Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Arada bir aklıma belki de birçoğunuza tuhaf gelecek şu soru gelir:

        Acaba büyük yaratıcılar, yazarlar, alimler, şairler ölürken son saatlerinde hangi kitabı okuyorlardı?

        Biraz araştırılsa cevabı kolayca bulunacak bir sorudur aslında bu soru ama çokça araştırma yapmadan mesela Tolstoy’un ölmeden önce, her başı sıkıştığında açıp bazı sayfalarını okuduğu Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanını yanında bulundurduğunu biliyoruz. (Dostoyevski’nin de elinde Tolstoy’un “Anna Karenina”sı, St. Petersburg sokaklarında deli gibi koşturup, “Bu adam sanatın Tanrısı!” diye böğürdüğü de bir yerlerde kayıtlıdır.) Tolstoy karısı Sonya’yla şiddetli bir kavgadan sonra malikanesinden sabahın köründe ayrılıp yollara düştüğünde “Karamazov Kardeşler”i yanına almış, menzili kafasında netleştirmeden çıktığı yolculuk boyunca kitabı yanından ayırmamıştı. Hatta istasyon şefinin odasında öldüğünde romanın başucundaki sehpanın üzerinde olduğunu söyler biyografi yazarları.

        *

        Ölümü çok yaklaşmıştı Mehmed Uzun’un. Her geçen gün kanserin kemire kemire ufalttığı bedeni bir avuç kalmıştı. O iri yarı adam gitmiş, bir kemik yığını kalmıştı geriye. Hayatın sonuna geldiğini biliyordu. Öte dünyanın nasıl bir yer olduğunu hayal ediyor muydu, yaşamanın çıldırtıcı güzelliğini bırakıp gitmenin zorluğunu aklından geçirdiği halde kendini bu fikre alıştırmış mıydı bilmiyorum ama o anlarda bile o hacmi küçük kendisi büyük romanı elinde tutuyor, sanki ölmeden önce okuyup bitirmek ister gibi mecal buldukça okuyordu. O kitabı bilerek mi seçmişti, yoksa onu okumadan önce gitmenin günah olduğuna mı kendini inandırmıştı yine bilmiyorum; ben salonda oturuyordum, o üst kattaki yatak odasındaydı. Bir ara sesini duydum, kalkıp yanına gitmeye yeltendim, merdivenin dibinde kafamı kaldırdım, o da merdivenin başına gelmiş sol elinde o roman, sağ eliyle de tırabzanı tutuyordu. Göz göze gelince kitabı havaya kaldırdı, kapağını görebileceğim şekilde bana çevirdi. Elindeki kitap Tolstoy’un “Hacı Murat” adlı romanıydı.

        Gözbebekleri büyümüştü. Beyaz beyaz bakıyordu. Yüzünde büyük bir ciddiyet vardı. Bana bir sır veya çok mühim bir haber verir gibi -isterseniz buna “dostuna yarasını gösterir gibi”deyin siz-, “Muazzam, muazzam çok büyük roman” dedi. “Böyle bir roman yazmadan ölmek, bir yazar için ne feci,” dedi. Merdivenin ilk basamağında duruyordum. Sadece ona ve havada donmuş gibi duran elindeki kitaba bakıyordum. Birkaç saniye öyle kaldı, sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tutamadım kendimi, ben de katıldım ona.

        Rabbime çok şükür ki, kitabı okuyup bitirmeden ölmedi. O kitap bana kaldı. Coşkusuna katılmak için mi, yoksa dostumun pek beğendiği kitabın nasıl bir kitap olduğunu merak ettiğimden midir, ölümünden hemen sonra ben de okumaya başladım romanı. Elime aldığım gün de bitirdim.

        O günden bugüne, aradan on sekiz sene geçtiği halde Tolstoy’un kitabının girişinde anlattığı çiçek tarlasının içindeki “devedikeni” bahsi hiç çıkmadı aklımdan.

