Evet, Greta bir proje çocuktur. Bütün dünyanın tanıdığı, çocukken eylemciliğe başlayan, şimdi genç bir kız olan, en son bir tekneye binerek “Gazze ablukasını kırmaya” giden İsveçli Greta Thunberg’ten bahsediyorum… Çok haklısınız, kelimenin tam anlamıyla annesinin babasının projesidir o çocuk.
Onun doğduğu İsveç’te çocuk yapmak, muhteşem bir “projeyle” oluyor çünkü. Önce karar veriyorlar. Anne hamile kaldığı andan itibaren baba da empati kurarak tıpkı anne gibi hamilelik havasına giriyor. Ona yardım ediyor. Birlikte kurslara gidiyorlar. Birlikte nefes eksersizlerine katılıyorlar. Çocuğun cinsiyetine zinhar bakmıyorlar. Doktorlar da söylemez onlara. Erkek mi kız mı umurlarında değil, bir çocuk dünyaya getirecekler o kadar. Beşiğini, pusetini, odasını hazırlıyorlar, doğunca cinsiyetine göre kıyafetler alıyor. Anne ne kadar cefa çekiyorsa aynı cefaya baba da katlanıyor. Gece ağlayan çocuğun imdadına anne baba birlikte yetişiyor, baba kıçını dönüp fosur fosur uyumuyor, o da annenin eziyetini paylaşıyor. Hava ne kadar kötü olursa olsun mutlaka dışarı çıkarıyorlar. Arabasının içinde soğukta uyutuyorlar. Çocuk biraz büyüyünce zinhar yanında kavga etmiyorlar. Ne anne çocuğa babasını ne de baba çocuğa annesini kötülüyor. Arada ona bakan bir kaynana olmadığı için, çocuk anaanne veya babaanne etkisiyle de büyümüyor. Bizde hali vakti yerinde olanların yaptığı gibi onu yorgun, bezgin, memleketinde kalmış çocuklarını özlediği için öfkesini baktığı çocuktan alan uzak memleketlerden gelmiş bir bakıcıya da teslim etmiyorlar. Hangi okula gideceğine birlikte karar veriyorlar. İdrak yeteneği geliştiği andan itibaren ona kendi ideolojilerini, inançlarını zerk etmeye kalkışmıyorlar. Hiçbir tabuyla korkutmuyorlar, hiçbir siyasi fikri ve şahsiyeti kendilerini yaratan varlık olarak ona belletmiyorlar. Kendi fikrini kendisi bulsun istiyorlar. Ona sadece malzeme tedarikinde yardımcı oluyorlar. En önem verdikleri eğitim, oyundur. Sürekli oyuna teşvik ediyorlar. Çamura toprağa bulanarak üstünü başını kirletmesine izin veriyorlar. Ne kadar zengin olurlarsa olsunlar çocuklarını otobüsle, metroyla okula gönderiyorlar. Marka kıyafetler giydirip o marka kıyafetleri giyemeyecek akranlarına üstünlük taslamalarına izin vermiyorlar. Küçük yaşlarda onlara araba almıyorlar. Sosyal faaliyetlere katılmasını teşvik ediyorlar. Mutlaka iki dil öğretiyorlar. Buralarda anne ve babalar erken boşanır. Ama bu boşanmanın travmasını kesinlikle çocuğa yansıtmıyorlar. Boşandıktan sonra arada çocuk olduğu için birbirlerine küsüp düşmanlık beslemiyorlar. Çocuğun iki evi oluyor, günleri bölüştürüyorlar, eşit şekilde çocuğa vakit ayırıyorlar. Çocuğun yanında bazı kelimeleri kullanmaktan imtina ediyorlar. Aşağılayıcı, ötekileştirici, ayrımcı dilden uzak duruyorlar.
Yani anlayacağınız buralarda çocukların alayı “proje çocuk”tur.
*
Birkaç eylemci arkadaşıyla bir tekneye binip Gazze’de faşist bir devletin esareti ve başlarına yıkılan evlerinin molozları altında, bütün bir insanlığın gözleri önünde acı acı inleyen Filistinli çocuklara sembolik “hayat malzemelerini” götüren İsveçli Greta Thunberg’e “sen kimin projesisin, ey şortlu kız?” diye çemkiren bazı kifayetsiz muhterislerin varlığını "Karar"da Yıldıray Oğur ile "Habertürk"te Nihal Bengisu Karaca’nın yazılarından öğrenince, birazcık bildiğim İsveç toplumunda yetişmiş olan bu kızın “kimin projesi” olduğuna dair merakım daha da depreşti.
