Bugünlerde Harvard’ın başında bin türlü dert var ama üniversitenin dini simgebilim profesörü Robert Langdon vaktini Prag’da geçiriyor. Bu cümlenin sadece bir kısmı doğru. Harvard diye bir üniversite var, başında da bin türlü dert var bugünlerde. Ama Harvard’da “dini simgebilim” diye bir dal yok, Langdon diye bir profesör de yok. O bileğindeki Mickey Mouse saati ve Harris Tweed ceketiyle Dan Brown’ın yarattığı bir kurgu kahramanı sadece. Dan Brown’ın romanları da böyle yarı gerçek işte.
“Sırların Sırrı” ana kahramanı Robert Langdon olan Dan Brown kitaplarının altıncısı. Brown’ın en bilinen romanı “Da Vinci Şifresi”nde olduğu gibi bu kitap da bir açıklamayla başlıyor: “Kitapta yer alan bütün sanat eserleri, tarihsel olgular, semboller, belgeler gerçektir. Bütün deneyler, teknolojiler ve bilimsel sonuçlar gerçeğe yakındır. Romandaki bütün kurumlar gerçek hayatta da vardır.” Zaten Brown’ın büyük bir yazar olmasının sırrı da, yazdığı deli saçması içeriklere rağmen, gerçek hayattan unsurları kullanarak bizi kendi inşa ettiği komplo teorileri dünyasına inandırması.
Şu kadarını söyleyeyim: Ne zaman Louvre piramidinin önünden geçsem aklıma aşağıdaki ters piramidin tam altındaki o saklı mezar geliyor. Üstelik hala. Profesör Langdon diye birinin gerçekte olmadığını kim iddia edebilir?
KOMPLO ÇAĞI
“Sırların Sırrı”nı Slate’te değerlendiren Laura Miller günümüzde Brown’ın komplo teorilerinin “Da Vinci Şifresi”nde olduğu gibi artık insanları şoke etmediğini yazıyor. “Sırların Sırrı” pek çok ülkeyle birlikte aynı anda Türkiye’de de yayımlandı, Brown binlerce hayranı için elleriyle kitap imzaladı ve Türkiye de dahil hemen hemen bütün dünya basınına aynı anda söyleşi verdi. Bu global tanıtım kampanyasına rağmen “Sırların Sırrı” beklendiği gibi gürültü koparmadı. Geçenlerde New York’ta tren istasyonundaki kitapçıya özel olarak baktım; görünür bir yere bile koymamışlar.
Miller’a göre kitabın etkisinin zayıf olmasının bir nedeni Brown’ın da katkıda bulunduğu komplocu düşünme alışkanlığının artık günümüzde çok fazla yaygınlaşması. “Da Vinci Şifresi”nden önce de komplo teorileri vardı elbette. İnsanlık hep açıklayamadığı ya da kendisine fazla karmaşık gelen olayları söz gelimi masa başında oturup bizim geleceğimiz hakkında karar alan birtakım karanlık adamlarla açıklama kolaycılığına meyilliydi. Ama Miller’ın dediği gibi o kitaptan bu yana QAnon gibi İnternet aktörleriyle bir delinin kuyuya attığı taşların daha fazla alıcısı çıktı.
Dan Brown’ın kitapları eğlencelikti, QAnon benzeri yeni dönem yalancıların yarattığı dezenformasyon insanların canına mal oldu, devlet politikalarını belirledi, dünyanın gidişatını değiştirdi.
Bu kadarını Brown bile hayal edemezdi herhalde. Artık herkesin cebindeki akıllı telefonlarda sosyal medya adında küçük bir komplo laboratuvarı var. Gerçek ile kurgu arasındaki sınır öyle belirsiz ki, Brown’ın bir zamanlar yaptığı gerçek sandığımız yalan oyunu bugün herkesin günlük pratiği oldu.
KİLİSEDEN SONRAKİ HEDEF
“Sırların Sırrı”nın çok iddialı adına rağmen cılız kalmasının bir başka nedeniyse…sırrın…beklediğimiz kadar….büyük….olmaması mı?
Türünün başyapıtı ve çok titiz bir çalışmanın ürünü “Da Vinci Şifresi” dünyanın en büyük dini mezhebini hedef alıyor, Katolik Kilisesi’ni tarihin en büyük ört-bas etme olayını organize etmekle itham ediyordu. Üstelik yüzlerce seneye yayılan bu ört-bas olayının bir kısmı da bizim, Türkiye’nin, burnumuzun dibindeydi. İznik Konseyi’nde İsa’nın “ölümlü” değil “ölümsüz” yani bir tanrı olduğuna karar verildi. Böylece ondan insani bütün özellikleri de alınmış oldu. En başta da üreme gücü. Halbuki İsa’nın bir kızı vardı, Kilise ileride soyundan gelen bir kadın tarafından ilerletilecekti. Leonardo Da Vinci de bu sırrı tablolarına gizlemişti.