        *

        Tolstoy; 200 sayfayı bile bulmayan, romanları arasında en kısalarından birisi olan “Hacı Murat”ı 1896 ile 1903 yılları arasında tam yedi yılda yazmış, kitap ölümünden sonra yayınlanmış. Son romanıdır. Çoğu eleştirmene göre “nesrin ulaşabildiği son nokta”dır, bazılarına göre ise “dünyanın en iyi öyküsü”dür, bir faninin elinden çıkmış “en mükemmel metindir” diyen de var. Kurgu sanatı değersiz bulup terk ettiği, müritlerinin onu şeyh katına yükselttiği, huysuz, aksi bir dini fanatik kesildiği, ateşli ahlakçı risalelere kendini tamamen kaptırdığı bir dönemde yazmış bu küçük kitabı. Bir daha sanat yapmamaya ahdetmiş olan Tolstoy, hayatının son yıllarında bu muazzam sanat yapıtını vücuda getirerek kendi kendini ret etmiş, bu çapta bir sanatçının kendine nasıl bir söz verirse versin, eline kalemi aldığı andan itibaren istemese de başladığı yere geri döneceğinin örneğidir bu kitap.

        Tolstoy’un romanlarını eşi Kontes Tolstoy’un temize çektiği bilinir. “Savaş ve Barış”ı tam dokuz kopyasını çıkarmış kadın mesela. Türkçedeki bir baskısına bir önsöz yazmış olan Azar Nafisi’nin belirttiğine göre, eşinin ölümünden bir sene önce, Kontes günlüğüne, “Hacı Murat’ı kopyaya çekmekten başka bir şey yapmıyorum, o kadar iyi ki, bir türlü kendimi ondan alamıyorum” diye yazmış.

        *

        Hikayeyi, adını sanını bilmediğimiz birisi anlatır bize. Giriş bölümü “Proustyen” etkiler taşır, muhteşemdir. Anlatıcı tarlaların içinden geçerek evine dönüyor. Tam yaz ortasıdır. Otlar biçilmiş, çavdar tarlalarının da biçme zamanının eli kulağındadır. Yılın bu mevsiminde bütün çiçekler arasında mükemmel bir renk uyumu vardır. Yoluna çıkan manzarayı şöyle anlatır:

        “Kırmızı, beyaz, pembe güzel kokulu, yumuşak yoncalar mağrur koyun gözleri; taçları süt beyaz, ortaları sap­ sarı, garip ama hoş kokulu ‘seviyor-sevmiyorlar’, bal koku­lu sarı katırtırnakları, laleleri andıran mor, beyaz uzun uzun çan çiçekleri; yerlerde sürünen bezelye şişeleri; sarı, kırmızı, pembe mor mineler; yol boyunca görünen, hoş ama çok hafif bir kokusu olan pembe sinirotları, henüz açılmışken güneşin ışıkları altında parlak lacivert, akşamları ya da artık solmaya yüz tuttuklarında ise, ya mavi ya kırmızımtırak görünen peygamber çiçekleri, etrafa tatlı bir badem kokusu yayan, doku­nunca da çabucak solan sarmaşık çiçekleri...”

        Anlatıcı bu bin bir çeşit çiçek tarlasına dalar ve hepsinden birkaç tane koparıp bir demet yaparak eve dönerken, bir anda, bir hendekte, “olağanüstü güzel, kırmızı renkte bir devedikeni” görür. Devedikeninin bu cinsine onlar “Tatar çiçeği” diyor. Otları biçenler özellikle ona dokunmamaya çalışırlar, hani olur da istenmeden koparırlarsa eğer, hemen onu ot yığınının içinden ayıklar, dikenleri ellerine batmasın diye kenara atarlar.

        Anlatıcının aklına o sırada, bu devedikenini koparıp çiçek demetinin ortasına koymak gelir. Hendeğe iner. O sırada çiçeğin ortasına yapışmış, tatlı tatlı uyuyan, üstü hafif tüylü bir yaban arısını görür, onu hemen kovar, sonra da devedikenini koparmaya soyunur. Biraz uğraşınca ne kadar zor bir işe yeltendiğini anlar. Eline mendilini sarar, yine de dikenleri eline batar. Dikenler bir yana, çiçeğin sapı bir türlü bulunduğu yerden çıkartılmasına izin vermez. Onu koparmak için beş dakika kadar uğraşır. Olmayınca, sapının liflerini teker teker koparmaya güç harcar. Hepsini koparır. Zor şer çiçeği kopardığında, sapı lime lime olmuş, çiçeğin kendisi de bir hayli hırpalandığından, üstelik kaba ve hantal olduğundan, demetteki incecik, narin çiçeklerin arasında pek hoş durmaz. “Yerinde pek güzel olan çiçeği ziyan ettiğine” bin pişman olur. Hırsla onu yere atar. Sonra çiçeği kökünden sökmek için harcadığı çabayı hatırlar, “Ne kadar büyük bir gücü ne kadar büyük bir yaşama isteği vardı! Canını kurtarmak için nasıl da çabalıyordu! Hayatını ne kadar pahalıya mal etti!” diye düşünür.

