Çok uzun yıllardan beri, hiç bitmeyen ezeli dertlerimizden birisi olan Türkiye’de demokrasinin kalitesine dair biri, pek hoşumuza gitmeyen bir laf söylese, hukuk meselesinden siyasi bir yığın hadiseye kadar bizi sarmalamış olan dertlerimize çare bulmada pek becerikli olmadığımızı dillendirse mesela; o sırada iktidarda hangi parti varsa, onun en yetkili şahsiyeti çıkar, büyük bir özgüvenle ve kesin bir yargıyla “Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti bir muz cumhuriyeti değildir” deyip tartışmaya son noktayı koyar.
Çok sık çıkar birtakım şahsiyetlerin dilinden bu kavram, hemen hemen her on yılda bir, bir yetkili çıkıp bunu söyler. “Muz cumhuriyeti” sıfatını duyar duymaz çoğumuzun aklına muzların kurduğu bir cumhuriyet gelir; sizi bilmem ama benim aklıma böyle bir şey gelmişti ilk duyduğumda. Şaka bir yana, kavramın etimolojisine, çıkış yerine, mucidine, çıkış kaynaklarına dair pek malumatı olamayanların aklına ilk gelen, “sahi, şu muz cumhuriyeti ne ola, nerededir?” sorusu olur. Ve anında Afrika’ya doğru bir yolculuğa çıkar zihin. Orada değilse Güney Amerika’da, değilse muzun anavatanı olan uzak doğuya gider bilinç. Muzların kurduğu cumhuriyeti ille de bulacak, yoksa başı rahat bir yastık yüzü görmeyecek bilincin.
*
“Muz cumhuriyeti” bir siyaset bilimi terimidir artık. Ekonomisi dışa bağımlı, doğal kaynakları sömürülen, siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın hüküm sürdüğü ülkeler için kullanılıyor bugün. Sabah erken kalkanın darbe yaptığı, hukuk tanımaz despot diktatörlerin yönettiği, bağımlı olduğu büyük bir emperyalist ülkenin önünde diktatörün secdeye vardığı ülkeler... Terimin özünde ince bir “aşağılanma” var. Bu cumhuriyetlerde çark rüşvet üzerine döner. Ekonomisi devletin kontrolündedir. Devlet de birtakım uluslararası özel şirketlerin kölesidir. İşçi sınıfı oldukça yoksuldur. Siyasette askerlerin borusu öter. Vesayet rejimi her şeyi kontrolü altında tutar. Sınıflar arasında derin bir uçurum vardır. Kamu arazisinin büyük bir kısmı uluslararası tekellerin hizmetindedir. Ekonomi dengede değildir. Yüksek bir enflasyon hüküm sürer. Parası değersizdir. Dışarıdan kredi girmez bu memleketlere.
“Muz cumhuriyeti” münhasıran; devasa plantasyonlarda muz yetiştirilen, kamuya ait bu arazileri rüşvet karşılığı büyük şirketlere ucuza kiraya veren askeri diktatörlerin işbaşında olduğu, kölece bir oligarşinin hüküm sürdüğü Latin Amerika’nın bazı ülkeleri için kullanılmaya başlandı önceleri.
*
Bu kavramın “büyülü gerçekçi” edebiyat olarak adlandırılan Latin Amerika edebiyatında özel bir yeri var. Mario Vargas Llosa’dan Gabriel Garcia Marquez’e, şair Pablo Neruda’dan büyük muharrir Borges’e kadar “muz cumhuriyeti” meselesine dokunmamış hemen hemen hiçbir yazar yoktur.
Marquez, yirminci yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Yüzyıllık Yalnızlık” romanında kurduğu hayali kasaba olan Macondo’da zamanı ikiye ayırır. Aslında Macondo, bütün bir Latin Amerika’nın küçücük bir kasabaya sıkıştırılmış halidir. Yazar bu kurgusal kasaba üzerinden bütün bir kıtanın yüzyıllık tarihini anlatır.
