Refik Halit Karay, 1913 yılında beş yıllık sürgün cezasını çekmek üzere Çorum’a gönderildiğinde “Kirpi” müstear adıyla “Kalem” dergisinde yazılar yazıyor, oklarını sağa sola batırıyordu.
Kirpi, İttihatçılardan nefret ediyordu. Hele o Alman stili tek tip bıyıkları yok mu? O bıyıkların sahiplerini her lanetin başı olarak görüyordu.
Bir yazısında, “Hırkaya alışkın olanlar birdenbire frak giyerlerse gülünç olurlar,” diye bir cümle kurmuştu. Bu cümlenin anlamını çok az kişi, belki de sadece tek bir kişi biliyordu. O da Dahiliye Nazır’ı Talat Bey’di. Henüz Paşa olmamıştı, paşalık 1917’de Sadrazam olunca gelecekti.
Dahiliye Nazırı dediysek, sadece dahiliyeden değil, kalp damardan tutun, ortopediye, hatta bevliyeye kadar cümle vücuttan mesuldü Talat Bey, memleketi her şeyiyle o idare ediyordu.
Hemen ferman buyurdu, yazara menfa yolları göründü.
*
O gün Edirne Askeri Rüştiyesinin mezuniyet töreni vardı. Bir anda ortalık karıştı. Talat adında bir talebe bir muallimi dövmüştü! Pişman değildi, yaptığıyla gurur duyuyordu. “Neden dövdün” diye sorduklarında, “Ben doğuştan isyankârım,” cevabını verdi.
Peki isyanı kimeydi? Hayatı hakkında tuğla kalınlığında bir kitap yazmış olan Tevfik Çavdar bu soruya, “düzene” diye cevap verir.
*
Talat Bey ilk anayasamızın kabulünden iki sene evvel 1874 yılında dünyaya geldi. Kırcaali’nin Cepleci köyünden Ahmet Ceplecioğlu ile Hürmüz’den olmadır, ailenin tek erkek evladıdır, iki de kız kardeşi var.
Askeri mektepte hoca dövdüğü gün askeriyenin kapıları yüzüne kapandı ama “her Türk asker doğar” düsturuna sıkı sıkıya bağlı kalarak, hayatı boyunca “milletin bağrından çıkan bir ordu mensubu” gibi cihet-i askeriyenin içinde kalarak önce İttihat Terakki’nin başına geçti, sonra da Sadrazamlık makamına çıkarak bize, bu memlekette sıradan, okumamış, ortaokuldan tasdikli çocukların azimle nerelere kadar yükselebileceklerinin nadide bir örneğini verdi.
Şair Eşref onun bu önlenemeyen yükselişini şöyle hicvetti:
“Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak
Sadrazam oldu Talat, cilve-i takdire bak”
Örsan Öymen’in naklettiğine göre bu mısralar kendisine gösterildiğinde Talat Paşa, “Kafiye tutmuyor, ‘tarak’ ile ‘bak’ birbirini tutmuyor” diyecektir.
O asıl büyük övgüyü, yakın dostu Ziya Gökalp’ten almıştı. Ziya Bey’in kendisi için yazdığı dörtlüğü hayatı boyunca yanından ayırmadı:
“Sen candan birleştiren bir ruhsun
Vicdanı sende görür cemiyet
Necat teknesidir: Sen Nuh’sun
Sen olmazsan öksüz kalır bu millet”
Tam burada bir parantez açıp sözü Yahya Kemal’e bırakmakta fayda var:
“1918’de Mütarekeye yaklaştığımız yaz sonunda, bir akşam, Büyükada’da, Yat Kulübü’nün taraçasında Sadrazam Talat Paşa, sevimli ve laubali halini unutmayarak, etrafında Salâh Cimcöz ve şimdi hatırlayamadığım daha bir kişi ile gülerek konuşuyordu. Orada Ziya Gökalp’le oturuyorduk. Bizim yanımıza geldi. Orada oturdu. Ziya Gökalp’e ‘canım Ziya Bey! Hars mars diye bir lakırdı var. Nedir bu hars Allah’ını seversen? Bizim Merkez-i Umumi’de kaç defa anlattın, bir türlü kafama girmedi; anlatsana şunu’ diye latifeye girişti. Ziya ve ben gülmüyorduk. Ziya tutuk lisanıyla harsı bir defa daha anlatmaya başladı. O anlatırken Talat böyle bahislerle uğraşmaya hiç vakti olmayan bir insan gibi, hatır için dinliyor ve dostane gülümsüyordu. Gerçi hars bahsini harp bahsi çabuk kapattı, mütareke oldu. Talat da arkadaşları da siyasi sahneden bir bir çekildiler.”
