Buralarda nevri dönmeye başladı dünyanın. Kuzey ışıklarının gökyüzünü süslediği çok uzun kış gecelerinden, güneşin bir türlü batmadığı çok uzun yaz günlerine geldik nihayet. Akşam bir türlü inmiyor hanemize; aydınlık içinde bir gece hüküm sürüyor saatlerce, o büyülü beyaz gecelerin eli kulağında…
*
Geceye hiç benzemeyen bir gecenin geç bir vaktinde, yatak odasının perdelerini sıkı sıkıya çekip girdim yatağa. Elimde Samet Ağaoğlu’nun Demokrat Parti devrinde, kendisi başbakan yardımcısıyken inşa edilen, Orta Anadolu’nun tarihi şehri Kayseri hapishanesinin bir hücresinde müebbet hapse mahkumken 1963 yılında yazdığı çocukluk ve gençlik hatıralarını anlattığı “Hayat Bir Macera” kitabı… Kitabın bir yerinde babası Ahmet Ağaoğlu’nun Malta sürgünlüğünden bahsediyor Samet Bey. Sarayburnu’ndan dönerek bir meçhule doğru giden, boyaları dökülmüş, köhne bir İngiliz şilebinde başta Sadrazam Sait Halim Paşa, paşalar, nazırlar, büyük büyük kumandanlar, sefirler, bazı anlı şanlı valiler, Ziya Gökalp gibi alimler de var babasıyla birlikte. Hareketten sonra, Malta’ya gideceklerini söylemişler sürgünlere, öncesinde hiçbir malumat yok. Gemi Çanakkale Boğazı’nı geçince Limni adasına dümen kırar, limana yanaştığında aralarından yirmi beş kişiyi indirip İngilizlere teslim ederler, adaya çıkanlar kurşuna dizileceklerini sanır, gözyaşları içinde birbirleriyle vedalaşırlar. Bu kederli, endişeli, hüzünlü günün tesellisini Ziya Gökalp bulur, döner arkadaşlarına der ki:
“Bizim insan yanımız İstanbul’da, yurdumuzda, ailelerimizin yanında kaldı. Buraya köpek tarafımızı getirdiler. Öldürecekleri de ancak bu! Ruhumuz vatanda yaşayacak.”
Alimin bu lafı bile bu yazıya oturmama yeterdi ama Samet Bey, hatıratının ilerleyen sayfalarında Malta’daki “babasının arkadaşları”ndan bahsetmeye başlar. Bir ara söz Kara Kemal’e gelir. Ondan sitayişle bahseder, şefkatle… İttihatçıların arasından çıkmış, “fedailikte olduğu kadar doğruluk ve namuslulukta da birinci sınıf insanlardandı” der. Malta’da bulunduğu sırada, İstanbul’da kurduğu onlarca şirketten istemediği kadar para geliyor ona. Sürgünler zor şartlarda yaşıyorlar adada. İngilizlerin verdiği konservedir tek gıdaları. Kara Kemal her para geldiğinden o parayı, parası olmayan arkadaşlarına dağıtır, kendisi de “İngiliz konservesine” talim eder. Ayrıca “bir yorgan bir seccade, bir yastıktan ibaret eşyasını her gece yine bir arkadaşının yatağı yanına götürerek, meyus kalplere ümit ve teselli vermeye” devam eder.
*
Osmanlı İmparatorluğu öldüğünde, cesedinin başında alayı şaşkın, çoğu cahil, yol bilmez, yönsüz, çapsız, ufuksuz İttihatçılar vardı. İmparatorluk son nefesini onların elinde verdi. Hatta kendilerine en yüksek makamları uygun görmüş en baştaki üç “koçbaşı” Enver, Talat ile Cemal paşalar, son nefesini vermesini beklemeden terk ettiler onu. Sekeratta son bir defa bir bardak su vermeye yeltenmeden Kuruçeşme açıklarında bekleyen bir Alman denizaltısına binip kaçtılar. Kasım ayının birinci günü, sene 1918’di. Beş gün sonra “Zaman” gazetesinde Refik Halit (Karay) arkalarından “Efendiler nereye?” diye bas bas bağıran bir yazı aldı kaleme.
