15 Ocak 2009 günü bütün dünya New York’un Hudson nehrine bir uçağın inişini dehşet içinde izledi. LGA’den kalkan uçağın iki motoru kuş sürüsü çarpıp devre dışı kalınca pilot Chesley “Sully” Sullenberger’in suya iniş dışında bir seçeneği kalmamıştı. Kendisi, mürettebatı ve uçaktaki bütün yolcular en fazla çok ufak sıyrıklarla kurtuldu ve “Sully” adı Amerikan Panteon’unun kahramanları arasına yazıldı. Sonradan Clint Eastwood filmini çekti, pilot da Tom Hanks tarafından canlandırıldı. Adet olduğu üzere bu olaydan sonra kendi anı kitabını da yazdı. Ancak bugüne kadar hiç kimse Sully’nin kokpitteki 23 saniyelik sessizliğinin üzerinde durmadı.
Uçağın kara kutusu incelendiğinde Sully ve yardımcı kaptanın bir ara sustukları, kokpitte tam 23 saniye boyunca sessizlik olduğu anlaşılıyor. Nathan Fielder’a göre bu büyük ustalık gerektiren inişte o 23 saniye çok kritik.
DOĞRU ZAMANLAMA
Fielder bu iddiayı son bölümü geçtiğimiz Pazar günü ABD’de yayınlanan “The Rehearsal” adlı programının ikinci sezonunda dillendiriyor. Programın tamamı uçuş güvenliğiyle ilgili ve Fielder’ın bu konuya yıllardır takıntılı olduğunu yaptığı hazırlıktan anlıyoruz. Hazırlanması, araştırılması, çekilmesi epey uzun süren bir yapım bu. Ama bu seneden daha iyi bir zamanlama olamaz.
Daha geçtiğimiz haftalara New York’a yakın Newark havalimanında uçuşlar ardı ardına iptal oldu, bazı uzmanlar bu havalimanından güvenlik yetersizliğinden dolayı uçulmaması gerektiğini söylemeye başladı. Zaten bu seneye Ocak ayında DCA’de havada bir askeri helikopterle yolcu uçağının çarpıştığı trajik kazayla başladık. Birkaç hafta sonra Toronto’da Delta’ya ait bir yolcu uçağı pistten çıktı, kanatlarını kaybetti, ters döndü. Bir başka havalimanında iki uçağın kanatları neredeyse birbirine değdi.
Oysa çok uzun zamandır büyük bir uçak kazası olmuyordu. Boeing üretimi bir uçağın kapısı havada fırlamıştı gerçi ama hiç kimse yara almadan bu kazadan kurtulmuştu. En son 737 Max’lerin kazaya neden olduğu ortaya çıktı, ama sorun çözüldü ve uçaklar yeniden havalandı. Birkaç ay önce sorsanız hava yolculuğu için en güvenli çağda yaşadığımız düşünürdük, şimdiyse en inanmayanımız bile en ufak bir türbülansta dua eder olduk.
Neyse ki Nathan Fielder bu işi çözmeye kararlı. Ancak ufak bir sorun var. O ne bir uçuş güveliği uzmanı, ne bir mühendis, ne bir sivil havacılık çalışanı, ne de bir profesyonel yolcu uçağı pilotu. Fielder daha önce “Nathan for You” ve “The Curse” gibi yapımlarla adını duyuran bir komedyen. Evet, bir komedyen. “The Rehearsal” da HBO’nun sipariş verdiği yüksek bütçeli bir komedi programı.
Ama o kanalın paralarını uçuşları daha güvenli hale getirmek için harcamayı tercih ediyor. Kendisine komedi yapması için para ödendiği için de kılıfına uydurmaya çalışıyor ama ilk bölümde dediği gibi çok başarılı olmuyor: “Tek bir kahkaha duymadan 10. dakikaya geldik.”
Bu programın bütçesi ise hiç şaka değil. Yüzlerce aktör işe alınıyor, Los Angeles’ta üç dev stüdyo birleştirilerek Houston havalimanının bir terminalinin kopyası inşa ediliyor; gazete bayii ve fast food lokantasına kadar. Ayrıca profesyonel pilotlar kadroya katılıyor, uçuş güvenliğine ömrünü adamış bir uzmandan danışmanlık alınıyor. Amerikan Kongresi’ne kadar gidiyor Fielder. Ve gerçekten de uçuş güvenliğini çözebileceğine inanıyor.