Talat Bey’in böyle taraklarda bezi yoktu. “Hars”tı, “harf”ti, “yenilikti”, “değişiklikti”, böyle şeylerle ilgili değildi. Bir “değişiklik”, “yenilik” gerekiyorsa tabancasını çeker, gündüz vakti bile olsa “fedaileri” arkasına takar, hükümeti basar, darbe yapar, değişikliği sağlardı. Yakın dostu Hüseyin Cahit Yalçın’a göre gündüz vakti “ihtilal” yapmaya cesareti olan Talat’ın mesela alfabenin değiştirilmesi, kadınlara kara çarşafın yasaklanması gibi “asri değişikliklerden” ödü kopardı.
*
Hoca dövdüğü için askeri mektepten diploma yerine tasdikname alan genç Talat, sorgu hâkimi babasının dostları sayesinde Edirne Postanesi’nde 40 kuruş aylıkla işe girdi. Babasına göre madem zabit olamayacaktı, o halde postacı olsundu kereta!
Postane kapısı, önünde açılan ilk devlet kapısıydı. Girdi içeri.
*
Önemli bir işti onunkisi. O zamanlar posta idaresi imparatorluğun en etkili iletişim aracıydı. Bu sayede her yerden gelen haberleri öğreniyor, hem de Avrupa ve Rumeli’den gelen “evrak-ı muzırra” ya da “neşriyat-ı muzırra” denilen sakıncalı basını elden geçiriyordu. İlk entelektüel gıdasını, başkasına gidecek olan postaları açıp okuyarak almaya başladı.
Postacılıktan az kazanıyordu, çevresi genişlemişti, o sırada bir misyoner kuruluşu olan “Alyans İsrail” ona Türkçe öğretmenliği işini verdi. Talat henüz 18 yaşındaydı, Okul müdürü Lupa’dan hem Fransızca öğrendi hem de kızına gönlünü kaptırdı.
Tam nişanlanacağı sırada “ihtilalci fikir cereyanına” kapıldı. Açtığı bir postadan Jöntürk, Arnavut İbrahim Temo’nun Paris’ten Hafız İbrahim’e yurtdışında bir İttihat ve Terakki Cemiyeti çalışması içinde olduklarını öğrenmesi hayatının seyrini değiştirdi.
Böylece mahalle arkadaşlarından Kaltakkıran Faik’le birlikte Hafız İbrahim Hoca’ya gidip gelmeye, postadan çıkan muzır neşriyatı okumaya, geceleri seminerler tertipleme başladı.
Alyans İsrail’deki müdür kızı onun Kaltakkıran Faik’le ilişkisini kıskanmaya başladı. Faik de “bırak o Yahudi kaltağı, İhtilal-i Kebirciler’in, yani devrimcilerin aşka vakitleri yoktur, bunlar burjuva alışkanlıklarıdır” dedi ancak Talat arkadaşına hak vermekle birlikte kızla gizlice mektuplaşmayı sürdürdü.
Kızın “ne zaman kavuşacağız” mektubuna, “Bir gün umutlarımız gerçekleşecek, bundan eminim,” cevabını yazdığı sırada Hafız İbrahim, “muzır neşriyat” okumak ve bulundurmaktan tutuklandı, kısa bir süre sonra Faik’le birlikte Talat da derdest edildi.
Altı ay boyunca sorgulandı ve kendisine hep mektupta yazdığı “Bir gün umutlarımız gerçekleşecek,” cümlesi soruldu. Talat bunun bir aşk mektubu olduğunu söyledi ama Abdülhamit adaletini kandıramadı. Mahkeme “İttihat Terakki adında gizli bir cemiyet teşkil” suçundan Hafız İbrahim’e altı, Talat’a üç yıl kalebentlik cezası verdi.