“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?
Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor, tahtakuruları nereye?
Kedisiz evlerde fareler vardır, kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler... Galiba koku aldınız, kedi geliyor, koca fareler nereye?
Dul anaların haylaz çocukları vardır, sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp eskiciye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar... Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?”
Uzun yazının her satırı çarpıcıdır. “Efelere taş çıkardınız, zorbalara parmak ısırttınız. (…) Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti?” diye sorar onlara. “Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, hülasa bacağımızdan yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler” diye onları millete şikâyet eder. Programlarını; “Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine,” diye tarif eder.
Harikulade bir metindir, birçok yerde var, bulup mutlaka tümünü okuyun okumamışsanız eğer.
Üç ittihatçı koçbaşı, Alman Kayzeri’nin topladığı son pılı pırtısıdır. İngiliz borazanı ötüyor şimdi her yerde. Hakikat, Attila İlhan’ın şiirinde tarif ettiği gibidir:
“sabah ezanları köyden köye yayılıyor
hey gidi hey
‘mülk’ sözde osmanlı’nın ama
alaman’ın elinden
ingiliz alıyor”
Refik Halit’in demesiyle “Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı” üç paşa ziyafet bittikten sonra “ağzını silmeden, elini yıkamadan”, “bir de acı kahvemizi içmeden” çekip gidince yerlerini Kara Kemal’e bıraktılar.
En cesurları, içlerinde Maliyeci Cavit’ten sonra kafası en çok çalışanı oydu, vatanı terk etmeye hiç niyeti yoktu.
*
Kara Kemal, yakın zamanda bir edebiyat tartışması vesilesiyle tekrar gelip kurulduğu gündemimize.
Mayıs ayı başında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Nuri Sağlam, “Karar” gazetesinden Saliha Sultan’a verdiği röportajda, Kemal Tahir’in ilk baskısı 1969’da yapılan ve İzmir Suikastını anlatan “Kurt Kanunu” romanının 1981’den bu yana tahrif edilmiş şekilde basıldığına dair çok mühim bir iddia attı ortaya.
Sağlam, mezkûr mülakatında İttihat ve Terakki Fırkası’nın önde gelen isimlerinden Kara Kemal’in başrolde olduğu romanda, 12 Eylül döneminde Tekin Yayınevi tarafından yapılan yeni baskılarında önemli bir “tahrifat” yapıldığını söylüyordu. Romanın 1972 baskısında, yani henüz Kemal Tahir hayattayken yapılan ikinci baskısında, Kara Kemal’in “intihar etmediği, tam tersine polisler tarafından hedef gözetilerek öldürüldüğü” yazıldığı halde bu bölüm 1981 yılında Tekin Yayınevi tarafından yapılan yeni baskısından çıkartılmış, Kara Kemal’in yakalanacağını anlayınca “intihar ettiği” yazılmıştı.
Bu iddia üzerine kıyamet koptu. Edebiyat alimlerinden okurlara kadar topa girmeyen kalmadı. Ancak hakikat bir süre sonra ortaya çıktı da ortalık biraz sakinleşti. Meğer romanın ilk baskısı 1969’da yapılmış ve bu ilk baskıda Kemal Tahir romanın sonunda, Kara Kemal’in “intihar ettiğini” yazmıştı. Ancak 1972’de yapılan ikinci baskısında fikrini değiştirmiş, romanda değişiklik yaparak Kara Kemal’in intihar etmeyip bir cinayete kurban gittiğini, polisler tarafından hedef gözetilerek bile bile öldürüldüğünü yazmıştı.Tekin Yayınevi de 1981’de romanı yeniden basarken ilk baskısı olan 1969 baskısını esas almış, aynı şekilde kitabı daha sonra basan İthaki ile Ketebe de aynı baskıyı esas almış, böylece Kemal Tahir’in kendi eliyle 1972’de yaptığı değişiklik “güme” gitmiş, bu durum da “Kemal Tahir’in romanına yayınevi sansürü” şeklinde bu önemli tartışmaya mevzu olmuştu.