        Anlatıcının evine giden yol, yeni sürülmüş ama henüz ekilmemiş kara topraklı tarlaların arasından geçiyor. Ayaklarını sürüye sürüye yürür. Yeni sürülmüş tarla bir çiftlik sahibine aittir. Devasa bir tarladır, sınırları oldukça geniş. Toprak çok iyi sürülmüş, tarlanın hiçbir yerinde, tek bir ot, tek bir bitki bile yok. Göz alabildiğine kapkara toprak… Bu ölü, bu kapkara tarlanın içinde, gayri ihtiyari bir canlı belirtisi arar gözleri. Sonra şunları düşünür:

        “İnsan denilen varlık ne kadar tahripkâr! İşte burada da kendi yaşamını sürdürebilmek için kim bilir nice canlı varlığa, nice bitkiye kıydı!”

        Önünde, yolun sağında, ne olduğunu bilmediği bir küme gözüne çarpar. Biraz yaklaşınca, biraz önce boşu boşuna koparıp, sonra da attığına benzer bir “Tatar çiçeği”, yani devedikeni yığını olduğunu görür. Bu devedikeni öbeğinin üç filizi var. Birinin üst kısmı kopartılmış, sapın geri kalan kısmı, koldan kopmuş bir el gibi duruyor. Öteki iki sapta ise birer çiçek var. Bir zamanlar koyu kırmızı olan çiçeklerin ikisi de kararmış. Saplardan biri kırılmış, kırık olan kısım, ucunda kirli çiçeğiyle aşağı doğru sarkıyor. Öbür çiçek ise kara toprağın çamuruna bulanmış, ama yine de dimdik duruyor. Belli ki öbeğin üzerinden bir araba tekerleği geçmiş, buna rağmen, çiğnenen bitki öbeği daha sonra yeniden doğrulmuş olmalı. Belki biraz yan duruyor ama ne olursa olsun duruyor ya! “Sanki vücudundan bir parça koparmış, bağırsaklarını deşmiş, elini kırmış, gözünü oymuşlardı da o gene çevresindeki bütün canlı kardeşlerini yok eden insana teslim olmamıştı. Ona karşı hâlâ dimdik ayakta duruyordu!”

        “Bu ne müthiş direnme gücü” diye düşünür anlatıcı. “İnsan buradaki her şeyi kendisine boyun eğdirmiş, hepsini yenmiş! Milyonlarca bitkiyi yok etmiş; yine de işte bu devedikeni ona teslim olmamış…”

        İşte tam bu sırada anlatıcının aklına, çok eski bir Kafkas hikayesi gelir. Devedikeni ona 1851’de Ruslara sığınan Avar lideri Hacı Murat’ı hatırlatır. Bundan sonra anlatıcıyı unutur, roman boyunca Hacı Murat’ın tekmil hikayesine odaklanırız. Kitap bittiğinde anlatıcı tekrar devreye girer, o da sadece tek bir cümleyle kendini yeniden hatırlatır.

        Ona göre Hacı Murat bir devedikenidir. Güçlü, kusurlu ama çok güzel bir devedikeni… Kitap Hacı Murat’ın ölümüyle son bulur. Araya anlatıcı tekrar girer, “Sürülmüş tarlada gördüğüm bu devedikeni, işte bu ölümü hatırlattı bana,” der.

        *

        Tarih boyunca didişmeleri, aralarında sonsuza kadar süreceğe benzeyen savaşlarıyla iki düşman toplumun, Çeçenlerle Rusların romanıdır “Hacı Murat”. Tolstoy romanda, kendi yalnızlığını da yarattığı karakterin şahsında dile getirir. İmam Şamil’in naibai, başka bir deyimle sağ kolu Hacı Murat’ın Rusların tarafına geçmesiyle girdiği “yalnızlık dolambacındaki” çırpınışını kendi yalnızlığıyla harmanlayarak anlatır. Günümüz dünyası için oldukça güncel olan İslam ile Batı arasındaki kanlı didişmeye dalar, sözü “medeniyetler çatışmasına” getirir yer yer, yer yer de sömürgecilik meselesine el atar ve bütün bunların sonucu olarak iki düşman toplum arasındaki öfkeyi, aşağılanmayı, kırgınlıkları, nefreti, ölüme yazgılı merhametsiz ilişkiyi muazzam bir gerçeklikle dile getirir. Çeçenler, “kafir” dedikleri Ruslardan ölümüne nefret eder, Ruslar ise Çeçenleri medeniyetten uzak, öldürmekten başka bir iş bilmez, ilkel yaratıklar olarak küçümser.

