Geçen hafta Amerika’nın Batı kıyısı yanarken, Doğu kıyısında, New York’ta ben kutup soğuklarıyla boğuşuyordum. Bu kış geç geldi, ama şimdiden bitmek bilmeyecek bir kışa benziyor. Önümüzdeki hafta kutup soğukları geri gelecek. Sırf bu yüzden Donald Trump yemin törenini eksi 11’de insanları dışarıda dondurmamak için iç mekana aldı.
Trump’ın derdi ikinci kez başkanlık yemini ederken dışarıda istediği kadar büyük bir kalabalık toplayamayacak oluşu. Benim derdimse ikinci kutup soğuğu dalgasında ne gibi tedbirler alacağım. Daha doğrusu, bu sefer aldığım hangi tedbirlerin yetersiz kalacağı.
Her kış olduğu gibi bu sene de evdeki ısıtma iflas etti. Her kış olduğu gibi yine apartman yönetimine ısının yetmediğini söyledim ama sorun olmadığı yanıtını aldım. Her kış olduğu gibi yine belediyeyi çağırdım ve bina yönetimine ceza kesildi. Şimdi daha makul ölçüde evin içindeki sıcaklık. Ama pek çok kişi gibi ben de elektrikli ısıtıcılarla bu kışı idare ediyorum. Daha dün New York Times’da elektrikli sobayla bu kışı geçirdiğini anlatan birinin yazısını okudum.
Şehirdeki evler ya çok fazla ısınıyor ya da hiç ısınmıyor. Elektrik idaresinden şimdiden tüketimimin yüzde 62 arttığına dair uyarı geldi.
Geçen gün camdaki dev klimayı söktüm ve içerideki ısının ızgaralardan sızmasını engelledim mesela. Şimdi o koca klima evde yer tutuyor. Türkiye’de çok yaygın olan split klima, ya da pek çoğumuzun alıştığı kombi bu şehirde çok büyük bir lüks. Her dairede çamaşır makinesi bile çok yeni; bulaşık makinesini unutun zaten.
HAFTADA BİR GÜN YIKANMAK
New York’ta önümüzdeki hafta hava sıfırın üstüne çıkmayacak, hatta tıpkı D.C.’de olduğu gibi birkaç gün eksi 12’leri bulması bekleniyor. Donup kalmaktan daha büyük endişem yıkanamamak. Çünkü hava belli bir derecenin altına düştüğünde küvetin altındaki gider borusu donuyor ancak ısı arttığında düzeliyor. Bu da ister istemez birkaç gün küveti kullanamamak demek. Geçen hafta dört gün evden hiç çıkmadım, yıkanacağım günü de hava durumuna bağlı seçtim. Bir gün de küveti elimde tasla kendim boşalttım.
Küvetin suyunu açık bırakmak olası tedbirlerden biri, birkaç gündür bunu deniyorum. Ama bu sefer de geceleri su akarken boru donar ve su taşarsa endişesiyle uykudan fırlıyorum. Kutup soğukları geldiğinde de seyahatte olacağım, suyu da açık bırakıp gitmek istemiyorum. Demek ki haftaya en azından evde yine yıkanamayacağım demek. Haftada bir gün sıcak suyla yıkanılan günler geri geliyor, yaşasın.
Gündelik işlerle uğraşmanın rutinimi aksattığını söylememe gerek yok herhalde. Ev bazen o kadar soğuk oluyor ki yataktan çıkmak istemiyorum. İki gün yıkanamadığımda da kendimi toplum tarafından reddedilmiş bir sapma olarak görüyorum, bu kimliği benimseyip iyice işleyişten kopuyorum. Bu sene başladığından beri kitap okumadığımı söyleyeyim.
Bu anlattıklarımla kolaylıkla birinci dünya dertleri diye küçümsenebilir. Gazze’de insanlar ölürken… Ama tam anlatmak istediğim birinci dünya dertleri zaten. Dünyanın en gelişmiş ülkesinin iki büyük şehrinde, New York ve Los Angeles’ta, yaşamanın nasıl giderek sefil bir tecrübeye dönüştüğünü vurgulamak.
LOS ANGELES’E KAÇMAK
Son yıllarda New York soğuklarından kaçan pek çok kişinin tercih ettiği rota Los Angeles oldu. Sydney, diyorlar, ama görmedim. Fakat dünyada Los Angeles kadar iyi iklime sahip bir başka yer bilmiyorum. O da değişiyor gerçi; şehirde nem oranı ve sıcak hava dalgası artmaya başladı. Ama genel olarak püfür püfür bir rüzgar, neredeyse yılın her günü güneşli bir hava ve dünyanın en güzel insanlarının yaşadığı bir şehir Los Angeles.
