Bu sene o kadar soğuk başladı ki New York’ta yılın ilk günlerini hiç evden çıkmadan, evde de sürekli televizyon izleyerek geçirdim. Günlerimi beş sene önce son sezonu yayınlanan “The Bureau” ya da orijinal adıyla “Le Bureau des légendes” adlı Fransız dizisini izleyerek harcadım. 50 bölüm arka arkaya. Çünkü durmak, nefes almak mümkün değil. O kadar çok kanca, o kadar çok merak unsuru var ki… Bir ara rüyalarıma giriyordu. Aklımda başka konu olmadığı için buluştuğum kişilere de durmadan bu diziden bahsedip durdum. Bir vesile olsa da yazsam, diye düşünüyordum.
Son sezonu 2020’nin mayıs ayında yayınlanan bir dizi hakkında nasıl bir fırsat çıkabileceğini kestiremiyordum tabii. Savcılar farkında olmadan yardımıma koşmuş olabilir mi? Ya da istihbarat benim aklımdan geçenleri mi okudu? Önceki gün 2017’de dizide eli silahlı bir PYD üyesini canlandıran Melisa Sözen’in bu rolüyle ilgili ifade vermesiyle aradığım fırsat ayağıma geldi.
GERÇEK AJANLAR GİBİ
Dizi yeni değil, tekrar vurguluyorum. Gizli kapaklı çekilmiş, kimsenin bilmediği bir yapım da değil. Aksine yayınlandığında bütün dünyayı inletti. Fransa’nın bugüne kadar yaptığı en iyi televizyon dizisi olduğunda pek çok eleştirmen hemfikir. Yabancı dizilere pek yüz vermeyen Amerika’da bile övgü topladı. Melisa Sözen’in bu dizide yer aldığı da sır değil; en son geçen sene Murathan Mungan da sosyal medyada bahsetti.
2024’ün sonlarında Amerikan uyarlaması “The Agency” de yayına girdi. Londra’daki meşhur Amerikan büyükelçiliğinin bir katında geçiyor, bu sefer söz konusu büro CIA. Ana karakterler de Amerikan ajanları. Fransa’nın Mathieu Kassovitz’i varsa Amerikan prodüksiyonun da Michael Fassbender’ı var. Jeffrey Wright, Richard Gere, Jodi Turner-Smith diğer rollerde. Bir yıldızlar geçidi, ama tıpkı Fransız orijinali gibi içine girmesi biraz sabır gerektiriyor.
Dünyanın en tanınmış ajanı James Bond’un bu büro çalışanları süper kahraman değil. Kusurları, zaafları, eksiklikleri ve çok parıltılı oldukları alanlar var. Aston Martin’leri ya da kendileri için geliştirilen sofistike oyuncakları yok. Ve yine Bond’un aksine hem işi hem de aşkı bir arada idare edemiyorlar. Zaten dizinin çıkış noktası da ana karakterin (Fassbender / Kassovitz) gizli görevdeyken tanıştığı bir kadınla bağını koparamaması.
Türkiye’de dizinin iki versiyonunu da yasal yollardan da bulmak imkansız, ABD’de de çok zor. Ben İngiltere üzerinden Paramount+’a abone olup izleyebildim. Amerikan versiyonu ilk sezonda Fransız orijinalini birebir takip ediyor, diğer sezonlarda göreceğiz. Karakterlerin adı, ülkeler, konuşulan dil değişse de dinamikler ve olay örgüsü örtürüşüyor. DGSE’nin özel bürosu televizyondaki şaşalı CIA ofisine göre çok daha mütevazı, hatta klostrofobik bir çatı katı. DGSE ajanları CIA’deki mevkidaşlarının aksine devletin onlara tahsis ettiği süper lüks dairelerde yaşamıyorlar.
Ne yazık ki bir istihbaratçıya dizinin gerçeğe yakınlığını teyit ettiremedim, ama elimdeki en yakın referans olan John Le Carré romanlarından bile daha inandırıcı geldi. İşlenen konularsa belli ki ekrana uyarlanmadan önce iyice çalışılmış.
ORTADOĞU HARİTASI YENİDEN ÇİZİLİYOR
Gündemden esinlenen bir dizinin beş senede eskimiş olması gerekirdi. Ama “Bureau”yu izleyip bir yandan da bugünlerde dış haberler sayfalarındaki başlıklara bakarken sanki gerçek zamanlı yazılıyormuş gibi hissettim. Beş sezon boyunca Fransa adına dünyadaki farklı bir tehdidi engellemeye çalışan DGSE ajanları IŞİD terörü, İran’ın nükleer silah yapma çabaları, Esad sonrası Suriye rejimi ve olası bir Kürt devleti gibi konulara değiniyor.