Talat, siyaset akademisindeki talebeliğine o sırada başladı.
Edirne kalesindeki kalebentlik ona “özgürlük”, “eşitlik”, “bağımsızlık” gibi dış mihraklı fikirler aşıladı.
Sık sık kendisine “Ne yapmalı?” sorusunu sordu. (Tevfik Çavdar’a göre Talat Bey yapısı itibariyle Narodnik, örgütçü yanıyla de Jakobendi. Çernişevski’nin asıl adı “Ne Yapmalı?” olan romanı Rus Narodniklerin kutsal kitabıydı, aynı ismi daha sonra Lenin de bir kitabına isim yaptı.)
Talat’ın “Ne yapmalı?” sorusuna bulduğu cevap netti:
“İhtilal yapmalı!”
Yapmalı da önce kalenin dışına çıkmalı. Bir Kadir gecesi padişahın “aff-ı şahanesiyle” salıverildi ancak Edirne’de kalamazdı, yeni sürgün yurdu Selanik’ti.
*
Talat’ı götüren tren “ihtilalci fikirler için bir ana rahmi” görevini gören imparatorluğun ikinci başkenti Selanik istasyonuna girdiğinde, Attila İlhan’ın deyimiyle “belli belirsiz bir laterna sesi duyuluyor, denizden sıcak zift, vapur dumanı, balık kokusu,” geliyordu.
Talat yeni bir dünyada yeni bir örgüt kurmaya geliyordu.
Yeni mekanı Olimpos Meydanı’ndaki Yonyo’nun meyhanesiydi. Oraya mitili serdi. Meyhanede, mektepten Fransızca Hocası Naki Bey ve Bursalı Tahir Bey’le karşılaştı, zamanla masa gittikçe genişledi, her kadeh sonrasında “ne olacak bu memleketin hali” diye sordukça etraflarında Abdülhamit’in hafiyeleri de çoğalmaya başladı, hafiyeler de kadeh kaldırmak zorundaydı ama onların hesabını devlet ödüyordu. (Türk aydınlarının meyhanede vatanı kurtarma arayışı o günden bugün devam ediyor!)
Bir süre sonra iş için valiye gitti, Vali Rıza Paşa ona seyyar posta memurluğu verdi. Tekrar “evrak-ı muzırra”ya kavuşmuştu. Böyle böyle mektupların sahiplerine ulaştı. Teşkilat yavaş yavaş biçimleniyordu, teşkilatın merkezi de uzak bir yerde değil, meyhanenin arka bölümünde, birkaç basamakla çıkılan özel bir locaydı. Nutukçu (sol örgütlerde ajitatör) Ömer Naci de onlara katıldı, hep birlikte Namık Kemal’in “Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini…” şiirini okumaya başladılar soğuk biralar eşliğinde. “Birlik” fikri Talat’ın kafasında olgunlaşırken, bir gün Emmanuel Karasu onu meyhaneden kaldırıp, “dünyanın en gizli örgütü” olan “birliklerine” götürdü; Mason Birliğine… Böylece Talat mason oldu, artık adı Talat Beyefendi'ydi.
Masonlar İttihatçıları bünyesine aldı, iktidara geldiklerinde nasılsa borçlarını ziyadesiyle ödetirlerdi!
*
Artık teşkilatlanmanın zamanıydı, Talat karar verdi, kararı dağınık duran arkadaşlarına bildirdi; bir cemiyet kurmak lazımdı! Cemiyetin yapısı masonlarınkine benzeyecekti. Ama cemiyeti Yonyo’nun meyhanesinde değil Selanik’in girişindeki “Beş Çınar” bahçesinde kurdular. Cemiyetin adını Talat koydu; “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti…”
Talat Bey yeni cemiyete kayıt kurallarını mason locasından tırtıklamıştı. Buna göre teşkilatlanma gizli olacak, bir merkezi umumi seçilecek, üye olacak kişinin -güncel deyimle- “GBT”si alındıktan sonra yemin törenine geçilecek. Aday gözleri bağlanarak bir süre dolaştırılacak, sonra tutulan o küçük eve getirilecek, kılavuz parolayı sorunca “Hilal” diyecek, aday içeri alındıktan sonra bir iskemleye gözleri bağlı oturtulacak, sağ eli Kuran-ı Kerim’e sol eli de tabancaya bastırılacak ve yemin edecek. Yeminden sonra gözleri açıldığında karşısında kara maskeli, baştan aşağı kırmızı pelerinli üç kişi görecek.
