Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Selim İleri Bey ve o dolaba iki el revolver

        Selim İleri çok ünlü bir yazar mıydı yoksa çok büyük bir yazar mıydı? Türkiye’de sık sık ikisi birbirine karıştırılır. Üstelik çok da üretken. Ama fabrikadan çıkar gibi kitap yayımlayan bir yazar, çalışkanlığıyla övgüyü hak etse de, üretkenlik de tek başına büyüklük ölçüsü değil. Fatih Özgüven onun arkasından “Sonuçta bize öğrettiği; zihnindeki tek romanı yeniden ve yeniden yazdığı için bir yazara ancak hayran olunabilir,” diye yazdı sosyal medyada. “Oluyoruz.”

        Selim İleri hep tek bir roman yazdı. Büyürken okuyup etkisinde kaldığı ve gençlere kalemi ellerine almadan önce mutlaka okumalarını tavsiye ettiği klasik Türk edebiyatını oluşturan yazarlardan biri olmak istiyordu. Ancak dilde, üslup ve anlatımda ilkleri denemek, devrim yapmak, çığır açmak için çok geç kalmıştı. Yapmak istedikleri çoktan yapılmış, kendisi de sanki yanlış zamanda doğmuş gibiydi.

        İçten içe bu durumun farkında olduğunu da zannediyorum, çünkü daha gençliğinden itibaren yürüyen bir nostalji panosu gibiydi. Can düşmanı Murathan Mungan bir gün bir sohbette onun için “Çoktandır roman yazamıyor,” demişti. “Çünkü Kapalıçarşı’ya kumaş gelmiyor.” Kapalıçarşı’dan alınacak kumaşlara sarılarak Eski İstanbul diye inleyip ilham gelmesini bekleyen bir Selim İleri karikatürü kitaplarını okuyanlar için çok da abartılı değil.

        *

        Zamanında Zeki Müren’le Bülent Ersoy arasındaki gerginliğin asıl nedeni için Paşa’nın kendisinden sonra ünlü olan ve kendisinin yaptığı her şeyi yapıp üstelik birkaç adım daha da ileri taşıyan Babla’yı bir türlü kabullenemediği söylenirdi. Kim mi söylerdi? Eski zaman “lubunyaları” tabii ki. Babla bir şekilde Paşa’dan daha devrimci, daha çirkef, daha da yırtık, daha da cazgır olmayı başardı ve kendisine yer etti.

        Selim İleri’nin kötü filmlerde sevişme sahnesi başlayınca kameranın pencereye dönmesini andıran tül perde eşcinselliği romanlarında ancak imayla değindiği, üzerini epey örttüğü bir konuydu. Murathan Mungan yazı dünyasına girdiğinde o perdeyi yerle bir etti. Anadolu delikanlısının trans sevgilisi için işlediği cinayetlerden taksi şoförleriyle yaşanan gece tarifesi romansına, terasta unutulmuş ıslak bir havludan hemen önce birbirine dokunmaya tereddüt eden iki erkeğe kadar o zamana kadar yeraltına hapsedilmiş bir dünyayı gözümüzün önüne getirdi. Üstelik kendi kimliğini de bağıra bağıra söyledi. Bütün bunlar kültür-sanat kanalı TRT2’nin Paşa’sı Selim İleri için çok fazlaydı.

        Mungan’ın “Boyacıköy’de Kanlı bir Aşk Cinayeti” öyküsünü okuduğumda böylesi bir yazarlık da yapılabilirmiş gibi düşünmüştüm, bir lise öğrencisiyken. “Paranın Cinleri” bana insanın kendi şahsi hikayesinden evrensel bir hikaye çıkabileceğini göstermişti.

        “Paranın Cinleri,” kim bilir, Selim İleri’nin belki de en iyi eseri “Annem İçin”den ilham almış olabilir. İki yazarın da annelerini anlattığı kitapların benzerlikleri belki buraya kadar ama; Mungan hikayeyi tamamlarken İleri o zamanlar daha adı konmayan Alzheimer hastalığına yakalanan annesini yazmaya daha fazla enerjisinin yetmediğini itiraf edip pat diye bitiriyor kitabı.

        Her ne kadar kitabın en çarpıcı kısmı böyle pat diye bitmesi olsa da neden tamamlayamadığı, Mungan’ın kendi hayatını tefrika etmekten çekinmezken İleri’nin neden bitip tükendiği iki yazarın yazıya yaklaşımı konusunda da yeteri kadar aydınlatıcı. Selim İleri için yazı sınırları olan bir dünya. Yazıya sınır koyanlar, etrafına çit örüp bazı alanları yasak belleyenler kendi kendisini en büyük düşmanı halbuki.