Önce inanamadım, sonra işin gerçeğini öğrenince, böyle bir güruhun Türkiye gibi Müslüman bir ülkede var olmasına şaştım kaldım. Ne istiyorlar? Greta’nın o teknede olması neden onların zoruna gitmişti? Greta yanlış bir iş mi yapmıştı? Bütün dünyanın tanıdığı “iklim eylemcisi” bir kız çocuğunun, kendisini tanıyan ama meseleye duyarsız milyonlarca insanın dikkatini Gazze’ye çekmesiyle Müslümanların dinine, inancına halel mi getirmişti? Yahudi propagandası mı yapmıştı? Faşistlerden bahsetmiyorum ama muhafazakâr geçinen bazıları neden Greta’nın eylemini yanlış görmüş, onu neden “proje çocuk” ilan etmişlerdi?
*
Akla ilk gelen cevap; galiba Greta onların eylemini “çaldı” da ondan. Aynı eylemi onlar yapmayı düşünüyordu, ama onlarınki düşüncede kalmış, Greta yanına arkadaşlarını alarak onların sahasında topu kapmış, faşist İsrail hükümetinin kalesine doksandan çakmıştı. Onlar da iyot gibi ortada kalmış, saha kenarında bağırmaktan, hakeme küfretmekten, gol atan kız çocuğunun korsan oyuncu, hatta hatta “yapay zeka tarafından üretilmiş bir proje oyuncu” olmasından dem vurmaya başlamışlardı. (Ha bu arada “Mavi Marmara eylemcilerine” selam olsun! Onları hiç unutmayacağız. Onların arasında da Greta’nın hemşerisi, dünya çapında meşhur, kitapları bütün dünyada milyonlarca satan, toprağı bol olsun İsveçli Hening Mankell nam bir muharrir vardı.)
*
Greta’nın memleketi İsveç’te her çocuk kendi bilinciyle gelişir. Özgüvenleri çok yüksektir. Hiçbir koşul altında anne babaları tarafından azarlanarak, horlanarak, aşağılanarak büyütülmezler. Hele hele ebeveynlerinden kulak çekme cezası, tokat yeme, kıçına tekme atma, ensesine şaplak indirme gibi şeylere maruz kalmaları büyük suçtur. “Tombalak”, “Tosun”, “Sümüklü”, “Sidikli”, “Cimcime”, “Şişko Patates”, “Dombili”, “Bızdık”, “Kepçe”, “Sıska”, “Sırık” gibi lakaplarla anılmazlar çocuklar. Bırakın çocuklarına sözlü veya fiziki şiddet uygulamak, bir anne baba çocuğun yanında kavga bile etse, komşuların şikâyeti üzerine çocukları onlardan hemen alırlar. Devlet çocuğu korumaya alır, anne babaya da “gidin, artık sabaha kadar birbirinizi yiyebilirsiniz” derler. Okulda talebe ile öğretmen eşittir, tek fark birisinin öğrenmek isteyen, talep eden küçük insan olması; diğerinin de bilgi talep edenin o talebini karşılayan büyük insan olmasıdır. Öğretmen sınıfta öğrenci gibi giyinir, öğrenciyi azarlamaz, kulağını çekmez, cetvelle eline vurmaz, sınıfta arkadaşlarının önünde tek ayak üstünde bekletmez, arkadaşlarının yanında dalga geçip aşağılayamaz. Bu da büyük bir suçtur.
Haliyle bu mekteplerden “proje çocuklar” yetişir.
*
Greta’nın doğduğu, yaşamakta olduğu toplumda “kalıplar” yoktur. Toplum “karşıtlar” üzerinde varlığını sürdürmez. Onlarda “siyah”ın karşıtı “beyaz”, “var”ın karşıtı “yok”, “sevme”nin karşıtı “sevilmek”, “kavuşma”nın karşıtı “terk”, “gitme”nin karşıtı “kalmak” değildir. Her kelime kendi anlamıyla vardır. İcat toplumudur orası. Çocuğun bir icat yapmasını teşvik ederler. Bizde olduğu gibi, mesela bir çocuk, babasının aklına yatmayan “aykırı bir fikir” ortaya attığında babası tarafından “başımıza icat çıkarma” diye azarlanmaz. Tam tersine orada çocukları “başımıza icat çıkar” diye teşvik ederler. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” gibi vecizelerle vakit öldürmemiş ataları. Çocukla ilişkilerinde “kıyas” kelimesini sözlüklerinden çıkarmışlar. Çocuktan bir şey isterlerken başkasının çocuğunu örnek vermezler. “O şöyle yaptı sen de öyle yap” demezler, ona akıllarına gelirse eğer özgün bir yol göstermeye çalışırlar. “Ya var ya yok” onlarda yok. Varla yok arasına “ya” bağlacını koymazlar. Herkesin kendileri gibi memleketi sevmelerini, herkesin kendileri gibi dindar veya laik olmalarını istemezler. Herkesin sevme biçimi farklıdır. Onun gibi memleketi sevmiyorsan, öteki sana “ya sev ya terk et” diyemez, birbirlerinin sevme biçimine saygı gösterirler. Aşk ilişkilerinde de öyle. Biri seni sevmiyorsa onu kendini zorla sevdiremezsin. “Ya benimsin ya kara toprağın” sözü onları dilinde yoktur.