Teşkilata girmek vardı, çıkmak yoktu! Davadan dönen anında vurulacaktı! (Bu kural hem aşırı sağcı hem aşırı solcu teşkilatlarda yıllarca uygulandı.)
Mason locası modeline göre kurulan “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”, Ahmet Rıza Bey’in memleket dışında kurduğu “Terakki ve İttihat Cemiyeti”nin memleket içindeki şubesi oldu, ardından da iki teşkilat birleşerek “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını aldı.
Teşkilat hazırdı, şimdi sıra ihtilaldeydi.
*
Bir askeri kanat oluşturulacak, bunlar gerekirse dağa çıkacak, devrimin ateşini yakacaklardı. Teşkilat artık bir “siyasi komita”ya dönüşmüştü; çetecilik iktidara ulaşmanın yegane yoluydu artık onlar için. Dağa çıkmış cümle eşkıyayla, -birisi de Çakıcalı Efe'dir- "ittifak" görüşmeleri yaptılar.
Bu durumda rahatlıkla, memleketimizde eline silah alıp "siyasi amaçlarla" dağa çıkmanın fikir babası Talat Bey’dir diyebiliriz. Talat Bey’in aklına Manastır grubundan Enver Bey geldi, yöresinde bir yığın fedai vardı, Enver Bey, Talat Bey’den 10 lira, Fethi Bey’den bir adet dürbün alarak dağa çıktı, sonra Kolağası Resneli Niyazi’nin de kafası bozuldu o da onlara katıldı. (1970’lerin başında, devrim yapmayı düşünen aynı İttihatçı gelenekten gelen solcu gençlerin kır gerillası olma özlemiyle ODTÜ civarlarında çıkılacak dağ aramaları; aynı İttihatçı gelenekten gelen PKK’nın 1984’ten itibaren silahlı hak arama yöntemine başvurmasının kökenini Talat Bey’in Makedonya deneyiminde aramak lazım. Gizli teşkilatlar marifetiyle devrime kalkışan solcu gençler arasında kod isim kullanma geleneğini de Talat Bey başlattı, bazı kaynaklara göre teşkilattaki kod adı “Abbas”tı ama Şükrü Hanioğlu “Ali Sâî” olduğunu söyler.)
Talat Bey burada postacılığını konuşturdu. Selanik’ten Babıali’yi telgraf yağmuruna tuttu. Telgraflarda dağa çıkanların istekleri “Yeni Kanuni Esasi” ve “hürriyet” olarak ilan edildi.
Dağdakiler henüz birkaç kuzu çevirmişlerdi ki Abdülhamit zorda kaldı. Taif zindanlarında boğdurduğu Mithat Paşa’nın (Tanrım! İlk anayasamızın mimarı da bir darbecidir!) Kanuni Esasisini raftan hemen aldı, tozunu sildi, madem “ahali” öyle istiyordu, o da Meşrutiyeti ilan etti.
Sonrasında gelen on yıl, tarihimizin en uzun on yılıdır. Resneli Niyazi, geyiği ve Enver’in dağdan inişi, Enver’in “Hürriyet kahramanı” unvanını alması, İttihatçıların İstanbul’a gelme teşebbüsleri, ardından tertipledikleri 31 Mart darbesi, Hareket Ordusu marifetiyle İstanbul’a gelme, daha sonra gündüz gözüyle yapılan Babı-ı Ali baskını, böylece İttihatçıların iktidarlarını sağlamlaştırma hamleleri… Her şeyin, her darbenin, her gelişmenin arkasındaki beyin, tarihin gördüğü en büyük teşkilatçı olarak Talat Bey ön plana çıktı.