        *

        Selim İleri için edebiyat hep, belki de kendisi de öyle öğrendiği için, belli sınırlar çerçevesinde icra edilmesi gereken bir…uğraş, zanaat, meşgale, hobi…tam olarak neydi acaba Selim İleri için? Edebiyat en fazla meslek oldu onun için galiba. Bu açıdan tapu kadastro dairesinde memur olarak da hayatını tamamlayabilirdi, bu da onda hiç sırıtmazdı. Edebiyata da bir memuriyet gibi yaklaştı, mükemmel—ve çok eskimiş—Türkçesiyle yazdığı cümleleriyle yazının belli bir şablona oturması, romanın belli bir form ve standartlara tabi olması gerektiğine inandı.

        En bilinen romanı “Her Gece Bodrum”un kaderi adının içeriğinden daha fazla bilinmiş olması. Rivayete göre romanın adı “Her Gece”yken son anda Attilâ İlhan’ın önerisiyle “Her Gece Bodrum” olarak değiştirilmiş. Tarihe kalan da romanın kendisindense turizm sayfalarından köşe yazısı başlıklarına kadar sık sık atıfta bulunulan adı kaldı. Bir yazarın en akılda kalıcı mirasının bir başka yazar, üstelik kendisinden daha usta bir yazara ait oluşu başlı başına trajik.

        Selim İleri’nin yüzündeki o Türkan Şoray hüznü de bundan mıydı acaba? Yoksa tıpkı Atilla Dorsay gibi platonik aşk beslediği Sultan’ın filmlerini izleye izleye öğrenilmiş bir Yeşilçam ifadesi miydi?

        İleri’nin bir dönem Star’da yayınlanan ve Necef Uğurlu’nun yazdığı “Şen Dullar” dizisinde ana karakterlerin komşusu “gay yazar” rolünde oyunculuğu da denediğini unutulmasın. Galiba o rolü bütün romanlarına bedeldi, zaten evini de o rol sayesinde alabilmişti. Kafasını sokabilecek bir yuva almış olmak kendisinin karikatürize edilmesine değerdi.

        *

        Yıllar önce, o zamanlar çağdaş Türk edebiyatı denilen külliyatı yeni yeni keşfetmeye başladığımda bir yazara Selim İleri’nin kitaplarını sormuştum. “İşte Bodrun entelektüellerinin kendi aralarındaki sorunları,” demişti. Bugün “Ölüm İlişkileri”nden “Cehennem Kraliçesi”ne o kitapların tamamını okuduğumda aklıma başka bir özet gelmiyor. Tek bir satır, tek bir çatışma, “neden sonra” ve “kekremsi” gibi ifadeler dışında bir iz kalmadı.

        80’lerde entelektüel çevrelerde olanlar o romanlara ilham vermiş dönemin ünlülerini az-çok tanıyorlar. “Cehennem Kraliçesi”nin ressam Fatma Tülin (ya da Enis Batur’un tabiriyle Tül) olduğu bilinir mesela. Ama kitaplar her biri aynı tül perdenin arkasında fazlasıyla üzeri gizlenerek anlatılan bu karakterlerin gerçek dünyalarına dair tatmin edici bir kaynak olmaktan ötedir. Hele hele Truman Capote’nin “La Côte Basque” hikayesinin benzerini bekleyenlerin hevesi kursağında kalacaktır. Capote ısırdı, ama bedelini de ödedi.

        Murathan Mungan’ın “Yüksek Topuklar” romanı çıktığındaysa 2000’lerin başında Cihangir’de herkes kim-kimdir oyunu oynuyor, mahallenin çok konuşulan dedikodularını bilenler ay-onu-da-mı-yazmış diye hayret içinde sayfalarını çeviriyordu. Murathan Mungan ne kadar ve kimi ısırması gerektiğini çok iyi bildiği için o romandan sıyrıksız ayrıldı.

        Selim İleri için anlatabileceğim böyle bir durum yok.

        *

        “Yüksek Topuklar” yayımlandığında Murathan Mungan bir rock star’dı. Şiirlerini okuya okuya aşık olan üniversiteli gençlerin—çoğu da erkek—Diyarbakır’da onu gözleri kamaşarak, neredeyse gökten inmiş bir ilah gibi izlediklerine bizzat tanıklık ettim. O ne istese yapmaya hazır, gözlerini karatmış, hipnotize olmuş bir kuşak yaratmıştı satırları. Yazının gücünü belki de ilk kez orada gördüm.

        Bu gençlerin aşık oldukları o satırlar mıydı, o satırların sahibi miydi? Bu kafa karışıklığı ya da göz kamaşması fazlasıyla Türkiye coğrafyasına özgüydü ama. Türk erkeğinin bu tanımlamaz ruh hali Murathan Mungan’ın en iyi işlediği temalardan biridir.

        Selim İleri de bir zamanlar ünlüydü, hatta çok ünlüydü. 80’lere damgasını vurdu bile denebilir. Ama onunki kitaplarını okuduktan sonra yoldan çıkabilecek kadar gözü kamaşan gençlerin arasındansa yerleşik düzende edinilmiş bir şöhretti. Kendisine aşık, hatta zaman zaman kendisini sorgulayıp kendisini bulan bir Anadolu kuşağı yaratmadı. Onun ödülü devlet televizyonunda programlar, edebiyat dergilerinde söyleşiler, kitaplar, paneller, söyleşilerdi.

