Bu yıl 90’lar, New York, medya (veya 90’larda New York medyası) üzerine çok kitap okuduğumdan bir anlamda nostalji denizinde boğulmak üzereyim. Nostaljinin bir tuzak olduğunu, elbette, çok iyi biliyorum ama bir kere düştüm ve çıkamıyorum. Çünkü geçmiş, en azından benim de dışarıdan, bir okur olarak tanık olduğum medyanın yakın tarihi, bugünkünden çok daha zevkli, çok daha renkli, eğlenceli. Başkalarının da benimle benzer hisler içinde olduğuna eminim, çünkü kuşe kağıda baskılı parlak yıllar benim de bu işe başlamamın sebeplerindendi.
Trajik olansa çoğumuzun bu dönemi ıskalamış olmamız. İlk imzamın üzerinden neredeyse 30 sene geçmiş ve yavaş yavaş bu parantezin kapanması gerektiğini düşünürken medya tarihi kitapları bana yanlış meslek seçtiğimi düşündürüyor. Condé Nast’tekiler gibi yaşamadıysak yaşadık sayılır mı?
“Empire of the Elite” Bugün bakıldığında bilimkurgu ya da peri masalı gibi görünen, bol paralı, bol şaşalı, bol şöhretli ama en önemli bol heyecanlı yılları bir dergi grubunun kendi tarihinden anlatıyor. Kitabın yazarı—ve New York Times medya muhabiri—Michael M. Grynbuam’a göre ortada “influencer” diye bir kelime yokken topluma neyi beğenmesi, yemesi, düşünmesi, giymesi, nasıl yaşaması gerektiğini dikte eden bir güçtü Condé Nast. Vogue, Vanity Fair, New Yorker, AD gibi dergilerle kültürün sadece nabzını tutmuyor, bizzat belirliyordu.
PARANIN HADDİ HESABI YOKTU
Başka vesilelerle de defalarca tekrarlandığı gibi bu dergilerin çalışanları da bugün—ve hatta o gün de—akıl almayacak maddi ayrıcalıklara sahipti. Faizsiz ev kredisi, hatta çoğu zaman defter bile tutulmadığı için takip edilmiyor; seyahate gidecek editörlerin valizlerinin önceden FedEx’le gönderilmesi; özel işler için de kullanılan şoförlü arabalar; daima ‘first class’ uçuş; Paris’te mutlaka Ritz’de konaklama; editörlere özel on binlerce doları bulan kıyafet bütçesi; bir tür örtülü ödenek gibi kullanılan, yeri geldiğinde Venedik’teki gondolculara rüşvet vermek için nakit çekilen masraf hesapları. Ve daha neler neler.
Tony Blair’le 10 dakikalık söyleşi için Londra’ya defalarca gidip gelen Vanity Fair yazarı Todd S. Purdum dönüşte 100 bin dolar masraf çıkartıyor. Aynı dergi Hollywood sayısının bir kapak çekimine yaklaşık 500 bin dolar harcıyor; derginin editörü Graydon Carter patrona “Bir iyi bir haberim var,” diye bu çekimi anlatırken “Kötü haber: bir kapak için 475 bin dolar harcadık, ama iyi haber: 475 bin dolarlık kapak çekimi gibi gözüküyor,” diyor.
Tina Brown büyük tartışmalar sonucu devraldığı New Yorker’da yazarlara altı haneli maaşlar bağlıyor. Vogue’un başındaki Anna Wintour yine yüzbinlerce dolara mal olan fotoğraf çekimlerini son anda dergiye koymuyor.
ASIL OLAY PATRONDA
Condé Nast’ın böylesi bir iktidar odağı olmasında editörlerin katkısı yadsınamaz. Zaten her biri zaman içinde efsane oldular. Ama perde arkasında utangaç, sosyalleşmekten hoşlanmayan, kendisini başta ailesine kanıtlamak zorunda hisseden bir de patron vardı.