Toprağı bol olsun Borges ile Umberto Eco bu edebi “kazaya” şahit olsalardı, kim bilir ne muhteşem hikayeler uydurur, bizden birçok eleştirmenin, aklı başında birçok edebiyat insanın meselenin aslını öğrenmeden kalın kalın laflar ederek, ahkam kesmelerinden kim bilir ne matrak hikayeler devşirirlerdi.
*
Ne zaman eski zaman İttihatçılarına dair bir kelam edesim gelse, Attila İlhan şiirleri üşüşür beynime. “Münzevi bir piyanodan”, “aşıkane” bir ezgi dolar kulaklarıma. “Saçları gece laciverdi siyah”, “bakır çalığı gözleri” bir dilber salınır şehrin yarı karanlık sokaklarında. “katiller huzursuz/hırsızlar sinirli/hainler ürkekçedir.” O sırada “hicranlı” bir rahmet yağar şehre iplik iplik, “jilet mavisi kadın”, “gecenin karanlığında uzun adamların” önünü düşer;
“sonra ‘melal ve hicran’
ve çaresizliği boş bir silah gibi taşımak
bakıp o yoksul kalabalığa
parmak uçlarında kan
'nobran ve derbeder'
sonra hayaller
hayaller
hayaller
‘kürt’ mustafa divan-ı harbi'nde sanık
‘kemalist’ fedailerin yaşattığı
-körüklü çizme avcı ceketi kayzer bıyık-
teşkilât-ı mahsûsa ‘artığı'”
Evet, “teşkilât-ı mahsûsa ‘artığı’” Kara Kemal’i cesedin başına, ölüyü yıkayıp paklasın diye bıraktı Talat, Enver ve Cemal paşalar. Onu ve arkadaşlarını “Kaptan” şöyle tarif etmişti bir şiirinde:
“kim kaldı eski selanik'ten
laternalar sustu
sürahiler tenha
tek kibrit çakılmıyor
kim kaldı ittihat ve terakki'den
o jöntürkler ki-‘hariçten
evrak-ı muzırra celbederlerdi’-
o fedailer ki barut öksürürler
sakal tıraşları mavi
kırmızı bıyıkları biber”
“İttihat Terakki Cemiyeti” postadan çıkmış bir örgüttür. “Evrak-ı muzırra celbetmeyi” Talat’tan öğrenmişti Kara Kemal. Teşkilatın “Büyük Efendisi” Talat, henüz “paşa” mertebesine ulaşmadan postacılık yapıyordu. İlk müktesebatını, “postadan çıkan evrak-ı muzırraya” borçludur. Asıl adı Ahmet Kemal Bey olan, daha sonra “Kara Kemal” lakabını alacak olan “Küçük Efendi” de, Serez postanesinde çalışırken Talat Bey’le tanıştı. Cemiyette iki Kemal var o sırada; Ahmet Kemal ile Mustafa Kemal… İsimleri karışmasın diye Ahmet Kemal’in lakabı “Kara Kemal”, Mustafa Kemal’in de “Sarı Kemal” olur.
Kara Kemal, teşkilatta Talat’tan sonra geliyor; “Büyük Efendi” önde, “Küçük Efendi” arkasından yürüyordu.
*
Soyu Dulkadiroğullarına dayanır. Kısaküreklerdendir. Necip Fazıl Kısakürek’in babası Fazıl Bey ile Kara Kemal’in babası Arif Bey amca çocuklarıdır.
Teşkilatçıydı. Talat’la omuz omuza çalışmıştı. Nargile müptelasıydı. Bu tutkusu onu kahve kahve gezdiriyordu. Bu kahvelerde ahaliyi tanıdı. Onlara “evrk-ı muzırra”yı dağıttı, okuttu. Tecrübesi artınca Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşunda mühim bir vazife aldı. İttihatçılar darbeyle işbaşına gelince nazır olmadı, hatta mebus bile olmadı. Esnafı politize etme vazifesini sürdürdü. Zaman zaman onlara menfaat sağladı. Bu durum kısa süre içinde onun geniş bir esnaf kitlesi içinde sevilmesini getirdi.