1908 seçimlerinde Meclis-i Mebusan’a Edirne vekili olarak girdi. Meclis Reis vekilliğine seçildi. 1909’da Dahiliye Nazırlığı, sonrada Posta ve Telgraf Nazırlığı, daha sonra da Mecliste İttihat ve Terakki Cemiyetinin Reisi ve tekrar Dahiliye Nazırı oldu.
1913 darbesini a’dan z’ye o planladı. O öncülük etti. Her ne kadar İttihatçı troyka içinde Enver’in bahsi daha çok geçse de o eşitler arasında birinci değil, siyasette de Enver ve Cemal’in üzerindeydi, memleketi terk ettiği güne kadar devlette alınan bütün kritik kararların altında onun imzası vardır.
Onun devri iktidarındaki zulüm Abdülhamit devrini kat kat aştı. Gazeteci cinayetleri onun döneminde başladı. Saday-ı Hak gazetesinin yazarı Ahmet Samim’i makamına çağırdı, tıpkı Hrant Dink’i “uyardıkları” gibi bizzat kendisi onu “uyardı”, kısa bir süre sonara da bir “fedai” gündüz vakti, sokakta kafasına tek kurşun sıktı. “Devlet terörü” kavramının mucidi Talat Bey’dir.
*
Yakın arkadaşı Hüseyin Cahit Yalçın’ın demesine göre, o bir teşkilat cambazıydı. Örgüt onun için her şeydi, hepsi birer “delifişek” olan fedaileri bir tek o zapt edebilirdi. Bir dönem muhalifler teşkilatı ele geçirmesin diye Dahiliye Vekaletini bile bırakıp teşkilatın başına geçti. Temiz ve saf bir hayat sürdü. Para, mal mülk biriktirmedi. Yolsuzluğa bulaşmadı. Teşkilatı yükselmenin aracı yapmadı, tam tersine yükseldikçe teşkilata daha çok faydası dokundu. Sadrazam olduğunda bile gururlanmadı. Zevkin, sefanın peşinde koşmadı. Selanik’te kahvede, meyhanede ne ise işgal ettiği makamlarda da aynı adam oldu. Bu yüzden İttihatçılar sözünden çıkmazdı, her lafı onlar için emirdi. O cemiyetin her şeyiydi. Merkez-i umuminin bütün kararları onun onayında geçti, devlet adamı ve fırkacı kimliğini aynı bünyede başarıyla taşıdı.
Meşrutiyetten evvel adını sanını kimse bilmiyordu. O bir meşrutiyet çocuğudur. Türkiye’nin İkinci Meşrutiyet dönemi tam anlamıyla bir Talat Paşa dönemidir. Meşrutiyet’in içinde büyüdü ve öldürüldü. İttihat Terakki’yi o, İttihat Terakki de onu yarattı. Bir ara hukuk okumaya meyletti, teşkilatçılıktan vakit bulamadı galiba, gizli mahfillerde tedrisat yapan siyaset akademisinden mezun oldu. 20. asrın ilk tek parti deneyimine o öncülük etti. Gündelik siyaset için doğmuştu, hiçbir filozoftan etkilenmedi. Politikadan anlama anlamında tam bir “siyasi hayvandı”. Akademik, ilmi hiçbir kurama başvurmadı. Tek derdi “ahali”ydi. Bugün de mirasçılarının sürdürdüğü gibi, Tevfik Çavdar’ın deyimiyle “Halk için, halka rağmen, halksız bir yönetimde” ısrar etti. Yine dostu Hüseyin Cahit’e göre, “Eğer Talat olmasaydı İttihat ve Terakki olmazdı. Teşkilatın kubbe taşı, çimentosu ve temeliydi.”
*
Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay gibi muharrirlerle yakın dosttu ama mesela Refik Halit Karay ve Süleyman Nazif onu hiç sevmezdi.
