Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Şeref ve fazilet kaybolunca
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1983 yılı... Ferahlatıcı bir limonata tadında bir hava var İstanbul’da. “İç kamaştıran hüzünler” ayı Eylül, Sezen Aksu’nun “Firuze” şarkısıyla gelmiş. “Yudum yudum yıllarımı” içmişim sanki, “bir gün dönüp bakacak düşlerin” peşinden gelmişim bu şehre. Gözlerimin önünden telaşla yıllar uçmuş, her şeyin acelesi var sanki. Koltuğumun altında kayıt için gerekli evrakları koyduğum plastik dosya… İçimde bir tomurcuk, ha açtı, ha açacak… Yeni bir hayatın yolunu önüme serecek İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin asma köprüden geçerek girilen büyük kapısının önünde; saçları benimkiyle tezat dümdüz, teni benimkiyle tezat sarıya çalan, yüzünde dostluğa çağıran bir tebessüm asılı kalmış benim yaşlarımda bir delikanlı çıktı yoluma, “öğrenci işlerini” sordum, tarif etti, kayıt işlemlerim bitti, çıkarken aynı delikanlı aynı yerdeydi, tanıştık, adı İbrahim’di. Yugoslav göçmeni bir ailenin sarışın çocuğu ile Hakkari’den gelmiş karaşın bir Kürt genci arasında o günün anısı, o yaşadıkça -ne yazık ki çok kısa yaşadı İbo, siroz aldı götürdü-, parmağı kesilse benimkimin kanadığı bir dostluğa dönüştü ki acısı hâlâ yüreğimde taze.

        Oradan beraber ayrılırken, ikimiz de gayriihtiyari, aynı anda dört yılımızı geçireceğimiz yeni mektebimize dönüp baktık gururla.

        *

        O bina şimdi bize “bilinç verecek” bir fakülte binasıydı ama çok değil altmış sene önce o bina Bekirağa Bölüğü olarak bilinen Osmanlının son devrinin en ünlü hapishanesiydi. Bunu o sırada ne İbo ne de ben biliyorduk. Burası bir zamanlar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle, “İnsan etinin kırbaç altında çürüdüğü, insan vücudunun kırbaç altında delik deşik edildiği” bir “zulüm mekanıyken”; dört sene evvel Tarık Zafer Tunaya tarafından, talebelere “kamuyu ilgilendiren meseleleri tartışabilecek ve kamuyu yönlendirebilecek, onu yönetecek idareciler yetiştiren” bir mektep haline getirilmişti.

        Hapishaneleri bozup mektep yapmak ne şahane ne faydalı ne kıymetli bir fikir ama bunu yapmış çok az hükümet vardır dünyanın her yerinde. Her hükümet, istediği biçimi almış çocuklar yetiştirecek mektepler düşlerken, aynı anda kendisine benzemeyeni kendisine benzer kıvama getirmeyi veya muhalifini kapattığı yerde ona gününü göstermeyi hayal ettiği hapishaneler de düşler. Eski medeniyetlerde hırsızları, vergi kaçakçılarını, devlet hizmetinden kaçanları boş sarnıçlara kapatırlarmış. O boş sarnıçlar zamanla daha izbe zindanlara, zindanlar da günümüzün hapishanelerine dönüşmüş.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar, 1 Kasım 1933 günü “Yedigün”de (“Hep Aynı Boşluk” kitabı içinde şimdi) yayınlanan “Üç Devir Bir Bina” başlıklı yazısında Fransa’nın devrim öncesi ve sırasında hapishane olarak kullanılan “Bastille”i ile Abdülhamit, İttihatçılar ve İtilafçılar devrinde hapishane olarak kullanılan bizim “Bekirağa Bölüğü”nü karşılaştırır.