İstanbul’da ticarete Rumlar hükmediyordu. Bize “milli bir burjuva” lazımdı. İttihatçılar -ki daha sonra aynı geleneği Cumhuriyet’i kuranlar da devam ettirdi- Müslüman köylü esnafın zenginleşerek burjuvalaşacağını sanıyorlardı. Burjuva olmanın zengin olma, para sahibi olmayla eşdeğer olmadığını bilmiyorlardı. Para sahibi her zengine burjuva denmez. Burjuva parayla değil, paranın yanında kültürle, yarattığı mimari, musiki ve edebiyatla olur. Kültür yoksa ortaya çıkan “türedi, görgüsüz zengin” olur ki, bu zenginlerin hiç kimseye faydası yoktur.
İstanbul’da Rum mallarına boykotu Kara Kemal teşvik etti. Şehirde un, buğday ve ekmek sıkıntısı vardı. Ekmek karneyleydi. Bu mühim meseleyi çözme işini üstlendi. İlk milli şirket olan “Milli Mahsulat Osmanlı Anonim Şirketi” onun öncülüğüyle kuruldu. Şirketin sermayesinin yarısını Anadolu tüccarlarına ödetti. Bu şirketin elde ettiği kârla başka şirketler kurdurttu. Arkasından da bir banka… Sırtını bu sermayeye dayadı, gücüne güç kattı. Yerli malını kullanmayı salık verdi.
*
İttihat Terakki’nin 1912 kongresinde Talat Bey tarafından, partinin merkezi umumi azalığına getirildi. Artık Talay Bey’in her siyasi kararında onun da imzası vardı. Bab-ı Ali baskınına katıldı. Baskın sırasında Sirkeci postanesinin idaresini o eline aldı. (Daha sonra darbecilerin önce radyoyu evini, daha sonraki darbelerde de televizyon istasyonlarını ele geçirme geleneğini o başlattı.)
Ermeni tehcirinde, Talat Bey’in yanı başındaydı, her şeyi bu ikili planladı. Talat, Enver ile Cemal Almanların yardımıyla memleketten kaçarken, partiyi ve devleti ona teslim ederek gittiler. Kara Kemal’in kaçmaya niyeti yoktu. Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul İtilaf Devletlerinin işgaline uğrayınca, Ermeni faciasında dahli bulunanlar arasında gösterilen Kara Kemal, diğer İttihatçı arkadaşlarıyla birlikte soluğu Malta’da aldı.
Samet Ağaoğlu’nun yazdığına göre Malta’da az konuşuyor, çok düşünüyordu. Bir gün iki arkadaşıyla ortadan kayboldu. Bir süre sonra arkadaşlarının akıbetinden haberi oldu. Firariler arasında yer alan Ali İhsan Paşa’nın deyimiyle “İttihatçı nazırlardan Kara Kemal’in komitacı ruhu” imdatlarına yetişmiş, küçük bir motor tedarik etmiş, birkaç arkadaşıyla birlikte adadan firar edip İtalya’ya ulaşmıştı.
*
Samet Ağaoğlu, “Babamın Arkadaşları” kitabında ona da birkaç sayfa ayırır. Ta çocukluk zamanlarında tanıdığı, evlerine girip çıkanlar arasında gösterdiği bu zatı “bir ayağı aksayan, beyaz yüzlü, kara gözlü, siyah, uzun saçlı, yaşayışı ve tavırlarıyla tam bir halk adamı, derviş tabiatlı, biraz da derviş kılıklı” olarak tasvir eder. Ona göre Kara Kemal, dostlarının da düşmanlarının da hemfikir oldukları “devrinin en çok korkulan insanlarından” birisiydi. Bu yüzden o Meşrutiyet İnkılabı’nın kendi şartlarımıza göre “bir Robespiyer’i, bir Troçki’si, hatta bir Göbels’i”ydi. Ağaoğlu’na göre hayatı da az çok onların hayatına benziyordu.
İttihatçı arkadaşlarının imparatorluğu batırmakta olduklarını ilk görenlerden biriydi. Onun için “Sarı Kemal”in arkasında saf tutmayı ilk o önerdi.
