Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Sırrı'nın tabutuna bakarken; "bir mendil niye kanar?"
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ya Sırrı;

        Hepi topu birkaç ay önceydi. “Mendilimde çocuk sesleri” başlıklı yazımı okumuş, “ciğerimi söktün” diye mesaj atmıştın. Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinden mülhem bir yazıydı o yazı. Bu şiirin seni “hasta” ettiğini biliyordum. “Yapma ya… bir yazı işte… bir şiir,” demiştim de sen “Bu şiiri hiç okuyamam. Hep ağlamam tutar” demiştin.

        *

        Ud mu memlekete benziyor, memleket mi uda bilmiyorum. Notasız dalar udi taksime. Hiçbir düzen yoktur, gelişigüzeldir ud taksimi… Udi kaptırır gider. O karmaşadan öyle bir ahenk çıkarır ki büyük udiler, tıpkı memleket gibi, tıpkı ölümünün memlekete yaptığı gibi.

        Sen öldün, memleket aynı kararda buluştu.

        Sen öldün kardeşlik, o ahenksiz görünen karmaşa bir düzene kavuştu.

        Sen öldün, bütün sesler tek sese dönüştü.

        Sen öldün, “mendilimizde kan sesleri” sustu.

        *

        Bir kez daha okudum Edip Cansever’in o şiirini. “Her okumada seni ağlatan” o sese kulak verdim. Sahi neden ağlatıyordu o şiir seni? “İnsan yaşadığı yere benzer” dediği için mi şair? Ahmet Abi’den "helallik" istediği için mi? Sahi, “bir mendil niye kanar?”

        *

        AKM’de sahnenin tam ortasında duruyordu tabutun. Bayrağa sarılıydı. Bayrak karanfillerle süslüydü. Karanfillerin tümü “yerçekimliydi”. Büyük ekranda o siyah beyaz fotoğrafın duruyordu. Merdivenlerde, geride kalan dostlarının arasındaydım. Sol yanımda barış anneleri oturuyordu, bir yandan gözyaşlarımı siliyor, bir yandan da koca salonu dolduranlara bakıyordum göz ucuyla. Fikrine uzak, fikrine rakip, fikrine düşman, fikrine hayran, fikrine kurban herkes hepsi, her ses, her nefes birbirine karışmıştı. Kimin kafasında ne geçiyor, kim ne düşünüyordu bilmiyorum ama “qizi” dediğin Ceren sana yazdığı mektubu okurken de dostların seni anlatırlarken de benim aklımda hep “mendilimde kan sesleri” vardı. Sahi bu şiir seni neden ağlatıyordu?

        *

        “Çocuğum beni bağışla” diyordu şair, belki de ondan. “Sırrı bizi bağışla” diyordu sanırım o sırada, vakti zamanında sana eziyet edenler, mahpus damına atanlar… “Ahmet Abi sen de bağışla” diyordu şair. “Helallik” de en az o şiir kadar ağlatıyordu seni biliyorum. Eğer bu kadar güzel türkü söylüyorsan, bu kadar güzel cümbüş konuşturuyorsan, ud taksimine dalıyorsan bu kadar palas pandıras, bu kadar kuvvetle hepimize yaranı gösteriyorsan, öteki beriki demeden herkese anlatacak bir hikayen varsa eğer, “içinden öyle geldiği için değil/Ama hiç değil” kardaş, yaşadığın yere benzediğin için olsa gerek. Ah güzel Sırrı abim benim (ben senden bir yaş küçüktüm bana “abi” diyordun zaman zaman, ben hiç demedim sana, bu ilk oluyor), “İnsan yaşadığı yere benzer” sahiden baboş!