        Voltaire’den Marquis de Sade’a kadar girip çıkmayan Fransız münevverinin pek kalmadığı “Bastille”, Tanpınar’a göre “Fransız İhtilali’nin en meşhur vakalarından” birisidir. Zira hapishane olarak kullanılan şehrin en karakteristik binalarından birisi olan bu bina, İhtilal olur olmaz ateşe verildi… Devrimciler Bastille baskınıyla ilk bu simge hapishaneye saldırdılar. Hapishane müdürü Launay önce direndi, sonra isyancılarla anlaştı, sonra da sırığa geçirilmiş kellesi Paris sokaklarında elden ele dolaştırıldı. İçeride sadece 7 kişi vardı, 4’ü sahte çek düzenlemekten tutukluydu. Devrimin ilk yıldönümünde hapishane tamamen yıkıldı. Şimdi orası geniş bir meydan. Kaldırım taşları, ortadan kalkan binanın durduğu alanı çevreliyor. Meydanın tam ortasında 50 metreyi bulan bir sütun var, tepesinde “Özgürlüğün Ruhu” heykeli selamlıyor Paris şehrini.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemalist Türk inkılabını “nizamın çocuğu” olarak görür. Bundandır Türk inkılapçıları, Fransız ihtilalcilerinin yaptığı gibi binalara ve şehirlere saldırmadı, onları eski düzenin artığı diye yakıp yıkmadı. İnkılapçılar için önemli olan “kafaların çemberini” kırmaktı. Tanpınar’a göre Mustafa Kemal “yapan ve yapmasını bilen bir mimari zekâydıve bu “zekâ” “en yıkıcı olduğu devirlerde bile” hep “yapıcı” oldu.

        Tanpınar, birkaç cümleyle Bekirağa Bölüğü’nün serencamını da anlatır mezkûr yazısında:

        “Abdülhamit devrinde yaşayanlar bu binayı korkunç bir ürpermeyle hatırlar. “Bi'l-irs ve'l-istihkak hüküm süren padişahın tebaası bu mahpeste sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar dayak yerdi. Burası ölümün ve ondan daha korkunç, zalim kafaların, uzun sefaletlerin eşiği idi. Ve bütün bu cefalar burada en mütekâsif şeklinde sunulurdu.”

        Abdülhamit’i deviren İttihatçılar bu hapishaneyi olduğu gibi devraldılar padişahtan. Aynı amaçla kullanmaya başladılar. İttihat Terakki denilen “mukaddes cemiyetin” mensupları, kimden aldıkları belli olmayan bir yetkiyle, kendilerine karşı koyan muhalifleri, kendilerine karşı gelmenin cezası olarak bu binaya kapattılar. Sonra devir değişti; gitti İttihatçılar, geldi İtilafçılar. Bu kez İtilafçılar, ele geçirdikleri İttihatçıların kelle adamlarının alayını toplayıp bu “kodese” tıktılar.

        Ahmet Hamdi Tanpınar, burada sözü Cumhuriyet devrine getirir. Türkiye Cumhuriyeti bu binayı, Fransızların yaptığı gibi yıkmadı. Peki ne yaptı? İşte Ahmet Hamdi’nin cevabı:

        “Onu mektep yaptı!”

        Tanpınar bu yazıyı yazdığında, Bekirağa Bölüğü binasını Tıp Fakültesi kullanıyordu. 1979 yılında, Tarık Zafer Tunaya binayı, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönüştürdü.

        *

        Orada talebeyken, binanın en alt katında bulunan ve kantin olarak kullanılan salon hapishanenin bir koşuğu olabilir miydi sahiden, bilmiyorum. Oraya düşmüş olan Süleyman Nazif’in Divan-ı Harbi Örfî kumandanına yazdığı mektupta “Dünyanın hiçbir tarafında kolera olmasa bizim koğuş her tarafa kolera yetiştirecek kadar vesait-i intanı camidir” dediği yer o kantin veya kütüphane miydi yoksa?