“Genel düşünüşün tersine, Aureliano, Muz Şirketi gelip kasabayı yozlaştırmadan, düzenini bozmadan ve baskı kurmadan önce Macondo kendince hali vakti yerinde, bolluk bereket içinde bir yer”di.” (Yüzyıllık Yalnızlık, s.387)
Kasabaya “Muz Şirketi”nin gelmesiyle tarihi ve talihi değişir. “Muz şirketi gelince çinko damlar yaygınlaşır Macondo”da”. Şirket gelir ve kasabayı kıyamete sürükleyecek olan olaylar başlar. Şirketin bütün işçileri geçicidir, maaş yerine markette geçen bir kupon alıyorlar. Kasabanın asıl sahipleri dışarıdan gelmiş olan bu “muzculardan” nefret eder. Çünkü her şeylerini değiştirirler.
“Ne var ki, muz şirketi Macondo'ya ayak bastıktan sonra, yerel görevliler değiştirildi ve yerlerine diktatör özentisi yabancılar getirildi. Bunlar, Mister Brown'ın dediğine göre mevkilerinin gerektirdiği saygınlığı kazanmaları ve kasabadaki sıcaktan, sivrisineklerden, sayısız konforsuzluklar ve yoksunluklardan rahatsız olmamaları için elektrikli kümes telleriyle çevrili bölgeye yerleştirildiler. Eski polislerin yerini, kamış kesmekte kullanılan satırlarla silahlandırılmış kiralık katiller aldı.” (Yüzyıllık Yalnızlık, s. 267)
Ve Mocando’da hayat yaşanmaz bir hal alır.
Bir örnek de şiirden verelim.
Latin Amerika’nın Nobel Ödüllü büyük şairi Pablo Neruda, bütün bir kıtadaki ülkeleri birer “muz cumhuriyeti”ne dönüştürmüş olan yabancı şirketlere, elde kalem dilde şiirle karşı durdu. “United Fruit Company” adını verdiği şiiri şöyledir:
“Trompetler çaldığında
her şey düzenlenmişti dünyada,
ve Yehova bölüştürmüştü dünyayı
Coca Cola, Anaconda,
Ford ve diğer şirketler arasında:
Meyve Şirketien şerbetlisini aldı,
ülkemin merkezi kıyısını,
Amerika’nın en hoş bölgesini.
“Muz Cumhuriyetleri” olarak
değiştirdiler adlarını ülkelerinin,
ve uyuyan ölülerinin üzerinde,
büyüklüğü, özgürlüğü
bayrakları fetheden
kaygılı kahramanlarının üzerinde
yükseldi bu bizon operası:
teşhir etmişlerdi kendilerini özgür iradeyle,
harcanmış kral taçları,
çıplak bıraktı haseti, çekti
sineklerin diktatörlüklerini:
Trujillo sinekleri, Tachos sinekleri
Carías sinekleri, Martínez sinekleri,
Ubico sinekleri, kanda ve reçelde
yıkanan sinekler,
halkın mezarı üzerinde
yaz gibi boğulan sinekler,
sirk sinekleri, zorbalığın yönlendirdiği
hilekâr sinekler.
*
Kana susamış sinekler arasında
karaya çıkıyor Meyve Şirketi,
kahveyi ve meyveyi yığıyor
gemilerinde, dolu tabaklar gibi
ayrılıyor hazinelerle
boğulmuş ülkelerimizden.
Limanların şeker ağırı
uçurumlarında düşüyordu ara sıra
sabahın pis kokusuna
gömülmüş yerli:
sallanan bir gövde, adsız
önemsiz bir şey, bitkin bir numara,
gübreye fırlatılmış
bir salkım çürümüş meyve.
*
Günümüzde siyaset biliminin bir kavramı haline gelmiş olan “muz cumhuriyeti” kavramını mucidi bir edebiyatçıdır. Yazdığı 381 hikayeyle, dünya edebiyatında en çok hikaye yazmış yazarların başında gelen, 1862’de doğup 1910’da ölmüş Amerikalı William Sydney Porter ilk defa, 1904 yılında çıkan “Lahanalar ve Krallar” kitabında yer alan “Amiral” hikayesinde kullanmış bu kavramı. Yazarın gerçek adı yukarıda yazdığım gibi ama kitabın kapağındaki isimi O. Henry’dir. “O. Henry” bir müstear addır, hikayesinin arkasında muazzam bir sır var.