Geçmiş yıllarda Los Angeles’a gittiğimde kendimi çoğu zaman bir masada otururken hayatımda geri kalan her şeyi bırakırken çok hayal ettim. Bileti yakmak, eve dönmemek, işi bırakmak, adımı değiştirmek. Ben kalayım, hayat başka yerlerde istediği gibi aksın istedim. Dünyanın geri kalanından coğrafi olarak uzak oluşu ve saat farkı Los Angeles’ı cazip bir kaçış noktası yapıyor kaybolmak isteyen pek çok kişi için. Bu ancak anlatılmaz yaşanır bir his.
Her kış New York’ta borularım donduğunda Los Angeles’a taşınsaydım başıma bunlar gelmezdi, diyorum. Oysa bu bir ütopya, orada da insanın başına nelerin gelebildiğini, paranın bile doğaya karşı korunak sağlamadığını haberlerden izledik.
Los Angeles aslında olmaması gereken bir şehir. Sonradan kurulmuş, organik olarak gelişmemiş, tek bir sektöre hitap eden, insanların tek bir konudan bahsettiği, şehir gibi insanlarının da sonradan icat edilme yapay olduğu bir yer. Aslında olmaması gerektiği için de doğayla insanın icadı sistemin durmaksızın çatıştığı bir sistem.
Orman yangıları ya da insanı sersem eden Santa Ana rüzgarları bu bölge için yeni değil. Joan Didion bölgeye özgü bu rüzgarlar çıktığında üçüncü sayfa haberlerindeki artışa dikkat çekiyor, ta 70’lerde. Sadece şiddet olayları ya da cinayet vakaları artmıyor, rüzgarın etkisiyle bu olayların biçimi değişiyor, insanlar vahşete daha meyilli oluyor.
Her yıl Malibu’da birtakım malikaneler yanıyor zaten. Çiftlikler küle dönüyor. İnsanlar hayvanlarını mı kendilerini mi kurtarsınlar diye aynı tedirginliği yaşıyor. Yangının olmadığı dönemlerde de yer sarsıntıları Angeleno’ların huzurunu kaçırıyor.
Ünlü podcast sunucusu Joe Rogan artan yangınlardan dolayı Austin’e taşındığını açıklamıştı. Pek çok sigorta şirketi artan doğal risklerden dolayı Los Angeles’ın belli bölgelerindeki evlere poliçe yapmıyor.
KİMSE VAZGEÇMİYOR
New York’tan kaçıp Los Angeles’a sığınmak da çözüm değil. İnsanın sınırsız parasının olması da.
Amerika’da yaşamanın bir bedeli var, ama burada yaşamakta ısrar ediyoruz. Hala herkes buraya göç etmek istiyor, halbuki ülke bir yandan da her bakımdan açık veriyor gibi görünüyor.
Los Angeles’ı anlıyorum, bütün imkansızlığına rağmen vazgeçmesi çok zor bir şehir. New York ise fare çıkan apartmanları, ısınmayan daireleri, deli komşuları, gece metrosunda ya mastürbasyon ya da tuvaletini yapan sapıkları, hatta giderek artan şiddet olaylarıyla her gün insanın sabrını sınıyor.
Daha da kötüsü giderek bu sabır sınaması dozunu artırıyor. Mesela yaşamanın manevi bedeli kadar maddi bedeli de ağırlaşıyor. Kültür, yaşam tarzı çok değişti. Eskiden dört-beş gece dışarıda yiyen New Yorklular ayda bir lokantalara gidince kendilerini şanslı hissediyor.
Uzun yıllar New York’ta insanların neden yaşadığı sorusuna yanıtım özgürlük olmuştu. Dünyada özgürlük hissini aldığınız nefesten bile hissettiğiniz başka bir şehir yok. Sadece politik bir özgürlük değil bu, hiç kimsenin hiç kimseye karışmaması sadece New York’un sunduğu bir lüks. Bu aşamadan sonra İstanbul’da karşı komşunun eve girip çıkanı kapı deliğinden gözlediği, arada laflar soktuğu bir apartmanda nasıl yaşayabilirim?
New York’un özgürlük kadar önemli bir diğer özelliği de şehrin hala dünyanın merkezi olması. Para neredeyse merkez orasıdır, para da hala buradan yönetiliyor. New York bir de yaşayana her saniye bu şehrin dünyanın merkezi olduğunu hissettiriyor, biraz ayrıldığınızda da geri kaldığınızı, yetişmeniz gerektiğini düşünüyorsunuz. Bitmek bilmeyen bir yarış bu. Hiç eskimiyor da.
Donan borular, yanan evler, insanın sağlığına zarar gıdalarla Amerika’da yaşamanın bir bedeli var. Giderek bu bedele değer mi diye düşünüyorum. Bu şehirden nefret ediyorum, diye diye geçirdiğim kaçıncı senem oldu burada.