        Benim ilerde “yönetecek bir kamu bulursam, onu yönetme adayı” olarak girdiğim yere, mahkûm olarak kimler girmemişti ki? Sadrazam Sait Halim Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe, Ayan Meclisi Reisi Rıfat Bey, Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey, Adliye Nazırı İbrahim Bey, Maarif Nazırı Şükrü Bey, mebuslardan Hüseyin Cahit, Rıza Nur, Hasan Fehmi, Emanuel Karasu, Celal Nuri, Yunus Nadi, Tevfik Rüştü, Ağaoğlu Ahmet, Enver Paşa’nın amcası Kut Zaferi’nin komutanı Halil Paşa, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, İsmail Canbulat, Salah Cimcoz, Kara Kemal ve hatta Ali Fethi Okyar... Enver, Talat ve Cemal’in firarına yardım etmekten buraya atılan Okyar’ı Anadolu’ya geçmeden önce Mustafa Kemal’in ziyaret ettiğini de bir yere kaydetmiş tarihçiler.

        *

        Samet Ağaoğlu, çocukluk ve gençlik anılarını anlattığı “Hayat Bir Macera” (YKY) adlı kitabında, annesiyle birlikte, birkaç kez burada yatan babası Ağaoğlu Ahmet’i ziyarete gitmelerini anlatır. Bu vesileyle babasının yattığı koğuş hakkında da bilgi verir. Her meslekten birçok insan vardır babasının koğuşunda. Koğuşta, (belki de bizim kantin) arada dar bir geçit bırakılarak demir karyolalar yan yana dizilmiştir. Kapıdan girince sol tarafta küçük bir bölüm var, orası “ağalar koğuşu”dur, orada Sadrazam Sait Halim Paşa, Mebusan Başkanı Halil Bey (Menteşe), Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve birkaç ağır top daha var. Bu bölüm ve yanındaki koğuşta Osmanlı’nın son idarecileri, nazır, mebus, kumandan, vali, şair, yazar ve tanınmış bir yığın önemli şahsiyeti, insan, rütbe, şeref, mevki ve ayrıcalıkları silinmiş halde, ortak bir kaderin mahkumları olarak, her sabah hapishane müdürünün önünde tek sıraya diziliyorlar. Babasını ziyarete gelmiş, bir çocuk olarak Samet Bey onları anlatırken, “kimisi entarili, bazısı kravatsız, bir kısmı da günlük elbiseleri içindeydi” der. Hemen hemen hepsi, daha dün koca imparatorluğu idare eden azametli, makamlarına besmele ile girilen, burunlarından kıl aldırmaz anlı şanlı idareciler değil, kendi halinde, süklüm püklüm, sade esnaf, küçük birer memur gibiydiler.

        Babasının ranzası, kapıdan girince sağ yanda, koğuşun Beyazıt Camii’ne bakan pencerelerine yakın bir yerdedir. Bir tarafında Sapancalı Hakkı Bey, bir tarafında da her gittiğinde onu ranzasına bağdaş kurmuş halde bulduğu, sarı yüzlü, kara gözlü, kara kaşlı, siyah sakallı bir genç olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey var.

        Bir sabah annesiyle birlikte tekrar babasına yemek götürdüklerinde, görüş yerinde herkesi yüzü asık ve düşünceli bulur. Babası da yorgun ve sapsarıdır. Annesiyle babası o duymasın diye fısıldaşarak konuşurlar. Sadece, “zavallı, alçaklar, katiller, Allah rahmet eylesin”kelimeleri kulağına çarpar. Sonra babası onu koğuşa götürür. Orada da herkes üzüntülü, hüzünlüdür. Gözleri babasının yanındaki yatakta Kemal Bey’i arar, yoktur, ranzası da kaldırılmıştır oradan.

        Örf-i İdare Mahkemesi Boğazlıyan Kaymakamı Kemalettin Bey’i göndermiş darağacına. Meğerse her sabah kaymakamın babası da yemek götürüyormuş oğluna. O sabah o da çıkınında öteberi hapishaneye giderken, Beyazıt meydanında birisinin asıldığını görmüş. Merak etmiş, yaklaşmış, darağacında sallanan 34 yaşındaki kendi oğluymuş. Donmuş kalmış, elindeki çıkın düşmüş yere.