*
Peki kimdir O. Henry?
Genellikle şaşırtıcı, küçük mutlulukları, mini minnacık sevinçleri olağanüstü bir sezme gücüyle yakalayıp sersemletici, akla hayale pek gelmeyen büyülü finalleriyle bize anlatan, meşhur kısa hikayelerin Amerikalı yazarıdır.
Rahmetli Hıncal Uluç, ölmeden önce her yılbaşında, onun “Noel Hediyesi” hikayesini koyardı köşesine hatırlarsanız. Bunu gelenek haline getirmiş, o gün geldiğinde kısa bir notla birlikte hikayeyi tekrar tekrar köşesinde yayınlardı ve ölünceye kadar bu geleneği sürdürdü.
Hikaye özetle şöyle:
Birbirlerine aşık evli bir çifttir Della ile Jim. Oldukça fakirler, kendilerine bir ev tutacak kadar paraları yok. Ertesi gün Noel’dir, birbirlerine hediye almaları gerek ama cep delik cepken delik… Jim’in dedesinden babasına, babasından ona geçmiş köstekli bir saati var, saati satıp Della’ya bir tarak seti alır. Della da topuklarına kadar inen şelale saçlarını peruka yapan bir yere satıp Jim’e saatine taksın diye bir zincir alır. Aynı anda iki hediyede işe yaramaz hale gelir.
Buna benzer dört yüze yakın hikaye yazmış olan O Henry’nin kadın ve ağlamaya dair muhteşem bir saptaması var, onu da buraya yazarak devam edelim onu anlatmaya. Der ki, “Kadınlar sürekli ağlarlar. Üzüldüklerinde üzüntüden ağlarlar. Sevinçliyken mutluluktan ağlarlar. Üzgün ya da mutlu değillerse, üzülecek ya da mutlu olacak hiçbir şeyleri olmadıkları için ağlarlar.”
*
O. Henry, 1897 yılında ülkesi Amerika’dan kaçmak zorunda kaldı, altı ay kadar, o sırada Amerika’yla suçluların iadesi anlaşması bulunmayan Honduras’ta kaldı. Orada yazdığı bir hikayede Anchuria adında bir cumhuriyet hayal etti, o cumhuriyeti tanımlamak için de “muz cumhuriyeti” terimini ortaya attı.
Peki ‘Muz Cumhuriyetleri'nde işler nasıl yürüyordu? Marquez’in deyimiyle “Muz Şirketi” başa geçecek liderleri belirliyor, onlar da muzların taşınması için gerekli altyapıyı hazırlıyor ve korkunç koşullarda çalışan işçilerin taleplerini bastırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Olur da bu işleyiş bozulursa Muz Şirketi, hemen Amerika’yı devreye sokuyor, askeri darbeyle söz konusu ülke tekrar muz tekelinin çıkarlarına göre yeniden düzenleniyordu. Kuruluşlarından itibaren Latin Amerika’nın hemen hemen bütün ülkelerinde bu kader, yakın zamana kadar hiç değişmedi.
*
Kendine “O. Henry” müstearını seçen William Sidney Porter’ın hikayesi, bir “O. Henry” hikayesine konu olabilecek kadar ilginç bir hikayedir. Bir sırrı vardı ve ölünceye kadar bu sırrını sakladı. Takma ismi bu yüzden seçti, çok nadiren röportaj verdi, fotoğrafı çekilmesin diye fotoğraf makinalarından kaçtı, geçmişini herhangi biri kurcalamasın diye kendini saklayabildiği kadar sakladı. Bir münzevi gibi yaşamadı ama ilgiden de fellik fellik kaçtı. Cana yakındı, ama gösterişsizdi, pek çoklarınca da anlaşılmayan birisiydi.