        Özetle der ki Tolstoy, “Dizlerin üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir.”

        Şu paragraf romandan alınmadır:

        “Bu, hayatın sudan ucuz olduğu, mermilerin bol keseden har­candığı, subayların savaşı bir vakit geçirme aracı olarak gördü­ğü, katliamların karşı tarafın insafsızlığı örnek gösterilerek aklandığı bir dünyadır. Çünkü yedisinden yetmişine kadar tüm Çe­çenlerin duydukları his, kinin de üstünde bir duyguydu. Kin ney­di ki? Rus köpekleri onların gözünde insan bile değildi. Onların yaptıkları zulümler karşısında öyle bir tiksinti, öyle bir nefret du­yuyorlardı ki, şaşkına dönmüşlerdi. Rusları yok etme isteği onlar için fareyi, zehirli bir örümceği ve kurdu yok etme isteği gibi do­ğal ve içgüdüsel bir duyguydu.”

        Ama Tolstoy bize der ki, zalim olan her zaman muktedir olan değildir. An gelir mazlum da kendi iktidarını sürdürdüğü yerde zalim kadar zalimleşebilir. Onun romanında Şeyh Şamil Asyalı, Çar Nikolay da Avrupalı mutlakıyetin timsalidir. Karşı karşıya gelen iki zıt kutbun benzerlikleri, paralelliğidir kendi deyimiyle onu büyüleyen. Bu iki zıt kutbun sözlüğünde “empati” denilen bir kelime yoktur. Tolstoy yarattığı Hacı Murat karakterine bu görevi verir. Kendi dilini konuşmayan düşmanları Ruslarla bile bir “duygudaşlık” kurar Hacı Murat.

        *

        Hiç beklemediğimiz bir anda Devlet Bahçeli’nin hepimize muazzam bir hediyesi olan barış sürecinin bu aşamasında “Hacı Murat”ı tekrar tekrar okumak, muktedir olmanın, konforundan feragat etmenin, memleketin geleceğini düşünmenin bize kazandıracaklarını bir kez daha getirecek aklımıza. Empati kurmanın, duygudaş olmanın, düşmanına merhamet göstermenin erdemini anlayacağız bir kez daha büyük bir hazla.

        *

        Bütün hayatını haysiyeti çiğnenmiş Kürtçeye, onun küllerinden doğuşuna vakfetmiş, Kürt meselesi içinde doğup büyümüş, onun hem tanığı hem de sanığı olmuş Mehmed Uzun, bu meselenin suhulete kavuşması sürecine şahit olmadan ne yazık ki göçük gitti bu dünyadan. Şimdi durup geriye bakınca, Ortadoğu’da hep bir “devedikeni” olarak telakki edilmiş Kürtlere hep akılcılığı, toleransı, hoşgörüyü, komşuları halklarla birlikte, demokratik bir ülkede yaşamanın kıymetini, erdemini; silahtan, şiddetten, kinden, nefretten uzak bir dille kendi dertlerini dillendirmelerini önermiş bir yazar olarak, hayatının son günlerinde aceleyle, ölmeden kısa bir süre önce “Hacı Murat”ı okuyor olmasının sebepsiz olmadığı, son zamanlarda “Hacı Murat”ı tekrar okuyunca anladım ben de.

        Devedikeni inatçı bir çiçektir, toprağın derinliklerine salmış damarlarıyla onu bulunduğu yerden sökmek bir hayli zordur.

        İyisi mi, çiçek tarlasında, Tolstoy’un bahsettiği bütün o görkemli görünümleriyle hepsinin bir arada yaşamaları için çaba sarf etmek.

        Ruslarla Çeçenlerin tarih boyunca hiç bitmeyen savaşlarına kalemiyle dalarken Tolstoy’un da amacı bu fikri insanlığa armağan etmekti.

        Bunun böyle olduğunu kitabı okuduğunuzda siz de göreceksiniz.