“The Simpsons”ın binlerce kehaneti çıktı ya, “The Bureau” bizim de kaçınılmaz olarak parçası olduğumuz coğrafyanın nereye gideceğini hepimizden önce kestirmiş adeta. Esad devrilince Suriye’de kurulabilecek üç devletten bahsediyorlar; biri Fransız devletinin de destek verdiği Kürtlere ait bölge. Ortadoğu haritasının değişmesi, İran’ın zayıflaması, Ukrayna ve Rusya arasındaki gerilimde Batı’nın oynadığı rol gibi konulara değiniyorlar. Fransa’da yükselen radikal dinci terör de kaçınılmaz olarak ilgilendikleri bir başka başlık.
Amerikan Ordusu, CIA veya FBI’ı konu eden senaryolar genellikle bu kurumların onayından geçer. Zaman zaman hikaye törpülenir, değiştirilir, sansürlenir. “The Bureau”nun da böylesi bir aşamadan geçmesi şaşırtıcı olmaz.
TÜRKİYE’YE DE UĞRUYORLAR
DGSE ajanlarının yolu ister istemez Türkiye’ye de düşüyor, kimileri Türkçe dahi konuşuyor. İstanbul’da birileriyle buluşuyorlar ya da Güneydoğu sınırından geçiyorlar. Bazı çekimler İstanbul’da yapılmış, savcı nasıl fark etmemiş?
Belki genelde Türkiye ve Türk devleti genellikle olumlu gösterildiğindendir. Çok kritik bir anda Türkiye ve Fransa istihbarat ortaklığı yapıyor, ordumuz onların yardımına koşuyor. Bir başka noktada ise Fransız hükümeti Türkleri kızdırmamak için Kürtlere olan desteğini çekiveriyor.
Ufak bir “spoiler” vereceğim: Melisa Sözen’in canlandırdığı “Esrin” karakterinin kaderini tayin eden de, kaba tabirle, Fransa’nın Kürtleri son dakikada satması. Esrin karakteri “kadın gerillalar” fotoğraf çekimine uygun bir ayrılıkçı Kürt militanı olarak tüfeğiyle IŞİD’den kurtarılan bölgelerde Fransız ajana eşlik ediyor. Aralarında, fotoroman tabiriyle söylemem gerekirse, “kıvılcımlanma” başlıyor, ajan da buradan faydalanarak onu Fransız istihbaratına katmaya çalışıyor.
Melisa Sözen bu role hiç Fransızca bilmeden seçilmiş. Özel ders almaya başlamış ama çekimler başladığında yeteri kadar öğrenememiş. Kendi repliklerini doğru aksanla konuşmayı öğrenip ezberleyerek kamera önüne geçmiş. “Bureau” ona Fransız prodüksiyonlarında başka rollerin gelmesini sağlamış.
Sadece İngilizce bildiği için yabancı filmlerde küçücük rollerde yer alan ama bunu yurtiçinde “başrol” gibi pazarlayan Haluk Bilginer’in vasat oyunculuğu alkışlanırken Sözen hakkında soruşturma açılıyor. Oysa Sözen daha zor olanı başarmış; hem hakim olmadığı bir dilde zor bir oyunculuk yapıyor, hem de bir sezonda kritik rol oynuyor.
Bir kusuru var, kurguyla gerçeği ayırt edemeyen bir ülkenin oyuncusu olması. Erol Taş’ı gerçekten kötü adam, Coşkun’u tecavüzcü, Nuri Alço’yu uyuşturucu bağımlısı / satıcısı zanneden toplumsal algımız yıllar içinde pek değişmedi. Bir dizide kızı için fuhuş yapan kadın karakterini canlandıran Bergüzar Korel’i yolda durdurup “Kızım yapma,” diye nasihat edenler vardı. Yaşadığı tatsız tecrüben de sonra da Melisa Sözen’e toplumsal bir çağrı yapmalıyız: “Bak kızım bu terör yolu yol değil, Apo bile anladı. Gel, yol yakınken sen de silahları bırak.” Bu çağrımıza karşılık verip terörü lanetleyeceğine inanmak istiyorum. Hala çaktırmadan Fransız istihbaratına çalışmasını nasıl engelleriz, onu bilmiyorum.