Misal, Süleyman Nazif onun hakkında şunları yazdı:
“Gazi Muhtar Paşa ile Kâmil Paşanın müddeti sadaretini teşkil eden altı ay istisna edilirse Sultan Hamit’in hallinden culûsuna kadar güzeran olan on sene üç ay zarfında hükümdarı hakikî Talât Paşa idi. İstediği gibi emretti, nehy etti, ya’ktı, yıktı. Ne kendisinden hesap soran bir padişah, ne ef’alini istikna etmiye cür’et eden bir millet… Şiddeti hem padişahı korkutmuştu hem de mebusanı. Barının altında çöküp kalmış olan zavallı Sultan Reşat kendisini zillullah değil, Talât Paşanın gölgesi zannediyordu.”
Talat Paşa da Süleyman Nazif’in sivri dilinden kurtulmak için birkaç yerden sonra onu Musul’a vali yaptı. Süleyman Nazif, Diyarbakırlı bir Kürt’tü, ilk işi Barzan Şeyhi Abdüsselam’la uğraşmak oldu. Şeyh, Halife’ye kötü muamele yapıyorlar diye İttihatçıları sevmezdi. Hüseyin Cahit’e göre, Vali Süleyman Nazif, Dahiliye Vekili Talat’a bir telgraf çekerek, “Ya ben bu Barzan şeyhini mahvedeceğim, yahut kendim bu uğurda mahvolacağım,” dedi. Talât Paşa telgrafı okuduktan sonra yanında bulunan Celâl Sahir’e, “İster öyle olun ister böyle. Bunun ikisi de benim için iyi,” dedi ve bastı kahkahayı.
Süleyman Nazif, Şeyh Abdüsselam’ı asarak, Ortadoğu’da Kürt meselesinin ilk fitilini ateşledi, ilk düşmanlık tohumunu ekti.
*
Şükrü Hanioğlu’nun demesiyle Talat Paşa 1917 yılında “Osmanlı tarihinde vezir rütbesiyle Sadrazamlığa getirilen ilk mebus” oldu.
Yalnız Tehcir Kanununu Sadrazamlığında değil, Dahiliye Vekiliyken çıkarttı. O cemiyetin lideriydi, “söz konusu vatansa gerisi teferruattı”. Yıllar sonra Murat Bardakçı’nın bulup yayınladığı “kara kaplı” bir deftere her şeyi yazdı, tuttuğu çeteleye göre tam tamına 924 bin 158 Osmanlı Ermenisi’ni yerinden yurdundan etti, “Büyük Felaketin” kapısını o açtı.
*
Alman müttefikleriyle suları yavaş yavaş ısınmaya başladı. İttihatçılar 1 Kasım 1918 günü, Arnavutköy’de teşkilattan bir arkadaşın evinde toplandı. Kararı daha önce vermişler, cemiyetin kelle adamları “dışarı çıkacaklar”dı. (Her darbe döneminde mağdurlar darbecilerden kaçacak değil ya, bazen de darbeciler kaçar mağdurlardan!) O gece o evde “son akşam yemeğini” yediler, karar o yemekte bulunanlara tebliğ edildi. Yine her şey gizlilik içinde olacaktı. Yemekte Enver Paşa yoktu, onu bir tekne Moda’dan alacak, belirlenen saatte Arnavutköy’le Bebek arasında bir mıntıkaya getirecek, Talat Paşa ve beraberindekiler burada onlara katılacak, tekne onları Tarabya açıklarında bekleyen bir Alman torpidosuna götürecekti.
Her şey planladıkları gibi oldu. Tekneyi beklerlerken soğuk bir rüzgar esti. Yağmur bastırdı aniden. Paltolarına sarıldılar. Uzun uzun birbirlerine sarılmadılar ama. Birer komitacı gibi vedalaştılar. Alman torpidosuna çıkar çıkmaz başlarındaki fesleri atıp birer şapka taktılar.
Sivastopol’da birbirinden ayrıldılar. Enver’in gözü Doğu’daydı, “ihtilal, tıpkı ışık gibi, oradan yükselecekti,” o Rusya’nın yolunu tuttu. Talat Paşa ile Cemal Paşa Batı’ya, “ihtilalci” fikirlerin anayurduna doğru yola revan oldular.