Si Newhouse mahremiyetini korumakla biliniyor, Newhouse ailesi de “Empire of the Elite”in yazımına katkıda bulunmamış ama gruba dair onlarca kitap arasında ilk defa patronlar katında neler döndüğünü de biraz öğreniyoruz.
Si Newhouse’un en önemli kuralı çalışanlarının dergi sayfalarında yer verdikleri insanlarla eşit düzeyde yaşamalarıydı. Bu yüzden genel yayın yönetmenlerinin de birer star olmalarını önemsiyordu. Hatta grubun bir yöneticisi bir gün bir editöre “Dedikodu sayfalarında adın yeteri kadar geçmiyor,” diyor.
Newhouse bu paraları harcarken aynı zamanda toplumda itibar satın alıyordu. Bu dergiler sayesinde istediği ağrılığı elde etmişti. Vogue’la modayı, Vanity Fair’le Hollywood’u, New Yorker’la düşünce dünyasını elinde tutuyordu. Ayrıca insanların editörlerinden, dergilerinden bahsetmesi, harcanan paraların medya koridorlarında kulaktan kulağa konuşulması hoşuna gidiyordu.
MUSLUKLAR KISILIYOR
Para para para genellikle Condé Nast mitolojisinin en çok tekrar edilen unsuru. Graydon Carter kendi kitabında partinin yavaş yavaş bitmeye başladığını anlayıp 25. yılın sonunda dergiden ayrılmaya karar verdiğini yazıyor. Kamuya açık bir şirket olmadığı için paraları istediği gibi harcayan Newhouse da 2008 krizinden sonra muslukları yavaş yavaş kısıyor.
New Yorker’ın başındaki David Remnick gibi bazı editörler işe özel otomobille değil metroyla gitmeye başlayınca bir dönem de bitmiş oluyor. Vogue editörleri artık Paris moda haftasında Ritz’de değil Marriott gibi zincir otellerde kalıyor.
Oysa çok da uzak olmayan bir geçmişte Condé Nast yöneticilerine zorla lüks otomobil aldırır, editörlerinin lüks otellerinde kalmalarını, görüşecekleri veya haber yapacakları kişilerin onları bu lüks otelin kahvaltı salonunda görmelerini özellikle isterdi.
Bugün tek bir fotoğraf çekimine harcanan yüzbinlerce dolarlık bütçeler çıkmıyor. Condé Nast’ın dolabındaki Fiji marka içme suları bile ucuz bir alternatif olan Poland Spring’le değiştirilmiş.
Bazı dergiler zarar ediyordu, ama grup toplamda bu gösterişli yaşam tarzına rağmen grup toplamda karlıydı. Sadece rakiplerinden daha az karlıydı. Bir ara grup İnternet yayıncılığına nasıl adapte olacağını kavrayamadı, ama sonradan öğrendi.
İşin ironik tarafı, Discovery ve Reddit gibi akıllı yatırımlar sayesinde Condé Nast bugün hiç olmadığı kadar varlıklı. Hiç kar etmeseler bile dergileri daha uzun yıllar taşıyabilecek kadar kapitali var. Ama o şaşa, o lüks, o şöhretler gibi yaşayan gazetecilerden eser yok. Çünkü bugün kültür ve tüketim insanlara neyin iyi olduğunu söyleyen öncü figürler sayesinde değil, kendi kendilerini bir konunun öncüsü ilan eden birtakım sıradan, vasat, orta sınıf figürlerle ilerliyor.
KANAAT ÖNDERLERİ DEĞİŞTİ
Değişen sadece bütçeler, yaşanan abartılı hayatlar, tapınılan şöhretler değil. Epeydir kültürde dergilerin etkinliği azaldı, para da bu yüzden kesildi.
“Empire of the Elite”in daha giriş sayfasında bir zamanların dev dergi grubunu şimdinin influencer’larıyla kıyaslaması boşuna değil. Eskiden Vogue’a bakıp kıyafet seçen (veya seçmeye özenen) hatırı sayılır bir grup insanın algısını şimdi Instagram ve TikTok’taki vasat tipler belirliyor.