        Babası ve arkadaşlarını kısa bir süre sonra Malta’ya götürecek eski, saclarının boyası dökülmüş hantal şilep limandan ayrılırken, Samet Bey’in birkaç yaş kendisinden büyük kardeşi arkalarından, “Yaşasın İttihatçılar” diye bağırmış.

        *

        Bu hatıraları Samet Bey, kendisi Başbakan Adnan Menderes’in yardımcısıyken inşa edilen Kayseri Hapishanesi’nde, birkaç yıldan beri çarptırıldığı ömür boyu hapis cezasını çekerken, 1963 yılında yazmış. 27 Mayıs darbe gününden o güne çekmediği eziyet, görmediği işkence kalmamış, horlanmış, aşağılanmış, haysiyetiyle, gururuyla oynanmış, kısaca insanlıktan çıkartılmış bir halde o güne gelmiş olan Samet Ağaoğlu, burada durup düşünmeye başlar.

        *

        İttihatçıların rakibi, can düşmanları İtilafçılardı. İttihatçıların alayını derdest etmiş, askeri mahkeme önüne çıkartmış, İngilizlere teslim etmişlerdi İtilafçılar. İktidarları döneminde, “İttihatçılar gitsin de isterse yerine Ruslar gelsin” diyecek kadar onlardan nefret ediyorlar. Hepsinin kanına ekmek doğramaya hazırlar. Tam on yıl boyunca sürgünlerde süründürdükleri, vatanlarından kovdukları, kalanlara onca eziyet ettikleri İtilafçılar, iktidarı İttihatçılardan alıp onları kodese tıktıklarında, onlardan zalimane bir tavırla intikam almaya kalkışmadılar. Tutukladıkları hasımlarından hiçbirisine hakaret etmediler, hiçbirisine vurmadılar, kaba dayak atmadılar, haysiyetlerini kırmadılar, onurlarını zedelemediler. Ali Kemal ve Pehlivan Kadir’in yazdığı birkaç yazı hariç, yazıyla onlara sövmediler, iftira atmadılar. Hapishanede yakınlarına görüş yasağı uygulamadılar. Bekirağa Bölüğü’nde herkes yakınlarını ziyaret edebiliyor, onlara yemek, tütün, tespih ve temiz çamaşır götürebiliyordu. Görüş sırasında sohbet ederlerken de kimse yanlarına oturup ne konuştuklarına kulak vermiyordu.

        Yine Ağaoğlu’na göre, milli mücadele sonrasında kurulan, astığı astık, kestiği kestik Üç Aliler Divanı’nda da bazen oğlu babadan önce astıkları, iki oğlundan birisinin canını kurtarma tercihiyle bazı babaları karşı karşıya bıraktıkları, divana çıkardıkları siyaset adamlarına en ağır cezaları vermekten imtina etmedikleri halde “insan haysiyet ve şerefine dokunacak baskılar” uygulamadılar. Onlara işkence yapmadılar, onurları, haysiyetleriyle oynayıp iftira atmadılar. Çoğunu mertçe ipe çektiler.

        *

        Peki ne oldu da aradan yıllar geçtikten sonra, 27 Mayıs 1960’ta, aynı insanların çocukları birbirlerine tarihte örneği az görülmüş maddi ve manevi hakareti reva görmekten çekinmediler? Dün ordunun başkomutanı olan generalleri, Reisicumhuru, başvekili, mebusları, şairleri, tarihçileri, yazarları, yüksek memurları, yüzlerce asker ayakları altına alarak dipçiklerle, tekmeler, tokatlar, yumruklarla, bir kısmının yüzü gözü kan içinde bırakarak o hapishaneden bu hapishaneye sürüklendiler. Zulme dayanamayıp bir kısmı pencereden atlayarak, bir kısmı kendini koğuşta asarak, bir kısmı avuç avuç hap içip intihar edecek noktaya getirildiler. Mahkemede kadın külotundan köpek mamasına kadar her türlü “delili” sergilemekten utanmadılar. Halbuki insan haysiyet ve şerefine saygı her şeyin üstündeydi.