Talat Paşa Berlin’de Charlotenburg’da Hardenberg Strasse’nin 4 numaralı evine yerleşti. Büyük teşkilatçının oradaki adı Mehmet Sai’dir.
Berlin’i özel olarak seçmişti. Bütün siyasi kariyerini iletişim üzerine inşa etmiş bir politika cambazı olan Talat Paşa, Berlin’in ulaşım ve iletişim imkanlarının gelişmiş bir şehir olduğunu, buradan her yere kollarını uzatabileceğini önceden düşünmüştü. Bolşevikler biraz da burada büyümüşler, buradan onlara da daha kolay ulaşabilirdi.
Sık sık seyahatlere çıktı. Amacı dağılmış olan eski İttihatçıları tekrar bir araya toplamak, bir güç haline geldiklerinde de Anadolu hareketi içinde kendi gücüyle yer almaktır… Güçlü bir şekilde Anadolu hareketine katılma yolunun, kendisine yakın gördüğü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’le Sarı Paşa (Mustafa Kemal) arasında baş gösterecek bir çekişmeden geçtiğini düşünüyordu. Düşündüğü örgütlenmeyi ancak Karabekir’in etkili olduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde, kendi eseri olan “Büyük felakette” etkin rol oynamış Kürtler arasında yapabilirdi.
Kafasındaki yeni Türkiye, İngilizlerle Bolşevikler arasında tampon görevi gören bir Türkiye’dir. O da Anadolu hareketinin “Avrupa temsilcisi” gibi çalışmak istiyordu.
An gelecek, Sarı Paşa kendisiyle mutlaka işbirliği yapacaktır! Ne de olsa onlara büyük faydası dokunmuş, önlerine çıkması muhtemel engelleri çok önceden o ortadan kaldırmıştı. Eğer bugün “mıntıka” nispeten temizse, Anadolu hareketi hızla gelişiyorsa, bunu çokça ona borçluydular.
Bu yüzden Sarı Paşa’nın davetini beklemeye başladı. Ancak Sarı Paşa onu hep oyaladı ve ne yazık ki dört gözle beklediği o davet hiçbir zaman gelmedi.
15 Mart 1921 günü çok tedirgindi. Durup dururken daha önce sarf ettiği “Ben yatağımda ölmeyeceğim” sözü aklına geliyordu. Her gün erkenden uyanıyor, kahvaltıdan sonra sokağa çıkıyordu. Elinde kitapla değil, silahla büyümüş bir komitacı olduğu için evde duramıyordu, okuyup yazmadığı için de oyalanacak başka bir şeyi yoktu. Eşi Hayriye Hanım’ın Murat Bardakçı’ya anlattıklarına göre, o gün bir türlü evden çıkmak istemiyordu. Birkaç kez kapıdan döndü, uzun uzun karısının yüzüne baktı, Paşa’ya bir haller olmuştu o gün, yanında eşi yoksa kendini yalnız hissediyordu. Saat 11’e doğru nihayet sigara ve çorap almak üzere evden çıktı. Sokakta yürümeye başladı. Bir anda arkadan birisinin, “Talat, Talat!” diye seslendiğini duydu. Adını duyan her insanın yaptığı gibi gayriihtiyari döndü, katil onu yakın mesafeden tam alnından vurdu. Kafatası parçalandı. Oracıkta öldü.
Katil kaçtı, cinayeti görenler peşine düştü. Yakaladılar. Mahkemeye çıktı, bir Ermeni olarak annesinin babasının intikamını aldığını söyledi. Bir süre sonra beraat etti.
Ermenilere Talat Paşa’nın adresini İngiliz gizli servisinin verdiği yaygın görüştür bugün.
*
Talat Paşa’nın cenazesi tam tamına 22 yıl boyunca Almanya’da kaldı. 22 sene boyunca hiç kimse cenazesini memlekete getirmeye yeltenmedi.
Oysa İranlı bir Ermeni olan Taylaryan tarafından Berlin’de, evinin sokağında öldürüldüğünde Almanlar cesedinin günün birinde Türkiye’ye götürüleceğini düşünerek bozulmasın diye “tahnit” etmiş, yani mumyalamış öyle gömmüşlerdi.