Si Newhouse durup dururken gazetecileri servete boğmadı. Harcanan her bir kuruş onların zevkini, görgüsünü, bilgisini şekillendirmek için yatırımdı. Dünyanın en iyi lokantalarında yemek yemeden, en iyi otellerinde kalmadan, en iyi uçaklarda uçmadan bu konularda başka nasıl söz alınabilir?
Bugün influencer’lar bu açığı doldurmaya çalışıyor ama aslında ortada koca bir yalan dönüyor. Bir süre önce Cosmopolitan dergisi Los Angeles’ın meşhur ve çok pahalı süpermarket zincirine gidip “Bugün Erewhon’dan aldıklarım bunlar,” diye şişesi 25 dolara su ya da blue spirulina’lı 100 dolarlık bilmem ne iksirini diye video çekip paylaşanlar üzerine bir yazı yayımladı. Bu video’ları çeken insanlar Erewhon’a giriyor, 280 dolarlık bir şişe oksijeni alışveriş arabalarına atıyor, kaydını yapıyor ve aynı ürünleri sonra tekrar raflara yerleştirip hiçbir şey almadan marketten çıkıyorlar.
Aynı taktiği “Louis Vuitton’dan 150 bin dolara sandık mı alsam,” diye video çekenler de uyguluyor. Kıyafet deneyenler pek çoğu markaların cömert iade politikalarından faydalanıp video çektikten sonra iade ediyorlar. O kadar ustalar ki, üzerlerinden çıkartmadıkları etiketleri bizden gizlemeyi çok iyi öğrenmişler. Sephora gibi zincirler kullanılmış cilt bakım ve makyaj ürünlerini de geri alıyor.
Bazılarını şahsen de tanıdığım çok etkili influencer’ların en büyük başarıları müthiş cehaletleri ve açlıktan kokan nefesleriyle lüks ortamlarda bedava yaşamanın sırrını çözmüş olmaları. Bu konuda ustalıklarına hayranım, bütün bir hayatı bir kere bile ellerini ceplerine atmadan yaşayabiliyorlar. Bu insanların önerdiği lokantaya, kaldıkları otele, gittikleri gece kulübüne biraz kendi gusto’su oluşmuş kim gider? “Instagram’da meşhur” benim için bir yere gitmeme sebebi.
KÜLTÜR BEKÇİLERİ ŞART
Kültürün her zaman kapıdaki bekçilere ihtiyacı var oysa. Kimin içeri girip girmeyeceğine karar veren, yön veren öncü figürlere. Bu durum sadece 80’lerden 90’lara New York’a özgü bir durum değil. New York’un dünyanın merkezi olarak dünyaya daha fazla yön verebilme özelliği var elbette, giderek bu etkiyi kaybetse de. Ancak bizim bile şu küçük ülkemizde dergilerin, köşe yazarlarının etkisiyle kültürün değiştiğinin sayısız örneği var, ama hemen hepsi geçmişten kalma. Biraz daha rafineydi.
Tıpkı iklim problemi gibi, kültürde de yaşanan global bir kuraklık esasında. Condé Nast dergilerinin ayrı kadroları, aynı çekimleri olan uluslararası baskıları aşağı yukarı her yerde aynı içerikle çıkıyor artık. Çok iletişim aracının olduğu bir çağda yaşanan tekdüzeliğin trajik bir başka örneği. Tıpkı iklim değişikliği gibi, bu sorunu aşmak da insanın kendi kendine atacağı adımlara bağlı. Üstelik para da var, ama niyet yok gibi. Bu yüzden de o renkli yılları yazanların hemen her biri aslında birer ölüm ilanı kaleme aldıklarını itiraf ediyor. O güzel günler bir daha geri gelmeyecek, anı kitaplarının içinde hapis kalacak.