Siyah ile beyaz, yalan ile gerçek, varla yok gibi kesinlik ifade eden kalıpların arasına sıkışmış bir toplum değildir o toplum. Bütün bunların arasında geniş geniş “gri alanlar” bırakmışlar. O “gri alanda” herkes rahat rahat dolaşabilir. Bir imkân kaçtığında hemen başka bir imkana bakarlar. Bir fırsat kaçtığında başka bir fırsatın gelebileceğini bildiklerinden oturup hallerine ağıt yakmazlar. Ahlaklı olmak en büyük erdemdir.
Böyle bir toplumda hiçbir üniversite “sahte diploma” vermez, hele hele verdiği diplomayı yıllar sonra iptal edip kendini üniversiteler tarihinin en yüksek bayrak direğine asmaz. Böyle bir toplumun mekteplerinde ister istemez “tek tipçi” talebeler çıkmaz. Eğitim sistemi “tek tipçi” yetiştirme üzerine inşa edilmiş bizim gibi toplumlarda sanki her birimiz atomu parçalamışız, birer gezegen keşfetmişiz, ampulü veya röntgeni bulmuşuz gibi aynen bize benzeyen, tıpkı bizim gibi düşünen, sevdiğimiz takım hangisiyse onu tutan, oy verdiğimiz parti hangisiyse ona oy veren, sevdiğimiz yemeği seven, hangi araba markasından hoşlanıyorsak ondan hoşlanan, bizim gibi giyinen, yaşama alışkanlığımız aynı çocuklar yetiştirmeye çalışıyoruz. Kendimizden ikinci bir “ben” yaratıyoruz. Kendimizden yeni bir kişi kyopyalıyoruz.
Kendi hikayemize bakmadan, kazandığımız zaferlerin muhasebesini yapmadan çocuklarımızın muhtemel “zaferlerini” daha çok küçükken ellerinden alıyor, daha doğrusu onların “zaferlerini” şimdiden “çalıyor”, hepsini kendimize benzeyen birer “ruhsuz” haline getiriyoruz.
Oysa Greta’nı memleketinde çocukların zaferleri zinhar ellerinden alınamaz.
*
Aktör bir baba, opera sanatçısı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Greta, orada doğan her çocuk gibi altı yaşında okula başladı. Yaşadığı dünyanın mahvını getirecek birtakım nahoş şeylerin gelmekte olduğunu, kendi akranlarından daha önce fark etti. “İklime” bir şeyler oluyordu ve bunun müsebbibi devletleri yöneten hükümetlerdi. O halde buna karşı bir şeyler yapmalıydı.
Bir cuma günü okula gitmedi, üzerinde “İklim için okul grevi” yazan bir pankartla gidip parlamentonun önünde oturdu. İsveç kurallar ve yönetmelikler toplumudur. Kurallara riayet esastır. Hiç kimse kurallara aykırı bir işe kalkışamaz. Okul mecburiyse yasalarına göre, iki elin kanda bile olsa okula gidersin. Eğer bir çocuk okul zamanı okulda değilse ya gerçekten hasta ya da başına bir felaket gelmiştir. (Bizde okula gitmemenin adı “kırmak”, ya da “asmak”tır. Okulu bile “asıyorsan”, Başbakan “asmayı” da mubah görürsün.)
Greta, “o gün okula gitmeme” eylemiyle, hükümeti iklim değişikliği için radikal adımlar atmaya davet ediyordu. Parlamenterler onu dinlediler ve okuluna gitmesini tavsiye etiler sonra, öğretmenleri de… Ama annesi babası koşa koşa “aklının ermediği” bir işe kalkışmış olan “bacak kadar” çocuklarını saçlarından sürükleye sürükleye eve kadar ite kaka götürmediler. Ataları, “kızını dövmeyen dizini döver” diyen bir sözü icat etmemişti çünkü. Hele annesi, “kızın mı var derdin var” deyip başını duvarlara vurmadı. Onu güzel güzel dinlediler. Bu sıra dışı çocuk büyük büyük laflar ediyordu, “Boş laflarla çocukluğumu çaldınız” diyordu. Bazen hayat o kadar çekilmez bir hal alıyor ki, yapılacak tek şey eline bir pankart alıp parlamentonun önüne koşmaktır herhalde deyip, cuma günü okula gitmeme grevine giren kızlarının yanında durdular.
*
Herkes merak etti, bu küçük çocuk bu aklı kimden almıştı? Hangi “üst akıl” onu bu “kötü yola” sevk etmişti. Bu çocuk kimin projesiydi?
