Çok iddialı bir cümleyle başlayacağım yazıya:
Tarihi boyunca Türkiye’de; bu memleketin tarihini, sosyolojisini, kültürünü, aydının derbederliğini, halkının ferasetini, devletin işlevini gerçek anlamda kavramış, “Türk insanının cevherini” arayıp bulmuş, ondan romanlar devşirmiş, sağlam tezler öne sürmüş tek entelektüel Kemal Tahir’dir.
Bize gösterdiği en önemli şey “yanılmalarımız”dır. Hep yanılmışız. Tarih konusunda yanılmışız, sosyolojik tahlillerde yanılmışız, modernleşme bahsinde yanılmışız, Batılılaşma hususunda yanılmışız, sağ-sol bahsinde, sosyalizm bahsinde yanılmışız, hukuk, demokrasi konusunda yanılmışız… Sadece toplumsal manada değil, bireysel olarak da hayatlarımız “yanılgılar” toplamıdır. İşin tuhaf yanı, “yanıldığını anlayan” da ne yazık ki “yanıldığını” itiraf etmemiş, “yanılgılarını” kendine yorgan döşek yapmış, uzanmış üzerine, aynı “yanılgıları” sonradan gelen kuşaklara devrederek o “yanılgıları” zaman içinde gerçek sandığı “dogma” haline getirmiştir.
İşte Kemal Tahir’in büyüklüğü burada çıkıyor karşımıza:
Yüksek sesle Kemalistlere, sosyalistlere, muhafazakarlara, dindarlara; “kardeşlerim yanılıyorsunuz” demiş, bunu dediği için de düşünce dünyasında kendilerine “yanılgılarından” bir imparatorluk kurmuş, orada bağdaş kurup yayılmış, konforunu yaşamış, “dogma” fikirlerini dünyanın tek gerçeği bellemiş olanların ayrı ayrı cemaatlerinden aforoz edilmiş, yangına ilk atılacak günahkârlar listesindeki yerini sağlamlaştırmış.
Aydın, halk konusunda yanılıyordu. “Doğma büyüme İstanbullu” Türk aydını Anadolu hakkında yanılıyordu. Paris’i bildiği kadar Yozgat’ı bilmiyordu. Le Bon’u bildiği kadar Mevlana’yı bilmiyordu. “Nutuk”u bildiği kadar Kuran’ı bilmiyordu. Onun gözünde Anadolu halkı, “karanlıkta yaşayan” bir koyun sürüsüydü. Bu yüzden Kemal Tahir, Anadolu halkının tarihine, kültürüne ters düşen ne varsa, onun benimsemediği, kurnaz gülümsemesiyle pek kaale almadığı ne varsa, tarihsel olsun gündelik olsun, hepsine sırt çevirmiş, o konforlu alanda yüksek perdede car car konuşanlara “yapmayın, yanlış yerde duruyorsunuz, böyle giderse bu halkı idarede güçlük çekersiniz” diyordu hayatı boyunca. Ama ille de bildiklerinde ısrar eden, Anadolu halkını kaale almayan, onu tanımak için hiçbir çaba sarfetmeyenlerle ilgili olarak; “tilmiz” Hulki Aktunç’un “Günlüklerinde” karşıma çıkan “Pavlov’un köpekleri” metaforuyla eleştiriyordu.
“Pavlov’un şartlı refleks deneylerinde kullandığı köpekler bir ölçüde sevimlidir ama başımıza bunca iş geldikten sonra, hâlâ şartlanmalar içinde debelenenler bana hiç sevimli gelmiyor.”
*
Kemal Tahir’e göre aydınımız Pavlov’un “şartlı refleks” deneyinde kullandığı “köpeklere” benziyor benzemesine de ne yazık ki o köpekler kadar sevimli değil.
Türk aydını, devlet okullarında parasız okumuş bir aydındır. Bu yüzden devlete hep borçlu hisseder kendini. Mektepten mezun olup “efendi” payesini aldığı andan itibaren geldiği yeri unutmuş, kendini her şeyi bilen, ahaliyi cahil yerine koymuş, kendine altından kalkamayacağı bir misyon biçmiş, kendi kendisine “karanlıkları aydınlatan fener” payesini vermiş, bir süre sonra da kendi dogmalarının esiri olmuştur.
