talebelik evinde kalıyordum. Kaldığım ev berbattı, kirliydi, kalabalıktı, soğuktu. Kahramanların buluştuğu o evi özlüyordum. İçinde Nilgün de olsundu! Aşağı yukarı bir konum belirlemiştim eve… Bir çatı katıydı, Tophanenin kuleye yakın bir yerinde, deniz gören, parkeleri cilalı, içi kitap dolu minnacık bir ev…

        Aşka anlam aradığımız yıllardı. Aklın bize oynadığı bir oyun muydu aşk, yoksa herkesin kahramanı olduğu mucizevi bir hikâye mi? Hayır hayır bir afyondu; afyon olmasa Aşk, insan mantığının tekmil kalelerini yıkarak, bentleri aşarak, her şeyi yerle yeksan ederek Hüsn’ün ardına verip sersem sepelek, olmadık diyarlara savrulur mu? Bu soruları sordurmuştu roman bana, bundan sonra bu kadın ne yazacaksa okumak boynumun borcu olsundu.

        *

        Nilgün bir lise talebesi olarak kalmış aklımda. Belki de Saint Benoit Fransız Lisesi’nde okuyordu, bu yüzden okulun yakınında bir ev hayal etmiştim aşklarının mekânı olarak.

        Kara sinek tekrar dadandı bana, ısırdığı bacağımı kaşımak için kitabı tekrar bıraktım masaya. Okurken bazı satırların altını çizmişim, tekrar baktım onlara.

        Kafka’nın ilk kitabı Wolff yayınlarından çıkmış. Kitabı çıktığında ilk sevincini kız kardeşi Ottla’yla paylaşmış. Demiş ki kardeşine:

        “André Kitapevi’nde on bir kitap satılmış, on tanesini kendim aldım. On birincisini kimin aldığını çok merak ediyordum.”

        Yavaş yavaş imzam çıkıyor gazetenin kültür sanat sayfasında. Yeni bir film çeken yönetmenle, sinema oyuncusuyla, yeni bir kitabı çıkan yazarla, şairle mülakatlar yapıyorum haber merkezinde yaptığım haber düzeltme işinden vakit buldukça. Mülakatlarımın çıktığı gazeteyi koltuğumun altına alıp biniyorum belediye otobüsüne. Otobüs yolculara, “şu gazetenin sayfaları arasında benim de imzam var, biliyor musunuz bugün Cemal Süreya ile, birkaç gün önce de Attila İlhan’la, Peride Celal’le, Türkan Şoray’la röportaj yapmıştım” diye bağırmak istiyorum ama o gazetenin o sayfasında imzamın olması o yolculardan hiçbirisinin umurunda değildi.

        “Bir Cinayet Romanı” o günlerde çıkmıştı Pınar Kür’ün. Polisiye bir romandı. Bir mülakatında mı, kitabın içinde mi söylemişti yazar hatırlamıyorum, “kitabın 240’ncı sayfasına kadar okuyup katili bulmadıysanız, zekanızdan şüphem var” gibi bir cümlesi kalmış aklımda. Kitabın orasına geldiğimde cinayeti çözmüş, gerisini okumamış, yazarıyla röportaj yapmak üzere Elmadağ’daki Arif Paşa Apartmanı’ndaki evinin yolunu tutmuştum. Aparmanın avlusunda yetişmiş ve bir hikâye kitabına isim yaptığı “Bir Deli Ağaç”ı göstermiş, sonra da balkona çıkarmış, yazının girişinde sözünü ettiğim “Yaz Gecelerinde Keman” hikayesinde anlattığı komşunun balkonunu göstermişti eliyle.

        Kafka’ya göre varoluş, bütün ihtişamıyla her daim yanımızdadır, tek yapmamız gereken ona doğru kelimelerle seslenmektir, kaygılanmaya gerek yok, gelirdi bize!

        *

        Evet, Pınar Kür’ün adını daha sonra unuttum. “Yaşarken ölmüştü” benim için artık o. Belki de Türkçenin o görkemli dünyasına girdiğim ilk yıllarda elimden tuttuğu için sevmiştim hikayelerini, romanlarını… Dilin ihtişamlı dünyasında kendime korunaklı bir yer edinince, “ondan bu kadar olsun, yenilerinden nasiplenelim biraz da” demiş olmalıyım galiba, terk ettim onu.

        İki binli yılların ortalarında pat diye tekrar çıktı ortaya, bu kez bir televizyon programı aracılığıyla. O güzel dilin sahibinin içine bir Kanadıkırık Mine kaçmıştı. Gericiler iktidara gelmiş, her yerde türbanlı kadınlar dolaşıyor, cumhuriyetin temel değerleri çatır çatır çatlıyordu.

        Annesi edebiyat öğretmeni İsmet Kür’dü, babası Behram Bey ise Azeri asıllıydı, o da Fransızca ve matematik öğretmeniydi. Kızlarını çok iyi okullarda okutmuştu öğretmen çift; Robert Kolej’i bitirmiş, lisans eğitimini Queens Kolej’de ve Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlamış, Sorbonne Üniversitesi’nde de karşılaştırmalı edebiyat alanında doktora yapmıştı. Tipik Cumhuriyet kızıydı. Cumhuriyeti onların omuzlarında yükselmiş, onlar muhafaza edecekti. Sokakta bulmamışlardı, başını örtmüş “kara fatmalara” bırakmayacaklardı onu. Ona göre başını örten bir kadınla sokakta çırılçıplak dolaşan bir kadın arasında hiçbir fark yoktu.

        Romanlarına, hikayelerine müptela olduğum dönemde, daha sonra hepimiz için yakıcı meseleler haline gelecek bu meselelerden çok uzaktık. “İrtica” hiçbir zaman iktidara gelmeyecekti.

        *

        “Yazmak dua etmek gibidir” demişti Kafka, “hiç bitmez”. Bazılarının duası yarım kalıyor ne yazık ki.