Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Hükümet yemekhanesi ve Polizei tehdidi altında hamburger
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Berlin

        Yakışıklı garson alenen yan masadaki kadın müşteriyle flörtleşiyor. Bir ara iki parmağını zafer işareti gibi yapıp önce kendi iki gözüne tutuyor, sonra parmaklarından lazer ışınları saçarmış gibi kadına çeviriyor. Bir süre sonra kadın onu yanına çağırıyor ve hafif uzun saçlarını iyice dağıtarak bir kısmının alnının üzerine düşmesini sağlıyor. Bu jestin karşılığında garson kadının elini tutup büyük bir asaletle öpüyor. Bir diğer masa komşum, 80’ine merdiven dayamış kart zampara, yine yan yana oturduğu 20’lerindeki servet avcısı misafiriyle bu yaşananları alkışlıyor ve garsona “Saçlar şimdi daha güzel oldu,” diyor.

        Ve bütün bunlar kadının bu gece birlikte geldiği ve lokantada yan yana oturduğu sevgilisinin yanında yaşanıyor. Gerçi ben de o adamla gelsem, garsonla çıkmayı tercih ederdim.

        Demek ki Borchardt’ta işler böyle dönüyor. “Inglorius Basterds” filminin çekimleri için Berlin’de kaldığı sırada şehrin bu en eski lokantasının müdavimi olan Brad Pitt de böyle yapmıştı. Yıllar sonra yeniden Berlin’e geldiği bir akşam burada yemeğe gelip bu sefer sahibinin karısıyla çıkmıştı. İkili birkaç hafta Güney Fransa’da aşk tatili yaptıktan sonra kendi hayatlarına döndü. Kadının eşi için endişe edecek bir durum yoktu, ara ara birileri gidebilir ve sonra geri gelebilir.

        Borchardt tam 170 yıldır aynı yerde hizmet veriyor. Berlin’in bütün tarihine tanık. Bombalar yağarken, duvar örülürken, Berlin seks ve uyuşturucunun merkeziyken, bir önceki yüzyıl başının en renkli ve eğlenceli şehriyken de vardı. Hiç kimsenin kimseyi yargılamaması gelenekten.

        Borchardt’ta misafirlerin mahremiyetini korumak için fotoğraf çekilmiyor.
        Borchardt’ta misafirlerin mahremiyetini korumak için fotoğraf çekilmiyor.

        GÜNDÜZ ÜLKEYİ YÖNETİYORLAR

        Ama bir de gündüz görünen yüzü var. Gündüz Bundestag üyelerinin devleti yönetmeye öğle yemeği arası verdiği bu lokanta hala Berlin’in en gözde yeri sayılabilir. Eski para, zenginler, çok şık giyinen ve her giydikleri marka olan, yaşı biraz daha büyük bir kalabalık burayı yemekhaneye dönüştürüyor. “Alman hükümetinin yönetildiği lokanta,” benzetmesi artık klişeye dönüşmüş.

        Geceleriyse New York’taki Balthazar, Paris’teki Belle Époque gibi görmek ve görülmek için ideal bir yer. Yaş ortalaması daha düşük. Espresso Martini içen finans bro’ları bir masada ona buna laf atıyor, saçları dağılmış garson onlara teker teker ‘shot’ taşıyor. Espresso Martini içenler için cehennemde özel bir salon var mı?

        Tabaktan taşan şnitzeller masalara gelirken herkes ayrı bir telden çalıyor burada. “Misafirlerimizin mahremiyetine saygı gösterip fotoğraf çekmeyin” uyarısı mönünün en tepesinde yazılı. Daha ilk baştan buraya önemli ve / veya ünlü insanların geldiğinin kanıtı.

        Berlin’in kayda değer bir moda haftası yok, ama bazı masalar Paris Moda Haftası’ndan buraya ışınlanmış gibi. En azından Karl Lagerfeld’in şehre her geldiğinde buraya uğradığı biliniyor, demek ki o kadar da moda dünyasına yabancı değil Borchardt. Berlinale sırasında da filmcileri bulmak mümkün. Mutlaka ama mutlaka finansçıların arasında sanatçılar da vardır.

        Üç günde üç kere Borchardt’a gittim, çünkü başka bir yer aramaya ne gerek var? Üç yemekte de Caesar salatası ve süt danası etinden şnitzel yedim. Tijuana’da Caesar’ın icat ettiğiyle alakası yok, öte yandan Yedikule yeşillik, krema sosu ve üzerinde tıraşlanmış parmesan’la belki de orijinalinden bile daha iyi.