Malta’dan firar edip İtalya’ya gidince, milli mücadelenin sonuna kadar adı hiç gündeme gelmedi. Rivayet edilir ki Anadolu’ya geçmek için can atmış, uğraşmış ancak “Sarı Kemal” buna izin vermemişti.
*
Zaferden sonra Mustafa Kemal Atatürk, Halk Partisi’nin temellerini attığı “umdeleri” ilan ettiği sırada, onu da birkaç eski İttihatçıyla birlikte Ankara’ya davet etti. Gece Ağaoğlu Ahmet’in evinde kaldı. O gece; ertesi gün Mustafa Kemal’le görüştüğünde ona şunları söyleyeceğini söyledi oradakilere:
“Beraber çalışmak teklifinizi şükranla karşıladım. Fakat bu koca imparatorluk bizim kucağımızda can verdi. Hatalarımızla, sevaplarımızla devrimizi bitirmiş insanlarız. Bize, bana düşen vazife bir köşeye çekilerek, vatanı kurtarmış size, arkadaşlarınıza muvaffak olmaları için dua etmekten ibarettir. Bizim artık idare etmek hakkımız kalmamıştır.”
Bu sözleri Mustafa Kemal’e söyledikten sonra İstanbul’a döndü.
Samet Ağaoğlu’na göre Anadolu’ya geçtikten sonra hayatta kalmış İttihatçı arkadaşlarına, “Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’in etrafında toplanma” talimatını veren böyle bir adamın, İzmir’de ona karşı düzenlenen suikast girişiminin tertipçisi olduğunu düşünmek akla uygun değildir. Suikast haberi duyulur duyulmaz, yine Ağaoğlu’na göre, “belki de suçsuzluğunu ispat etmenin mümkün olabileceği güne kadar yaşamak ümidiyle” gizlendi. Ancak “hayatta kaldıkça temizliğin kendilerine kadar uzaması ihtimaliyle ecel teri dökenler de onu kanlar içinde uzanmış gösteren resimlerine bakarak rahat bir nefes” aldırlar.
*
Kemal Tahir de “Kurt Kanunu” romanında benzer bir tez ileri sürer. Ona göre İzmir Suikastı, "tehlike arz edecek" İttihatçıları ortadan kaldırmanın gerekçesi yapıldı. Anadolu ihtilalini yapan İttihatçıların "C takımı", "B Takımı"nın köküne kibrit suyu dökmeye kararlıydı. Romanda Kara Kemal’in, Murat Belge’nin deyimiyle “oldukça bilge bir siyaset adamı” olarak portresini çizer yazar. Kemal Tahir’e göre İttihat Terakki’nin içinde Kara Kemal’e bezer çok az sayıda “düşünen adam” vardı. Bu az sayıda “düşünen adamlardan” gelen “öldürün, asın, kesin, tehcir edin, yerinden yurdundan koparın” talimatları yerine getirmeye amade bir fedailer mangası hazır vaziyette duruyordu. İmparatorluğun canına da bu adamların basiretsizliği okumuştu zaten.
Romanda Kara Kemal’e şunları söyletir Kemal Tahir:
“Bir politikacı için en müthiş ceza devletinin kendi elinde batmasıdır. Bunun hiçbir özrü yoktur. İmparatorluğu elimize geçirdiğimiz zaman nüfusu 35 milyondu. Yedi düvelin kâğıt üstünde de olsa bizim saydığı bir milyon sekiz yüz bin kilometre toprağı vardı. Sınırları Kongo’yu, Sudan’ı, Eritre’yi, Somali’yi içine alıyordu. Tunus, Fas, Libya, Mısır, Kıbrıs, resmen kaybedilmiş değildi. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü… Suç ne kadar büyükse, çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir. Biz dünyanın en ağır suçunu biraz tartaklamayla savuşturulur sandık. Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına yenik düştük. Kurtlukta düşeni yemek kanundur.” (s. 246)
Romanın 1969 yılında yapılan ilk baskısında, Kara Kemal saklandığı bir arkadaşının evinde kıstırılır. Kaçamayacağını anlayınca tabancayı kafasına dayayıp intihar eder. Ancak, 1972 yılında yapılan ikinci baskısında Kemal Tahir fikrini değiştirir. Bu sahneyi yeniden yazarak romana şöyle geçirir:
“(…) Biraz önce dediniz ki… ‘Kara Kemal Bey teslim olsaydı, mahkemede kendisini savunsaydı… Binde bir ihtimalle kurtulmaz mıydı acaba?…’ Üzmeyin kendinizi boş yere dayıcığım…
-‘Boş yere’ ne demek?