        O kadar ünlüydü ki Hürriyet’te kültür-sanat dünyasından dedikodular yazmak için yaratılan kompozit karakter “Kültürazzi”nin köşe klişesi bile ona benzetilmişti. Tıpkı İleri’nin Bodrum romanları gibi Kültürazzi’nin dedikoduları da dişe dokunur cinsten değildi. İnsanların uzun yıllar Kültürazzi’yi Selim İleri zannetmesi boşa değildi, ikisi de ısırmıyordu ne de olsa.

        Selim İleri tam da ısırmadığı için kültür-sanat dünyasında birkaç kişinin egemen olduğu 80’li yıllarda açılan kontenjandan içeriye girmişti. Zeynep Oral’ların kurduğu düzen bununu gerektiriyordu; sistemle uyumlu, ısırmayan, tatlı su yazarlarına ancak içeriye giriş vizesi veriliyordu. Kulübe alındıktan sonra çok da göze batmayacak bir köşede kendi kendinize oyalanmanıza izin veriliyordu. Bir Çağan Irmak filmi en fazla.

        *

        Eşcinsel bir yazar için ısırmamak kapıların açılması, kazanılan statünün kaybedilmemesi için elzemdi. Selim İleri, kendi kuşağındaki pek çok başka isim gibi, cinsel kimliğinin bir gün kendisi aleyhine kullanılmasından korkuyor olmalıydı. Kullanılsa ne olur? O kadar kolay değil. İnsanların geçim dertleri var. Can suyu, Milliyet Sanat’tan gelecek telif veya Aziz Bozkurt ya da Atıl Ant’ın iki dudağının arasında kaderi tayin edilen yayımcılık dünyasına bağlıysa ısırmak da kolay olmuyor.

        İşin acıklı kısmı, Türkiye çok değiştikten sonra bile savaş görmüş bir kuşağın çocuğu olan Selim İleri için SSK emeklilik primini için gün sayan devlet memuru zihniyeti değişmedi. Hep bir güvence, hep bir liman aradığı için kötü yaşlandı ve öyle ya da böyle çok kıymetli adını FETÖ’nün hizmetine sundu. FETÖ’nün ilk eşcinsel merakı değildi Selim İleri, ama ilk kullanışlı avlarıydı.

        Bir gün bir meyhane masasında ona yıllarca köşe yazdığı FETÖ’nün paçavra gazetesini çıkaran yayın yönetmeninin uyduruk öykü kitabının arka kapağına nasıl övgü dolu bir yorum yazdığını sormuştum. FETÖ’cünün öykülerinin iyi olabilmesi mümkün değildi, Türk edebiyatının uzmanı Selim İleri’nin yüksek beğeni standartlarına uyabilmesi imkansızdı. Bunu o da biliyordu, rica edildiğinde kıramadığını söylemekle yetinmişti. Yine de bir yerlerde böyle konuştuğu duyulmasın diye son bir diplomatik hamleyle “İlk öyküsü iyi,” demişti.

        Kendisi de olmak zorunda olduğu yerin trajedisinin farkındaydı, ama artık bilinçaltında hangi yoksulluk travması, hangi devlet memuru ezberi kaldıysa çaresiz olduğunu biliyordu. Gözleri dolduğu için biraz üzüldüm, ama o başka yazar çizerler ona kol kanat geren şebeke tarafından hapse atılırken kendisine verilen konforlu alandan hiç vazgeçmedi. Aynı dönemde, Türkiye dünyanın en fazla hapisteki gazeteciye sahip ülkesiyken, cumhurun reisi olup tek bir cümle bile etmeyen kişiyi Selim İleri’nin cenazesinde görünce aklımdan geçen sadece tencere ve kapak oldu. De Gaulle doğulmuyor, olunuyor.

        *

        Daha evvel anlatmış olabilirim, çünkü canlı izlediğim andan itibaren zihnimde yer eden bir sahneydi: 90’lı yıllarda “Sanatçı nedir?” tartışması vardı ve Savaş Ay’ın “A Takımı” programına bağlanan Ayşenur Arslan isyan ederek “Murathan Mungan gibi 15 gün boyunca kuru fasulye yiyip kendi yazdığından taviz vermemek” örneğini vermişti.

        Murathan Mungan’dı, gay ve Türkiye’de daha çok hakemler için kullanılan o kelime arasındaki kategorik bir fark olduğu tespitini yapan. Bir gay var, bir de hakem var. Bugün artık rahatlıkla söyleyebilirim ısırmadan yazar olunmaz, ısırmak için de biraz hakemlik yapmak şart. Selim İleri hiçbir zaman bir derbi maçı yönetmedi.