        Üçüncü gün o kadar iyi değildi. Ama şnitzel de ilk gün vasat, üçüncü günse mükemmeldi. Demek ki istikrar problemi var. Gerçi buraya gelenlerin asıl kaygısının yemek olduğunu zannetmiyorum. Yazın uzun tuvalet kuyruğu, bahçede kafayı çekmek, üst kattaki parti, öğlenleri atıl duran DJ setinin kullanıldığı geceler daha önemli belli ki.

        Bir öğle yemeğinde bizim ekşili köfte misali haşlanarak yapılan ve püreyle gelen “königsberger klopse” sipariş edildi. Üç koca yuvarlak epey doyurucu. Ramazan üzeri domuz yemediğim için sadece tadına baktım. Bildiğimiz hiçbir köfteye benzemiyor, hatta neredeyse ‘pâté’ gibi bir kıvamı var. Neredeyse tiftik tiftik edilmiş daha sonra sıkıştırılmış, çok yoğun. Almanların patates konusunda üstünlükleri olduğu için püre de mükemmeldi.

        Masada hazırlanan steak tartare da 90 ve 180 gram olarak iki seçenekle geliyor. Etin kırmızılığından ne kadar taze olduğu belli ve yan masada biri sipariş verince ister istemez insanın gözü kayıyor.

        YVES’İN GÖZÜ HALA ÜZERİMİZDE

        İmzalı Yves Saint Laurent portresi Paris Bar’ın en çarpıcı eseri.
        İmzalı Yves Saint Laurent portresi Paris Bar’ın en çarpıcı eseri.

        Bir başka Berlin klasiği Paris Bar şehrin eğlence hayatı Doğu’ya kaysa da Batı’daki eski yerinde dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Paris Bar’ın dünyadaki muadillerinden farklı bir tarafı var, o da bir türlü turistler tarafından mahvedilememesi. İşletme bunun ayarını çok iyi tutturmuş olacak ki Tripadvisor gibi orta sınıfın pusulası sitelerinde berbat yorumlar dolu. Belli ki kapıdan ünlü görmeye gelenlere anladıkları dilden muamele yapılıyor. Bu sayede de yıllardır süregelen kulüp atmosferi bozulmuyor.

        Bu sefer Paris Bar’a gitme nedenlerimden biri Saint Laurent ustanın bakışları altında yine ilham alabilmekti. Salona en hakim noktadaki dev imzalı portresiyle gözünü üzerimizden ayırmıyor tüm şeytanlığıyla Yves abla. Bir başka köşede elbette Karl da bir çerçevenin içinden bizi izliyor.

        ski Batı’daki Paris Bar hala şaşırtıcı derecede havalı bir klasik.
        ski Batı’daki Paris Bar hala şaşırtıcı derecede havalı bir klasik.

        Tıpkı Mr. Chow’da olduğu gibi Paris Bar’ın duvarlarını zaman içinde buraya gelen sanatçıların, modacıların bıraktığı eserler, notlar, fotoğraflar sürüyor. Ünlülerin geldiği çorbacı duvarlarının tuzağına düşmeyecek kadar iyi korunmuş, adeta bir müze gibi tarihin parçası olduğunuz, ancak “cool” kelimesinin ifade edebildiği bir yer Paris Bar.

        Berlin’de geleneksel olarak yemek kötü diye bilinir. Ama Paris Bar’da yediğim biber soslu bonfile ve yine önden gelen, çok basitmiş gibi görünen, yine Yedikule yeşillikleri ve yine parmesan’dan oluşan salata kusursuzdu. Dana madalyonlar tam istediğim gibi az pişmiş. Yemyeşil taze biber tanelerinden oluşan sosu ise kaşık kaşık yemek gerekiyordu; kavrulmuş karabiber taneleriyle yapılana kıyasla çok daha kolay ve aromalı bir biber sosuydu.

        Yediğim en iyi biber sosu mükemmel dana madalyonlara eşlik ediyordu.
        Yediğim en iyi biber sosu mükemmel dana madalyonlara eşlik ediyordu.

        İki Berlinale filmi arasında tek başıma uğradığım Paris Bar’da yiyecek bir şey bulmakta epey zorlandım. Balık olarak sadece somon var. Garip bir şekilde canım tavuk çekiyordu, ama yok. Bol bol ızgara et var ve hiç o havada değildim. Aslında işi salata ve steak tartare’la bitirmek istiyordum ama adı Paris olan bir yerin mönüsünde olmamasına şaşırdım. Niçoise’ın da mevsimi değildi. Sonuçta yediğim bunlar. Yemekler Paris’teki birçok yerden daha iyi olsa da baguette’in yanına yaklaşamaz Almanlar.