-Şu demek… Hiç kimsenin niyeti yoktu Kara Kemal Beyi mahkeme önüne çıkarmaya…
-Öyleyse… Kendisine kıydığı da sakın doğru değil mi?
-Elbette doğru değil… Çok şeyler biliyordu Kara Kemal Bey… Kurtulma umudu kalmadığını anlayınca hiçbir kuvvet konuşmasını önleyemezdi. ‘Teslim ol Kara Kemal Bey ağabey… Hakkında hayırlısı budur,’ diye bağırmış ya heriflerden biri… Yüzde yüz eminim, budur işte öldürme görevini yüklenen hergele… Hem bu sözlerden, hem de sesin ahenginden anlamıştır işi Kara Kemal Bey ossaat… Bunlar da İttihatçı oyunudur çünkü…
-Yok canım…
-Yok mu, var mı anlaşılır yakında… Merak etmeyin, gizli kalmaz böyle pislikler, hiçbir zaman.
Gazeteler hani yazdılar ya… Eve girmişler de… Odaya çıkmışlar da… Yerde terlikleri… Havada cigara dumanları görmüşler de… Bundan anlamışlar birkaç saniye önce burda olduğunu… Açık pencereden bahçeye atlamışlar. Hepsi yalan bunların! (Kurt Kanunu, 2. Baskı, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1972, s. 353-354.)”
Romanın, daha sonra ve günümüzde yapılan yeni baskılarında bu sayfalar yok, çünkü bu sayfalar romanın 1969’da yapılan ilk baskısında da yok. Sonradan eklemiş Kemal Tahir ama “güme” gitmiş. Edebiyat tanrısının insanı hayretler içinde bırakan bir oyunu daha!
Şimdi Kemal Tahir’in son yayıncısı KETEBE’ye düşen, romanın piyasada bulunan bütün nüshalarını derhal toplayıp, editoryal çalışmasını 1972 baskısına göre yapıp yeniden yayınlamaktır. Kemal Tahir romanına son şeklini bu baskıyla vermiştir çünkü.
*
Samet Ağaoğlu’nun yazdığına göre, Kara Kemal’in “intihar haberi” bir akşam Ankara’da Rus Sefaretinde verilen bir suarede, Atatürk ve arkadaşları toplu halde otururken geldi. Ahmet Ağaoğlu da oradadır. Haberi alır almaz İstiklal Mahkemeleri reisi Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, Ağaoğlu Ahmet’i göstererek, “Paşam, Ahmet Bey’in yüzü gülmüyor, herhalde kırk gün sonra bizleri Kara Kemal için okutacağı mevlûda çağıracak” diye kaba bir şaka yaptı. Bu kötü şakaya ve katı yürekliliğe dayanamayan Ağaoğlu Ahmet Bey anında cevabı yapıştırdı:
“Elbette yüzüm gülmez. Kara Kemal dostumdu. Gazi’ye kast ettiyse lanet olsun! Fakat bir gün gelir seni de aynı korkunç akıbetin kollarında görmek felaketine uğrarsam yine mahzun olurum, senin için de mevlût okutmakta tereddüt etmem.”
Mustafa Kemal, arkadaşları arasında bu tür nahoş hadiseler baş gösterdiğinde her zaman yaptığı şeyi yaptı, anında mevzuyu değiştirdi.
*
Buralarda aylarca süren gecenin hükmü nihayet bitti. Şimdi bütün geceler gündüz. Yazı bitti, ama Attila İlhan şiiri hiç bitmez:
“tut ki gecedir
kaatiller huzursuz
hırsızlar sinirli
hainler ürkekçedir
elleri telefona kendiliğinden uzanıyor
ihanete gece müthiş bir gerekçedir”