7 Ekim’de Hamas tarafından İsrail’e yönelik başlatılan Aksa Tufanı Operasyonu'nun üzerinden tam bir yıl geçti. O günden sonra içinde yaşadığımız coğrafyada hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bundan sonra da olmayacak.
Dahası, bölgede başlayan çatışmaların durdurulmasının artık çok zor olduğunu düşünüyorum. Gazze’deki büyük katliam ve soykırım dünyanın gözü önünde devam ediyor. İsrail, Batı Şeria’daki işgalciliğini genişletiyor. Nihayet olur mu olmaz mı derken, Lübnan da savaşın içine çekildi. Stratejik sabır, temkin derken İran da.
Gayet açık, küresel düzeyde ABD’nin başını çektiği ve İsrail’in de merkezinde yer aldığı bir plan işliyor. Başka bir deyişle Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde son derece somut bir aşamadayız. Bu değişimin neredeyse onlarca (hatta yüzlerce) yıldır konuşulan, bir kısmı komplo teorisi diye kenara atılan tezlerle ne kadar ilgisi var? Şu an dünyanın dört bir yanında bu tartışma her zamankinden daha canlı biçimde devam ediyor.
KİM NEREYE KOŞACAK?
Olup bitenin aktörleri sadece devletler değil. Hemen her ülkede bir ya da birden fazla devlet dışı aktör işin merkezinde yer alıyor. Bunların İsrail ve İran arasındaki çatışmaya aktif olarak katılanları, Tahran destekli örgütler ve yapılar. Hizbullah, Haşdi Şa’bi, Husiler ve diğerleri.
Ancak bölgedeki devlet dışı aktörler bunlardan ibaret değil. Irak ve Suriye’de Kürtlerin merkezinde olduğu yapılanmalar, DAEŞ ve diğerleri de hadiselere neredeyse koşu mesafesinde duruyor. Kimin nereye ne zaman ve kim adına koşacağını bilmek de kolay değil. Şu an tek bildiğimiz bölgenin çok büyük siyasi depremlere gebe olduğu.
ABD BÜYÜK UZLAŞTIRICI Mİ?
Bu durumu daha da tehlikeli hale getiren, herhangi bir uzlaştırıcı büyük gücün devrede olmaması. Bilinen savaş kuralları, arka ya da ön kapı diplomasileri varlığını ya da gücünü yitirmiş görünüyor. Bölgede İsrail’i dizginleyecek yegane gücün ABD olduğu iddiası ise, ortak bir plana, en azından ortak hedeflere sahip oldukları gerçeğiyle birlikte anlamsız hale geliyor.
ABD’yi kadiri mutlak olarak görmekle, tükenen bir güç olarak tanımlamak arasında fark olduğunu düşünmüyorum. Sadece şunu vurgulamak için dikkat çekiyorum. Stratejik üstünlüğü elinde tutmanın en temel dinamiği, strateji üretecek akıl ve mekanizmalara sahip olmak. ABD’nin bu yönde ciddi bir üstünlüğü var, bunu görmek ve anlamak önemli.
İşte o merkezlerde dile getirilen bir önerinin, bu aynı zamanda bir stratejinin parçası, özeti şu: ABD, bölgedeki askeri varlığını ve gücünü yeniden tanımlayarak İsrail’in yanında olmalı. Böylece bölgedeki değişim sürecini güçlü biçimde yönetmeli.
TEMKİN VE TEDBİR
Günler, haftalardır bu meseleyi tartışıyoruz. Kuşkusuz bizim için en önemli yanı, Türkiye’nin bu sorunların ortasında neler yapması ve aynı zamanda yapmaması gerektiği. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta Türkiye’ye yönelik tehdidin boyutları konusunda çarpıcı açıklamalarda bulundu. Bu hafta salı günü TBMM’de Dışişleri ve Milli Savunma bakanları, (yapılan oylamaya göre) gizli ya da açık oturumda bilgi verecekler. Bu önemli ve daha sık yapılması gereken bir uygulama.
Bir soruna müdahil olmak ve ilgi göstermek; onun içinde taşıdığı her çatışmaya taraf olmak anlamına gelmez. Türkiye, Irak’ta, Suriye’de ve Lübnan’da, tarihsel bağlarından güvenlik mimarisine kadar geniş bir bağlamda müdahil ve etkili olmak zorunda. Burada yaşanacak hiçbir değişime kayıtsız kalamaz. Ama bunu söz konusu bölgelerdeki çatışmaların tarafı olmadan yapabilmek ayrıca marifet istiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve mevcut iktidarın, siyasi geleneğinin katkısı ve 20 yılı aşan tecrübesiyle yaşanan büyük sorunları yönetebilme açısından ciddi avantajları var. Açıkçası diplomasi, savunma ve istihbarat üçgeninde de çok büyük mesafeler alındı. Türkiye, hadiseler karşısında eli kolu bağlı ve izleyici konumunda değil. Bu çok değerli.
Ancak her zamankinden daha fazla temkine, tedbire ve alternatif senaryolara ihtiyacımız olduğunu hatırlatmanın herhalde bir zararı olmaz.