        Sen yaşadığın yere benziyordun şairden desturla. “O yerin suyuna, o yerin toprağına”, o yerin çeşmesi gibi akıyordun gürül gürül, o yerin dağı gibi sırlı, o yerin yeli gibi esiyordun püfür püfür; “suyunda yüzen balığa”, “toprağını iten çiçeğe”, “dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…” Şair bunları sana hatırlattığı için o şiiri okurken ağlıyordun! Çünkü sen de Ahmet Abi’ye benziyordun kardeşim; “Konya’nın beyazına”, Hakkari’nin “zengila zoma”sına, Diyarbekir’in bazaltına, “Antebin kırmız düzlüğüne”, Adıyaman’ın sert kayasına. Memlekete benziyordun Sırrı Abi; göğüne benzediğin için “gözyaşların maviydi”, denizine benzediğin için “dalgalıydı bakışların”, “evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına” benzediğin için sana dair söylenen her sözden memleket buğusu tütüyordu. Öylesine benziyordun ki memlekete; memleket evlerinin avlularına, çamaşır asılan balkonlarına, taze sürülmüş bereketli kara toprağına, el yakan tandır ekmeğine, taze sıkılmış pekmezine; bu yüzden kalbin “memleket kuyularının halkalarına” sıkıştırılmıştı. “Ve sözlerine” gelince kardaş; cep aynalarına benziyordu o sözler, arkasında Türkan Şoray resmi bulunan aynalara, pazarlarda yankılanan alım-satım diline, camilerde okunan hutbelere benziyordu, benziyordu tıpkı Kürt’ün kanayan diline.

        *

        Tabutun içinde yatıyordun sahnenin tam ortasında. Tabuta bakıyordum bir, bir ekrandaki resmine. Tanımayan herkes adres sorabilirdi sana, şadırvanda abdest alan her mümin ceketini teslim edebilirdi rahatlıkla, her eşkıya sığınabilirdi hanene, her günahkâr çat kapı girebilirdi evine, her umarsız çare sanabilirdi seni… Bu yüzden ben ağlıyordum, herkes ağlıyordu tabutun orada dururken… “Camcının cam kesmesine” benziyordun sahnede, “dülgerin rende tutmasına” çünkü… O salonda bulunan, dışarıda bekleyen, memleket sathında cenazeni televizyonlarda izleyen herkesin “cıgara yakmasına”, içlerinden birisinin “gazoz açmasına”, bir bebeğin annesinin parmağına tutunarak ilk defa ayağa kalkmasına, bir dervişin namaz kılmak için yere serdiği hırkasına, bir meddahın gülümseten şakasına, gülüşüne bir gurbetçinin, kalbini kıran birisinin kırık kalp sahibinden özür dilemesine benziyordun. Memleketin “minibüslerine, gecekondularına, hasretine, yalanına” benziyordun, riyakarlığına benziyordun dilini çok iyi bildiğin halkının… Bu yüzden bütün anılarına “iş ve ekmek” bahsi karışmıştı; bilincin Siverek acısı, gülüşün Şemdinli balıydı bu yüzden.

        *

        Sağ yanımda Mecliste bir ahenkle fikir serdedip doğru düzgün kanunlar yapsın diye, kâh dillerini düzelttiğin, kâh bir meselle kendilerine gelsinler diye uyardığın farklı farklı siyasi partilerin temsilcileri vardı, sol yanımda ise oğulları, kızları dağda heba olmuş veya olmakta olan beyaz tülbentli kadınlar... Politikacıların aklında o sırada ne geçiyordu bilmiyorum ama kendilerine “barış anneleri” diyen o beyaz tülbetli kadınlar, çocuklarının elinden tutup onları dağdan indirmeye çalışan son elçinin de gittiğine yanıp yüreklerinde sönen umut kandiline biraz daha yağ temin etmenin derdindeydiler. Sen onlara benziyordun kardaş, onların “bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan”, çok uzun yıllardan beri gülmüyorlardı. Onlardan biri Kürtçe seni anlattı ya Sırrı, sen gidince onlardan bir parçayı da alıp götürdüğüne yanıyordu doğaçlama hitabetinde. Diyordu ya şair “Bir halk gülüyorsa gülmek”tir diye,“ne kadar benziyordun Türkiye’ye” Sırrı Abi. Kalbine zarar, “bir güzel” cıgara “tutuşun vardı eskiden”, bir fotoğrafta olduğu gibi “dirseğin iskemleye dayalı” (şair buna bir vakitler “gökyüzüne dayalı” demişti), “cıgara paketinde yazılar resimler”,senaryolardan parçalar, “Devletin Kürt Filmi” mesela veya “Maraş faciasını” anlatan bir an… “Cıgara paketindeki resimler” diyordum, “Resimler: cezaevleri”, “Resimler: özlem”, “Resimler: eskidenberi”… Resimlerde kara bıyıkların, yüzünü kaplayan tebessüm… “Ve bir kaşın kalkık” diyor şair… Sevmen ne aceleydi be kardeşlik, “dostluğun” ne “çabuk”!