Tarihin en büyük ört-bas olayını yazdıktan sonra herhangi bir başka kitaba “Sırların Sırrı” adını vermek, bunun Kilise’nin ört-basından bile daha büyük bir sır olduğunu iddia etmek inandırıcılığını kaybediyor. İsa’nın soyunun hala hayatta olduğundan daha büyük nasıl bir sır olabilir?
Langdon yeni macerasında böylesi yeni bir gerçeklikle yüzleşiyor. Brown, İznik Konseyi’nde İsa’dan insanlığını alanların aksine, bugüne kadar bu-adamın-herhangi-bir-insani-dürtüsü-yok-mu dedirttiği robot gibi davranan kahramanının yanına bu sefer bir kadın koymuş. Artık bir yenge var; Langdon abayı fena yakmış. Ama buna rağmen Paris sokaklarının altını üstünü getirdiği o eski halinden pek eser yok gibi.
Bisküvi folyosu ve şarj kablosuyla ateş yakmaya çalışan ve tarihi şehirlerin ezbere girdiği gizli köşelerinde saklanmayı beceren Langdon ne kadar Bond’sa, Four Seasons’da aynı odayı paylaştığı noetik bilimci Katherine Solomon da o kadar bir Bond kızı.
“Sırların Sırrı”nın merkezinde yayımlanmamış bir kitap taslağı var. Bu durum bile başlı başına kitabın meselesini biraz daha az değerli kılıyor. Bu kitabın içindeki sır pek çok kişini hedefi, ama romanın ortasına kadar bu sırrın ne olduğunu tam olarak anlamak mümkün değil. Quantum fiziğine falan meraklı birileri daha net açıklayabilir, ama Solomon yayımlanmayı bekleyen kitabında insan bilincine dair hayati bir bilimsel bulguyu ortaya çıkarıyor. Bugün yaşadıklarımız aslında gelecek tarafından belirleniyor, hepimiz aslında evrenin varoluşundan beri birbirine bağlantılı ortak bir bilinç havuzunun parçasıyız.
OKUNACAK VE YAKILACAK KİTAP
Bu uyduruk bilimin ayrıntılı açıklamalarındansa benim sayfaları hızlı hızlı çevirmemi sağlayan bu yayımlanmamış kitabın akıbeti oldu. Solomon, kitabını Dan Brown’ın da yayınevini olan, Penguin Random House’a teslim ediyor. Oradaki editörü kitabı yayınevinin kendi güvenli sunucusunda saklamasını, düzeltmeleri burada yapmasını öğütlüyor. Ancak hacker’lar PRH’in güvenlik duvarı aşılması imkansız sunucusuna giriyor, binlerce belge arasında sadece Solomon’ın kitabını yok ediyor. (Brown belli korsan sitelerden çok çekmiş, çok para kaybetmiş, araya olası bir fail olarak korsan kitap ağı Library Genesis’i de eklemeyi ihtmal etmemiş.)
Neyse ki editör eski kafalı, hala kağıttan okuyor ve yazıcıdan çıktı almış. Ama o kopya da bir şekilde yok ediliyor. Tesadüfen Four Seasons’da Solomon’un da son dakikada kitabını kağıda yazdırdığı ortaya çıkıyor ve eser mucize eseri yok olmuyor.
Yüzlerce sayfa süren bu kovalamacının sonunda manuscript güvende derken Robert Langdon o son kalan kopyayı da ateş yakmak için kullanıyor. Bisküvi paketi ve şarj kablosu dedim ya, o karışım ancak saman alevi etkisi yaratıyor. Oysa kağıt…kağıdı yakmak…
Solomon’un eserini son görüşümüz bu değil ama kendi kendime yüksek sesle kahkaha atmama sebep olan bu bölümdü. Dan Brown usta bir yazar, tartışmasız; keşke hepimiz onun gibi yazabilsek. Merak unsurunu korumayı çok iyi biliyor, absürdü de gerçek diye pazarlıyor ama romanda birbiriyle paralel ilerleyen onlarca olayın içinde bu kitap taslağı meselesi gülünç bir olay örgüsü. Langdon gibi Brown’ın da o eski halinden pek eser yok gibi.
Brown’ın bu örgüde otoriter rejimlerin kitap yakma eğilimlerine, kitabı bir tehdit olarak görenlere gönderme yaptığı gayet net. Ama bir yandan da insanın kafasında bazı kitaplar daha yayımlanmadan yok edilse acaba insanlık için daha hayırlı mı olur sorusu ister istemez oluşuyor. Kendi adıma yayımlanan her kitabın saklanmaya değmediğini yıllar içinde defalarca ev taşıdıktan sonra öğrendim. Son yıllarda bitirdiğim kitapları olduğu yerde bırakıyorum ya da hemen birine veriyorum. “Sırların Sırrı” da büyük bir dalganın bir plaj şezlongundan yakalayıp kim bilir nerelere savuracağı bir kitap.