Bu soruya Greta’nın kendi cevabı vardı. Evet, bu aklı birisinden almıştı, o da kendi cinsinden bir kadındı. Çok uzaklarda bir yerde, başka bir kıtada yaşamıştı o kadın, Afrika’dan gelmiş bir Amerikalıydı. İlham kaynağı oydu, bu aklı ondan öğrenmişti, kadının adı Rosa Parks’tı.
Rosa’nın hayatını okumuş, onun şahsında “bir kişinin milyonlarca insanın hayatını nasıl değiştirebileceğini” daha çocukken fark etmişti.
*
Rosa Parks, “beyaz adamın kara vicdanına düşmüş bembeyaz bir leke” olarak bilinir. 1955 yılıydı, bir konfeksiyon atölyesinde terzi olarak çalışıyordu, 42 yaşındaki. Bir akşam iş çıkışı belediye otobüsüne binerek evine dönüyordu. O yıllarda belediye otobüslerinin koltuklu ön kısmı beyazlara ayrılmıştı, Afrikalılar arkada sahanlıkta, ayakta seyahat ediyorlardı. Ara bölme “karma”ydı. O bölüm doluysa ve bir beyaz ayakta kalmışsa, Afrikalı yolcular o ara bölgede oturdukları koltukları beyazlara vermek zorundaydı. Aşağılanma bu kadarla kalmıyordu. Derisinin rengi siyah olan yolcular ön tarafta otobüs ücretini şoföre ödüyor, dönüp arka kapıdan otobüse biniyordu. Çoğu zaman şoför ücreti aldıktan sonra yolcunun binmesini beklemeden hareket ediyordu. Rosa Parks o akşam Afrikalılara ayrılmış yerde boş bir koltuk bulup oturdu. Yanındaki koltuklarda kendisine benzeyen üç kişi daha vardı. Birkaç durak sonra binenler çoğalınca, ayakta kalan beyaz yolcular oldu. Bunun üzerine şoför emir vererek Afrikalıların o koltuklardan kalkmalarını emretti. Üç erkek yolcu emri yerine getirdi. Ama Parks oralı olmadı, başında kalksın diye bekleyen beyaz yolcuyu bekletmeye devam etti. Şoför tekrar uyardı, o da hiç oralı olmadan, “ayakta gidemeyecek kadar yorgunum” dedi. Şoför delirdi. Bu densiz neler diyordu böyle? Kendi deyimiyle o “pis zenciye” günü göstermenin zamanıydı. Beline davrandı, o zamanlar toplu taşıma araçlarının şoförleri silah taşıyordu, silahını çekti, Parks’a doğrulttu. Sonra da polis çağırdı Parks anında “kamu düzenini bozmaktan” tutuklandı. Parks da bunu istiyordu. “Yorgunluk” bahaneydi, çok uzun bir süreden beri böyle bir tek kişilik eylem planlıyordu. Irk ayrımına karşı çıkan bir derneğin aktif üyesiydi.
Parks’ın tutuklanmasıyla birlikte Amerika’da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Parks’ın mahkemeye çıktığı 5 Aralık günü Montgomery’de yaşayan neredeyse tüm Afrikalı Amerikalılar otobüslere binmeme kararı aldı. Eylem büyük bir eylemdi. Tam 40 bin kişi o gün işlerine yürüyerek gitti. Boykot beyazların öfkesiyle karşılandı. Şiddet eylemleri baş gösterdi. Eylemciler haklıydı ve vazgeçmeye niyetleri yoktu. 1956 günü eylemleri sonuç verdi. Anayasa Mahkemesi bu eyalette süren ırk ayrımcılığı yasasını Anayasaya aykırı buldu. Böylesine harika bir zaferin ışığında Rosa, “sivil haklar hareketinin annesi” olarak tarihe geçti.
İşte Greta’nın tek başına küçük bir eylemci olarak ünlenmesine vesile olan “üst aklı” bu Rosa’nın aklıydı.
*
Tam iki yüz seneden, yani Tanzimat Fermanı’ndan beri, kendini kendine anlatıp, kendini bir türlü ikna edememiş bir toplumun bazı fertleri; kendi gücünü gereğinden fazla abarttıklarından, kendilerinin yapması gereken bir eylemi gencecik bir kız yapınca, hemen onu kimsenin aklının ermediği bir “proje” olduğunu ilan ediverdiler.
Greta “proje çocuk”muş!
Evet, dünyada “çocuk cenneti” olarak kabul edilen İsveç’te bütün çocuklar, anne babalarının şahane birer projesidir.
Ha bitirirken, büyük Hafız’ın, Şirazî’nin şu sözünü de bir yere kaydedelim:
“İnsan dilini tutup konuşmadıkça, ayıbı da hüneri de gizli kalır.”