        Bakıyorum o resme, resim bütün sahneyi kaplamış. Elin nerede? Bir çaresiz uçurumdan düşmesin diye mi emanet vermiştin ona, yoksa birbirini tutmamaya kasem etmiş düşman elleri birleştirmeye mi koşmuştu bilmem. “Ve zaman dediğimiz nedir ki” Sırrı Abi? Cıgara “bir küfür gibi duruyordu” parmaklarının arasında eskiden. “Biz eskiden seninle” şehrin yoksul semtlerinde dolaşırdık bazen, sinema salonlarını “dolaşırdık bir bir”, “o zamanlar Malatya kokardı” sinemalar, “Nazilli kokardı” istasyonlar, “ve yağmurdan ıslandıkça” film afişleri, şehre “kıl gibi ince” pis bir yağmur yağardı, “esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen” bana yazılmamış romanını anlatırken, “kadının ütülü patiskaya” benzerdi teni, boyu uzun, kirpikleri uzun, “ve sana” Sırrı Abi “uzaktan uzaktan domates peynir” kessin isterdin sanki, Yılmaz o sırada “Ne yapsak ne etsek olmuyor bira” diye şiirler yazıyordu ikimizin huzurunda ve o kadın o şirin bahçeye sofra kuruyordu, “elini bir suya koyar gibi”, “kalbinden akana koysun” isterdin, cezaevine tekrar düşsen “cıgaranı getirecekti”, dünyaya getireceği çocuklar “dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi”… Biliyorum Sırrı kardaş, şair sözüdür;

        “O çocuklar büyüyecek

        O çocuklar büyüyecek

        O çocuklar…”

        *

        Tabutuna bakıyordum Ya Sırrı… Tabutun içinde bir sır kımıldayıp duruyordu sanki. “Bilmezlikten gelme” Sırrı Abi, “umudu dürtün” diyordun yoluna çıkana, “umutsuzluğu yatıştırmaktı” işin, “diyeceğim şu ki yok olan bir şeye” benzemiyordu sahnedeki tabutun. Matineye çıkmıştın sanki, sufleye zerre kadar itibar etmiyordun. Oradaki herkes, kadınlar, erkekler, salon tıklım tıklım, sanki seninle birlikte herkes yolcu, ellerinde mendiller, tabutunda karanfiller, herkes bekçi durmak istiyordu tabutun ucuna, ellerinde deste deste hasret, deste deste keder. Onlar ki senin bildiğin insanlar, “..hepsi/Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerde büyüyenler/Ah güzel” Sırrı Abim benim, seni bir tabuta koydular, gelip kuruldun karşımıza, “Dağılmış pazar yerine benziyordu memleket” sen buraya gelmeden önce, ortalığı toparlamak sana düştü, sana düştü o dağınıklığı bir düzene sokmak. Hüzünlenmek değil, ağlamak geliyor hepimizin içinden, gelen hüzün değil, Gelse de/Öyle sürekli değil/Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün/O kadar çabuk/O kadar kısa/İşte o kadar,” gelen gözyaşlarıdır, adam değilim eğer tutarsam…

        Sırrı Abi, “güzelim, bir mendil niye kanar

        Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar”

        Soruyorum bu soruyu içimden sana ve ekrar duyuyorum o sesi. Tabutun içinden değil, yirmi beş sene evvelinden ulaşıyor bana cevabın:

        “Başka çaresi yok da ondan.”

        *

        Sonra “qîzî” yanaştı tabutuna. “Babam bu türküyü çok seviyordu” dedi. Bozkır tezenesinin sesine benzettim “Allı Turnam”ı söyleyenin, o olmasa da ne fark eder, havalandı türkü salonun yüksek tavanına. Herkes tek ses oldu, içinden katıldı türküye.

        Vardığın yerde eğer bizi sual eden olursa Sırrı Abi, “boynu bükük, benzi soluk” kaldığımızı söyle. Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle… ha bir de çokça katkılarınla barışa çok yaklaştığımızı söyle.

        Sıramız gelince görüşmek üzere canım arkadaşım!

        Nur yağsın kabrine!