Meşhur hikayedir, mutlaka bilirisiniz:
Köylü çocuğu, sırtında yırtık mintanı, ayağında şalvarı şehre gitmiş okumuş. Modern devletin rahle-i tedrisinden geçerek bir “aydın adayı” olarak tatil için köyüne dönmüş. Gözüne ilk çarpan “tırmık” olmuş, hayretler içinde babasına “Bu nedir?” diye sormuş. Babası, “Bilmiyor musun oğlum, ucuna bas, o sana adını söyler” demiş. Aydın adayı tırmığın ucuna basınca, tırmığın sapı küt diye kafasına çarpmış. O da can havliyle, “Hay s..tığımın tırmığı” demiş.
Kemal Tahir, şehirdeki mektebe gidip tırmığın adını unutmuş olan bu aydınların alayına siz “dogmalarınızın esareti altındasınız” dedi. Bu yüzden de her cenahtan aydının, hemen hemen hepsinin nefretini kazandı. Herkesle zıtlaşmayı göze aldı. Böylesine bir cesaret örneğini göstermiş tek aydın yoktur Türkiye tarihinde. Tığ teber şah-ı merdan ortaya çıkmış, etrafa kılıç sallamış, bir sürü kifayetsiz muhterisi biçmiş, bildiğinden milim şaşmamış.
*
Türk aydını, tercüme odasında doğduğu günden bugüne geviş getiren bir aydındır. Doğru belledikleri birkaç fikri kuşaklar boyunca tekrarlayıp durmuş. Bunu yüzlerine vuran tek kişi de Kemal Tahir’dir.
1960’ların ortalarından 1973’teki ölümüne kadar, Türkiye’de çıkan siyasi olsun, edebi olsun bütün dergilerini tarayın, hemen hemen her sayısında Kemal Tahir’e ya bir cevap ya da bir saldırı yazısıyla karşılaşacaksınız. Bu yoğun fikri saldırı karşısında neler hissettiğini yine Hulki Aktunç’un günlüklerinden öğreniyoruz. Aleyhine yazılmış her yazıya kahkahalarla güler ve şunları söylermiş:
“Kendilerinden kaçıyorlar. Yazı yazmak ne kadar basit aslında. Şu yüz yıldır yazılanları birkaç acıklı değişiklikle her ay yeniden gevelemekten bıkınca belki sakalı ele alıp düşünme, kıyısından köşesinden bir özeleştiriye girme cesaretini gösterecekler. İş işten geçmese bari. Hayat yürüyor, kimseyi beklemeden, onu anlamayanlara ağır pahalar ödeterek; bu pahaların ödenmesinde az biraz katkısı olanların kendine gelmemesi, aynı hataların yinelemesi kadar üzücü bir şey olamaz. Ama söz konusu paha ödemelerle hiç mi hiçbir ilgisi olmayanların, böyle bir onurun tamamıyla dışında kalmış kişilerin, bu onurun somut örnekleri karşısında dudağı uçuklayanların üremesi ne kadar gülünç.” (Hulki Aktunç, “Daktilo Günlük”, YKY, s.115)
*
“Entelektüel”in Osmanlıca karşılığı “münevver”dir. “Münevver”in Türkçesi ise “aydınlanmış kişi”dir. Osmanlı’nın köylü toplumunda okullu olmak “aydınlanmak” anlamına geliyordu, bu yüzden Osmanlı “münevver” dedi tahsil görmüşlere. Cumhuriyet’le birlikte bu durum değişmedi, kelime sadece öz Türkçeleşti, Cumhuriyet de “aydın” dedi “münevvere”. O yüzden “aydın”, “entelektüel” demek değil. Entelektüel, “büyük bir meşakkatle oluşturduğu şahsi fikir dünyasını toplumun hizmetine sunan kişi” anlamına gelirken, aydın, “modern devlet eğitiminden geçen kişi”dir. Anlayacağınız aralarındaki ilişki çok az...
Buna rağmen bizde “devlet eğitiminden geçmiş her kişi” kendini “entelektüel” sayıyor.