        İNTİKAM İÇİN GİTTİĞİM HAMBURGERCİ

        Eskiden rezervasyonsuz girmek zordu The Bird’e, şimdi o havası kalmamış.
        Eskiden rezervasyonsuz girmek zordu The Bird’e, şimdi o havası kalmamış.

        Her yere epey uzak olan The Bird’e ise intikam için gittim. The Bird yıllar önce, Berlin daha cool ve daha keşfedilmemiş bir şehirken kulaktan duyarak öğrendiğim, “bilinen bir yer” diye bana tavsiye edilen bir hamburgerci. Her Berlinale sırasında fırsatını bulup mutlaka gittiğim, o uzun yolu tepmeye değecek bir yerdi. Sonra orada tutuklanma tehlikesi yaşadım.

        O akşamüstü Bird’e önce üç kişi gittik, barda yerlerimizi aldık ve birer bira söyledik. Ardından da üç kişilik diğer arkadaş grubumuz geldi. Barda onlara yer yoktu ama mekandaki bütün masalar boştu. Rezervasyonumuz yoktu ve hızlıca yiyip gideceğimizi söyledik ama ikna edemedik. Sonra yaşananları hiç abartmadan birebir aktarıyorum.

        “Masaların rezervasyonları kaçta?”

        “19:30’da.”

        “E saat şu anda 17:30, onlar gelene kadar oturup yesek olmaz mı?”

        “Hayır.”

        “Biraz saçma değil mi?”

        “Beğenmiyorsanız bilmem ne yapıp gidebilirsiniz.”

        “Peki o zaman bilmem ne yapıp gidelim.”

        “Önce hesabınızı ödeyin.”

        “Bilmem ne yapıp ödemeyeceğim.”

        “Polizei çağıracağım.”

        Herhangi bir Alman’la çok sıradan bir tartışmanın Polizei’a varması için sadece 30 saniye yeterli. Üstelik bir başka çalışan bizden ısrarla özür dilememizi de talep etti. Çünkü benim saçma üslubum, Anna’yı—ya da Helga veya Hildegard, adı her neyse—üzmüş. Sonunda araya müdürümsü bir hipster girdi, bize içki ısmarladı, Anna’yı ve Polizei’ı aramaya meyilli diğer kadını yatıştırdı ve hamburgerleri yiyebildik. Açıkçası hapse girmeye değebilecek kadar güzeldi. Amerika’da olmadığı kadar hatta.

        “English muffin” denilen ekmeğin arasına kalın bir köfte, Amerikan sarı peyniri ve mükemmel patates kızartmaları. Karlı, buzlu yollarda buralara kaç sene gittim.

        The Bird’e bu olaydan yıllar sonra yeniden gitmemin bir nedeni beni hatırlayıp Polizei’a ihbar edip etmeyeceklerini merak etmemdi. Böyle lüzumsuz hesaplara kafa yoracak kadar “petty” bir karakter olabiliyorum zaman zaman. Karşılarına çıkıp onlarla yüzleşmeye hazırdım. Ama tabii asıl siparişi verdikten sonra masaya gelmesi bir saati bulan o hamburgeri çok özlemiştim. Devasa bir mutfaktan tek bir hamburgerin çıkması nasıl bu kadar uzun sürüyor, bunu da hiç anlamadım.

        Ne yazık ki eski havasında değildi. Hafta içleri bile tıklım tıklım olan mekanda hem bar boştu hem de birçok masa. Eskiden burası İkinci Dünya Savaşı sonrası Berlin’de Amerikalıların takıldığı tarzda bir yerdi. Her şey ama her şey İngilizceydi, bir anlamda soğuk Alman ortamlarından kaçıştı. Bu sefer fazlasıyla Alman. Mönü ve duvardaki yazılar fazlasıyla Amerikan, kötü espriler de. Ama müşteriler Alman.

        Anna yoktu.

        Berbat bir hamburger, mükemmel patates kızartmaları.
        Berbat bir hamburger, mükemmel patates kızartmaları.

        Hamburgerse yediğim en tatsız, en manasız, en kötü pişmişlerden biriydi. Öyle böyle değil, sanki yapmayı unutmuşlar. En azından benim için The Bird defteri kapandı, intikamımı almış oldum. Bir daha tutuklama tehdidi olmasa da gitmem. Öte yandan o patates kızartmaları yok mu, nasıl bu kadar iyi yapabiliyorlar. Bu da hayatın sırlarından biri olsa gerek.

        Borchardt

        Französische Str. 47, Berlin

        Paris Bar

        Kantstrasse 152, Berlin

        The Bird

        Am Falkplatz 5, Berlin