        Bunlar Samet Bey’in şahit olduğu hadiseler. Bir de ondan sonraki devirler var ki, 27 Mayıs’tan da beter. 12 Mart’ta yine yüzlerce yazar, siyasetçi, şair, politikacı tıkıldı içeri. Hepsi ağır işkencelerden geçtiler. Misal Mümtaz Soysal ve Uğur Alacakaptan gibi profesörlere, dil bilmez, saygı bilmez, yoksul Anadolu çocukları erler buz kırdırıp sırtlarına bindiler. 12 Eylül’de de hakeza… Diyarbekir Cezaevi’nde, Mamak’ta, Metris’te yaşananlar herkesin malumu. Yine Diyarbekir Cezaevinde tuttukları Nurettin Yılmaz’a, darbeden önce Cumhurbaşkanı adayı olduğundan mütevellit, işkenceye götürülürlerken, “Hele getirin şu cumhurbaşkanını bir görelim” diye hayalarına elektrik verdiler, fosseptik çukuruna attılar.

        Samet Ağaoğlu, Cumhuriyet idaresiyle birlikte değişen bu durumun sebebi üzerine düşünürken, “Demek devlet şeklinde ve yazılı prensiplerde görülen ilerlemenin karşısında, ruhlarda, zihniyette, düşüncede büyük bir gerileme olmuştu”. (Kendi iktidarları, DP döneminde de yazarların, şairlerin haysiyetiyle, onuruyla az oynanmadı hani. Misal Ahmed Arif’e yazdığı şiirden dolayı o kadar çok işkence yaptılar ki, öldü sanıp cesedini çöplüğe attılar, aç köpekler uyandırdı şairi ölüm uykusundan.)

        Peki bu “gerileme” neden olmuştu? Oysa devlet aynı devletti? Hatta bütün bu insanlık dışı uygulamalar, güvenceye alınmış anayasal haklara rağmen oluyordu. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine harfiyen uyacağını ilan eden bir devlet yapıyordu bütün bu insanlık dışı işkenceleri. Bunun sorumlusu var mıydı, sebebi neydi?

        Bu yaman soruya herkesin bir cevabı vardır muhakkak, biliyorum ama Ağaoğlu’nun cevabı şu şekildedir:

        “Meşrutiyetten bu yana Batılılaşma hareketleri, yıkılan eskinin kişileri birbirine bağlayan manevi bağları yerine Batı medeniyetinin aynı işi görecek manevi değerlerini getirip koyamadılar. Hükümdarlık müessesesinin kendi şeref ve fazilet anlayışı vardı. Müesseseyle beraber onlar da gittiler. Fakat cumhuriyet müessesesini alırken, ona ait şeref ve fazilet kavramlarını getiremedik. Böylece kişinin hürriyetleri gerçekte onun hodkâmlıları olarak belirdi. Manevi anlamında cemiyet dağılarak ortada kişiler ve hodkâmlıkları kaldı.”

        *

        Eskiden Bekirağa Bölüğü olan binada dört sene boyunca toplumların siyasi yapılarını, karar alma süreçlerini, siyasi davranışları inceleyen, bu alanlardaki bilgi ve anlayışı geliştiren; aynı zamanda, siyasetin insan hayatındaki rolünü ve etkisini anlamayı, siyasi sorunlara çözüm önerileri sunmayı ve toplumsal refahı artırmayı hedefleyen” bir tedrisattan geçtim arkadaşlarımla birlikte. Mezun olduk, birçok arkadaşım, deminden beri anlattığım, askeri darbelere maruz kalıp vatandaşlarının ruhlarında derin bir tahribat yaratan devleti yönetiyor şimdilerde. Ben ise “merkezi bir yerde yönetecek bir kamu” bulamadığımdan şu anda okuduğunuz yazıya benzer yazılar yazan bir muharrir oldum.