Bizim “aydınların” da başkalarıyla paylaşacakları bireysel, özgün bir fikir dünyaları pek olmadığından dışarıdan ithal, bir mürit gibi bağlandıkları ideolojilerine ısrarla destekçi arıyor, bulamayınca da büyük bir kızgınlıkla “çene yarıştırmaktan” başka bir şey yapmıyorlar.
Bu bahis her açıldığında aklıma, Kemal Tahir’in bulabildiği her fırsatta anlattığı “Çenebaz Osman Efendi” hikayesi geliyor. Daha önce de bir vesileyle anlattığım, İsmet Bozdağ’ın “Kemal Tahir’in Sohbetleri” kitabında yer alan bu hikâyeye, başta rahmetli Tahir Alangu olmak üzere Kemal Tahir’den dinleyen herkes bayılıyormuş. Tekrar yazıyorum buraya.
*
Çenebaz Osman Efendi 17. yüzyılda yaşamış bir Yenişehirlidir.
O tarihlerde Osmanlı, Moskof gavuruyla cenge tutuşmuş ki, tekmil işler arapsaçı… Bir onlar bastırıyor, bir Osmanlı… Bir türlü yenişemiyorlar. İki tarafın da canı çıkmış, soluğu kesilmiş ama savaş huyundan vazgeçmemiş.
Gelgelelim, Moskof ordusunun Paşası Romanzof nam kafir iman ehlini dize getiremeyince Çariçe Katerina, “Nedir, n’oluyor? Osmanlı’ya ne görünmüş de bizim Romanzof Paşamızın kılıcı bir türlü kına girmez! Varın şunu tez öğrenin,” diyerek iki sevgilisini Orlof’la Abrişkof’u birden cenk meydanına göndermiş. Katarina Çariçe’nin bu gözde komutanları, bir süreliğine Çariçe’yi boş bırakma pahasına gelip bakmışlar ki Moskof ordusu Osmanlı topraklarına girmiş, ta Yerköy’e kadar uzanmış ama buraya da kazık gibi çakılmış. Karşılarında zorlu bir Osmanlı ordusu var, milim ilerleyemiyorlar.
Bakmışlar bu iş votka içip nara atarak olmuyor, tek çıkar yol barıştır diye düşünmüşler ve “tez Osmanlı’ya haber salın, barışalım” diye buyruk vermişler. Gavurun imana geldiği haberi bizim savaşı yöneten Paşa’ya ulaşmış, o da haberi kuşun kanadına yükleyerek anında İstanbul’a uçurmuş. Saray bu habere bir sevinmiş, bir sevinmiş hemen savaştan zararlı çıkmamak için yaman bir müzakereci arayışına girişmiş. Yerköy’e gönderilmek üzere aranan adamı bulmakta pek güçlük çekilmemiş, herkesin aklına aynı adam gelmiş, o adam da Yenişehirli Çenebaz Osman Efendi’den başkası değildir!
Yenişehirli Çenebaz Osman Efendi medresede Aristo mantığını hatmetmiş, ağzından akıl donduran laflar dökülüyor ki yanında bizde her gece televizyonlara çıkıp çene yarıştıran aydınlar dilsiz kesilir. Osman Efendi yola çıkmadan önce padişah efendimiz de İstanbul’un altını üstüne getirerekten, gayet marifetli, nefesi en az bizim aydınlar kadar kuvvetli bir hoca bulup ona bir de muska yazdırmış. Muskayı da bir uşakla Osman Efendi’ye göndermiş, muskayı müzakerecilerin geçeceği yola gömdürmesini, böylece oradan geçerken üstünden atlayan herkesin aklının başından uçacağını da haber vermiş.
Yenişehirli Osman Efendi kalıbında durduğu gibi durmuyor, fıkır fıkır, çene gücüne en az bizim aydınların ceviz kabuğunu doldurmayan fikri kadar güveniyor, muskayı da kapınca onu hemen gavurun geçeceği yola gömmüş, “Şimdi keferenin dibine kibrit suyu döktüm” deyip o yürek serinliğiyle ertesi gün barış masasına gururla oturmuş.