Ama ceset orada kaldı… Ta ki Hitler orduları Stalingrad önlerinde bozguna uğrayıncaya kadar.
Bu beklenmedik bozgun, cihan harbinin seyrini değiştirdi.
Şimdi Hitler’in her zamankinden daha çok destekçiye ihtiyacı vardı. Bir cenaze alıverişi, son yıllarda oldukça destekçisi artan Türkiye’de bir sempati dalgası daha yaratabilirdi.
İsmet Paşa’nın da istediği iki gözdü zaten... Uzun bir süreden beri “eski şefleri” Talat’ın na’şını memlekete getirmeyi düşünüyordu Milli Şef. Ne de olsa 1930’lu yıllar, hani kendisinin hepten gözden düştüğü, Osmanlı mirasının toptan ret ve inkar edildiği dönem geride kalmış, yavaş yavaş Cumhuriyet’in, 1908 ihtilaline dayanan İttihatçıların başlattığı bir hareketin devamı olduğu kabul ediliyordu belli mahfillerde.
Memlekete bu radikal dönüşümü İsmet Paşa’nın Atatürk sonrası politikasında aramak gerekirdi.
Talat Paşa’nın cenazesinin Türkiye’ye getirilmesini Hitler mi İsmet Paşa’ya önerdi, İsmet Paşa mı ondan talep etti, bu sorunun cevabı hâlâ net değil; net olan, 1943 yılının soğuk bir Şubat günü, nemli, kurşuni bir gri havanın İstanbul’un üzerine bir kabus gibi çöktüğü bir seher vakti Sirkeci Garına Berlin’den kalkan bir trenin cenazeyi getirdiğidir. Talat Paşa’nın sandukasını taşıyan vagon trenin en arkasındaydı. Özel bir vagondu. Büyükçe bir gamalı haç ve altından DR harfleri süslüyordu vagonu.
O Talat Paşa ki her defasında, Sirkeci Garından İstanbul’a ayak basmıştı. Bir teşkilatçı olarak gizlice geldiğinde, Sadrazam olarak Almanya seyahatinden dönüşünde hep bu gardan girmişti Dersaadet’e. Şimdi ise bir tabutun içinde bir kemik yığını olarak giriyordu yedi tepeli şehre!
Tam tamına 25 sene evvel terk etmişti “Darbe-i hükümet” yaptığı eski pay-ı tahtı... Giderken de kıştı, gelirken de kış. Giderken de hava sisli ve nemliydi, gelirken de öyle… Giderken de İstanbul fakir ve yaralıydı, dönerken de öyle…
1918 yılının soğuk bir Kasım gecesi, Moda iskelesinde Enver’le birlikte bir Alman torpidosuna bindiğinde, yoldaşlarıyla birlikte koca bir imparatorluğu batırmanın ve uğruna her şeyi göze aldığı vatanından ayrılmanın kederini yüklenmişti belki; ama giderken bugün biz 80 milyonun omuzlarına o kadar ağır bir yük yükledi ki tam tamına 100 yıldan beri o yükün altında inleyip duruyoruz.
*
Yazının girişinde sözünü ettiğimiz Refik Halit Karay’ın beş yıl Çorum ve civarında sürgünlüğüne sebep olan “hırka-frak” bahsine gelince…
Refik Halit’e göre Talat Paşa bir zamanlar Edirne ve Selanik kahvelerinde kuşaklı entari ve pamuklu hırka ile dolaşmaktan zevk alırdı. Dahiliye Nazırı olduğunda Rus sefarethanesine giderken bu kez frak giymişti. Muzip muharrir de “Hırkaya alışanlar birdenbire frak giyerlerse gülünç olurlar,” diye yazınca, başından aşağı bir mangal külü boca etmiş oldu.
*
Not: Bu portreyi beş sene önce yazıp yayınladım. Bugünlerde “Talat Paşa haindi; hayır Talat Paşa kahramandı” tartışması tekrar alevlenince, birtakım değişiklikler ve eklemelerle yeniden yayınlamak gerekti.