Hemen hemen bütün hikayeleri New York’ta geçer. 1862 yılında Kuzey Carolina’nın Greensboro şehrinde doğdu. Amcasının mesleği olan eczacılığı seçti, on dokuz yaşında eczacılık sertifikası aldı. Bir süre sonra Teksas’a taşındı, burada bir çiftlikte işe başladı. Hem çalıştı hem de durmadan okudu. İlk hikayelerini gerçek adıyla bu sırada yayınladı. Evlendi. Ama evcil bir insan değildi. Gece hayatına daldı, barlara girip çıkmaya başladı. Karanlık çöktükten sonra hayatı gözlemlemeye başladı. Bu alışkanlığını ölünceye kadar sürdürdü. İnsanların hikayelerine kulak verdi, asıl hikayelerin bu anlatılarda gizli olduğunu biliyordu çünkü. Duyduklarını kurgusal bir dünyaya götürdü onları yeniden yazmaya başladı.
Porter, sadece yazı yazmıyor, karikatür de çiziyor, mizahi fıkralar da karalıyordu. Bu çalışmalarını sergilemek için “The Rolling Stone” adlı haftalık bir dergi çıkarmaya başladı. Ancak derginin maddi yükünü omuzlamak bir hayli zordu.
Hayatı bu sırada değişti. Bir kızı dünyaya geldi. Ailenin geçimini sağlamak için bir bankada veznedar olarak işe girdi. 1894 yılında bir mali müfettiş, yaptığı denetim sırasında bankanın hesaplarında 5 bin 654 dolarlık bir açık buldu. Müfettişe göre Porter, zimmetine para geçirmişti!
Porter’ın o sırada içinde bulunduğu mali sıkıntı düşünülünce, dergisini kurtarmak için böyle bir “hırsızlık” yapmış olabileceği akla yakın görülüyordu. “Hırsızlık” olmasa da daha sonra yerine koymak üzere “kasadan borç para” almıştı. Bu varsayım hiçbir zaman doğrulanmadığı gibi yanlışlanmadı da. Belki de bu açık bir muhasebe yanlışlığından kaynaklanmıştı. Kendisine hadisenin doğrusu sorulduğunda başka birisini koruduğunu ima etti ama kendisi zinhar parayı çalmamıştı. Banka onunla anlaşma yoluna gitti, jüri onu suçsuz buldu ama banka müfettişinin peşini bırakmaya hiç niyeti yoktu, yeni kanıtlar buldu ve Porter’i tekrar jüri karşısına çıkarttı. Jüri bu kez onu suçlu buldu.
Hapishaneye düşmeye hiç niyeti yoktu. 1896’nın yaz aylarında, karısını ve altı yaşındaki kızını bırakarak Honduras’a kaçtı. Honduras, o sırada Amerika’da suç işlemiş olanların en çok kaçtığı ülkeydi, çünkü iki ülke arasında suçluların iadesi anlaşması yoktu. Burada kaldığı süre içinde daha sonra “Lahanalar ve Krallar” kitabında bir araya getirdiği hikayeler yazdı, bu hikayelerden birisinde “muz cumhuriyeti” terimini kullandı. Kaçakken karısının ağır hasta olduğunu öğrendi, her şeyi göze alarak memleketine geri döndü. Kısa bir süre zarfında karısı veremden öldü. Mahkemeye çıktı, kendini savunmadı, bunun üzerine beş yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Sırrını ne mahkemede ne de kızına açıkladı, hayatı boyunca paranın akıbetiyle ilgili sırrını kendisinden bile sakladı. Bir O. Henry hikayesinde bir sır varsa, o sır finalde mutlaka ortaya çıkar ama onun gerçek hikayesindeki sırrı hep saklı kaldı.
Porter hapishanede dört hikaye yazdı. Bu hikayeleri “O. Henry” takma adıyla yayınladı. 1901 yılında iyi halden serbest kaldı, bir sene sonra editörlere daha yakın olmak için New York’a taşındı. Bu şehirde baş döndürücü bir hızla hikayeler yazmaya başladı. Bir gazeteyle haftada bir hikaye yazma anlaşması yaptı, bir yandan da dergilerde yazmaya devam etti. Bir sene içinde, 1904 yılında tam altmış altı hikaye yayınladı. Antolojiler çıkarmaya başladı, kızı memleketinde kalmıştı, ona düzenli olarak sevgi dolu mektuplar yazdı ama çok az görüşebildiler.