Derken, Çariçe Katarina’nın sevgilileri Orlof’la Abrişkof muskanın üstünden atlayarak sağ salim masaya gelmezler mi? Osman Efendi düşünmüş:
“Bunlar muskayı geçti, akıl da bunların kafa tasından uçtu, tas şimdi bomboş demektir. Ne kaldı geride? Hırsı kalmıştır gavurun, para hırsı! Sarı liralarla hırsını da doyurdum mu keferenin, çanına ot tıkadım gitti.”
Çenebaz Osman Efendi, büyü ve çene gücüne sırtını dayayıp açmış müzakereleri:
“Şu Kırım meselesini görüşelim!”
Gavur Ruslar “ne diyor bu efendi” der gibi birbirinin yüzüne bakmışlar önce, sonra Çenebaz Osman Efendi’nin yüzüne bakıp sırıtmışlar. Belli ki bu efendi şakacı biri! Kırım meselesi hal olalı yıllar olmuş, mesele sarılıp dürülmüş, konuşulacak nesi var ki! Önce “galiba ağa bizimle eğleni,” diyerek çok gülmüşler, sonra aniden gülmeyi kesip şöyle “tabi” diye söze başlamak için düşünür gibi yapan bizim aydınlar gibi hafiften öksürerek boğazlarını temizlemişler ve fakat bizim çenebaz Osman Efendi hiç oralı değilmiş, “Kırım” diyor da ağzından başka bir laf çıkmıyor. “Şu Kırım meselesi canım, şunu bir görüşüp savuşturalım da gerisi kolay iş” deyip bir sağ elini sağındaki altın torbasına, bir sol elini solundaki altın torbasına sokup sarı liraları durmadan şakırdatmış.
Hiçbir ilerleme kaydetmediklerini gören Ruslar, “Her halde bu efendi bugün hasta, yarın iyileşir inşallah, müzakereleri erteleyelim” demişler. Ertelemişler ama ertesi gün bizim Çenebaz Osman Efendi’nin yine ilk sözü, “Aman şu Kırım meselesini bir savuşturalım, gerisi kolay,” olmuş. Bir gün, iki gün, üç gün, Ruslar bakmışlar ki buradan bir yere varmak Türkiye’de solun iktidara gelmesi kadar çetin bir şey, Çariçe’nin sevgilileri Orlof’la Abrişkof fırsat bu fırsat diyerek, Çariçe’ye bir an önce kavuşmak için malzemeyi toplayarak Moskova yoluna düşmüşler, Romanzof da orduların başına geçmiş.
Çenebaz Osman Efendi müzakerelerin gidişatıyla ilgili Saray’a hemen günümüz politikacılarının sevdiği deyimiyle bir “bilgi notu” döşemeye başlamış:
“Her şey tasarladığım gibi oldu. Çariçe’nin iki sevgilisi, Orlof’la Abrişkof’un akılları başlarında olmayıp Moskova yollarındadırlar. Romanzof’a gelince, onun da geçeceği yola muskayı gömdüğümüzden, pek yakında mecnun olup avareleşeceğinden hiçbir şüphe kalmamıştır.”
Bu arada Romanzof muskanın üzerinden atlamış, Osmanlı cephesini yarmış, ta Kaynarca’ya kadar dayanmış.
İsmet Bozdağ’a göre rahmetli Kemal Tahir, kalabalık ortamlarda bulduğu her fırsatta bu hikayeyi anlattıktan sonra, “Biz bu Çenebaz Osman Efendi yüzünden, Kaynarca Anlaşması’nı imzalamak zorunda kaldık,” der ve şöyle devam eder:
“Sonradan anılarını yazan Rus Başkomutanı Romanzof, Yenişehirli Çenebaz Osman Efendi için şunları söylüyor: ‘Bu efendi delidir desek, edepten dışarı! Ancak şöyle deriz: Bunun aklı var, var ama bu akıl bildiğimiz, gördüğümüz akıllardan değildir.”
*
İki yüz seneden beri çene çalıp, bir yerlerden ezberlediği bir takım “dogmaları” fikir sanan Osman efendilerin cennetidir burası.