Düzensiz bir hayatı vardı. Birçok kadınla düşüp kalktı. Gece yaşamayı bu şehirde de sürdürdü, lokanta ve barlarda tanıştığı herkese hayat hikayesini anlattırdı, o hikayelerden yeni hikayeler türetti. Hep geçim kaygısı güttü. Yazmazsa aç kalacağını düşünüyordu. Her yazdığının bir öncekinden daha iyi olmasına özen gösteriyordu. Çoğu zaman yazdıklarını teslim tarihine yetiştiremiyordu, yazmasına tek sebep para kazanmaktı, bunu da açık açık herkese söylüyordu. Bir süre sonra hikayeleri daha çok para etmeye başladı. Tanındıkça fiyatı arttı, o da daha az yazmaya başladı. Hiç para biriktiremiyordu. Hiç ihtiyatlı davranmadı. Müsrifti. Ünü büyüyüp fiyatı artınca da editörlere avans için yalvarmaya devam ediyordu. Bir müzikal yazmaya kalkıştı, bir de roman denemesine girişti ancak bu projeleri hayata geçmedi. O vurucu, sarsıcı, afallatan bir kısa hikaye yazarıydı ve hep öyle kalacaktı.
1907’de doğduğu şehirde, çocukluğunda tanıdığı bir kadınla evlendi. Fakat alkol illeti başına belaydı, sağlığı git gide daha da kötüleşiyordu. Siroz, diyabet ve kalp hastasıydı. Daha fazla yaşamadı, 1910 yılında öldü. Öldüğünde 47 yaşındaydı.
*
O. Henry’nin hikayelerinde erdem pek mühim bir yer tutar, erdem sıradan insanlarda bulunur ve mutlaka ödüllendirilir. Ona göre takım elbiseli adamlar, yani bankacılar, milyonerler ve politikacılar, herkesi sömüren kişiler değillermiş gibi davranan gerçek dolandırıcılardır. Onun kalbi ezilenlerin ve dışlanmışların kalbiyle birlikte atar. Para sıkıntısı çeken insanlara karşı pek cömerttir hikayelerinde.
Amerika’da sevildiği kadar, Rusya’da da sevildi. 1920 ile 1945 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde kitapları 1 milyon 400 kadar sattı. Bu büyük satış rakamlarına Stalin döneminde ulaştı. Birçok eleştirmene göre, komünist Rusya’da bu kadar çok okunmasının sebebi, kahramanlarının proleter olmaları değil, hikayelerin içerdiği sürpriz ve artık edebiyatta “O. Henry sonu” denilen çarpıcı finalleriydi.
Ciddi bir edebiyat yazarı olmadığını biliyordu. Yüksek sanat yapmıyordu. Hikayeleri akide şekeri tadındaydı. Yazdıklarını değerini kendisi küçümsedi. Onu ciddiye alanları anlamadığını söyledi. Ama bir yazar olarak daima daha iyisini yazmaya çalıştı.
*
Günümüzde hiçbir devlet kendisine “muz cumhuriyeti” denmesinden haz etmez. Terim aşağılayıcı bir terimdir çünkü. Muz cumhuriyeti olarak nitelendirilen ülkeleri seçilmiş hükümetler değil, yabancı şirketler idare eder. Kendi çıkarlarını koruyacak kim varsa, darbeler yoluyla onları iş başına getirir.
Bir muz cumhuriyeti cumhuriyet değildir, çünkü o ülkede cumhurun iradesi egemen değildir.
Yine de “muz cumhuriyeti” politikacıların en sevdiği terimdir. Bir ülkede “yolsuzluk, baskı ve yürütme gücü” kontrol dışına çıkmışsa muhalefet, “burası muz cumhuriyeti oldu” diye bağırır; bu bağırma karşısında iktidar da “höt, burası muz cumhuriyeti değildir” diye cevap verir.
*
O. Henry, “muz cumhuriyeti” mucidinin gerçek adı değildir ama yine de “O. Henry” büyük hikayecidir.