Sully’nin kokpitindeki 23 saniyelik sessizlik bu titiz araştırmasının ortaya çıkardığı bulgulardan biri. Otobiyografisinde aktardığına göre, efsane pilot bir gün havalimanında ilk iPod’lardan birini alıyor ve içine yüklediği sevdiği şarkıları sık sık dinliyor. O parçalardan biri kitapta birkaç kere bahsi geçen Evanescence’a ait “Bring Me to Life.” Yaşadığımız binyılın başlarında popüler olan nu metal tarzındaki bu şarkı bir kere dinleyenin aklından çıkmıyor, ama insan yine de Sully’le bağdaştıramıyor. Sonuçta dinlemiş ve etkilenmiş.
Fielder araştırmayı derinleştirmek için Kaptan Sully oluyor. Altını çizeyim: Sully’i oynamıyor, Sully oluyor, ona dönüşüyor. Bir anda elinde tıraş makinesiyle vücudunun kıllarını alırken görüyoruz onu. Birden kundaktaki bir bebeğe dönüşüp anne sütü emiyor, yavaş yavaş büyüyor, Sully’nin hayatının dönüm noktalarından geçiyor, bıyık bırakıyor, pilot oluyor, bir gün havalimanına yürürken gözüne iPod ilişiyor, satın alıyor, eve gidiyor, sevdiği şarkıları yüklüyor, zaman zaman kokpitte iPod’undan müzik dinliyor. O şarkılardan biri Evanescence’dan “Bring Me to Life.” Korosu tam tamına 23 saniye süren o şarkı.
DELİ SAÇMASI VE ÇOK TEHLİKELİ
Sully o tarihi inişini yapmadan önce 23 saniyeliğine bu şarkıdan cesaret mi aldı? Fielder’ın tek deli saçması tezi bu değil. Kokpitte kaptanla yardımcı pilotun daha dostane bir ortam yaratarak kazaların önlenebileceğini düşünüyor. İşin sırrı iyi iletişimde. Pilotlar birbirlerini dinlerse kazalar önlenebilir.
SullyNormalde uçuştan birbirini tanımayan, birbirleriyle sohbet etmeyen uçuş kulübüne aralarındaki buzları eritecek bazı cümleler söyletiyor. Havalimanı setinde pilotlara bekleme odası inşa ediyor ve birbirleriyle temaslarını gözlüyor.
Pilotların jüri olduğu “Popstar” benzeri sahte bir şarkı yarışması düzenlemek, bir ara otizm derneğini devreye sokmak araştırmasının diğer aşamaları. Bir Alman komutan gibi giyinip Hitler’inkine benzer bir savaş karargahında Paramount + platformunun Almanya’daki yöneticileriyle toplantı yapmak da.
Konu uçuş güvenliğiydi, nasıl buralara geldik diyorsanız yalnız değilsiniz. Ama bir şekilde bütün bunlar sonunda Fielder’ın varmak istediği yere bağlanıyor. O vardığı yerin ne olduğunu söylemeyeceğim. Televizyon tarihinin en tehlikeli, en deli ve en korkutucu deneylerinden birine kalkıştığını söyleyeyim. Bu programdan sonra çocukluğundan beri havalimanlarında gözü kamaşan, uçağa binmeyi bir yere gitmeye yeğleyen, yılının büyük bölümü havada geçen benim bile içim hafif irkildi. Mesela…
Pilotların bütün eğitimini simülatörde aldıklarını, gerçek bir yolcu uçağında havalandıkları ana kadar simülatör dışında uçuş yapmadıklarını biliyor muydunuz? ABD’de bir pilotun yolcu uçağında görev yapabilmesi için belli bir süre asgari eğitim alması şart. Ama kanundaki bir açık daha kısa süre eğitim alanların “para ödemeyen” yolcuları taşıyabilmesine olanak tanıyor.
BAŞYAPIT KELİMESİ ÇOK YIPRANDI AMA…
Nathan Fielder, tıpkı kılıktan kılığa girip insanları tuzağa düşüren Sacha Baron Cohen gibi, deneysel bir komedyen. Ancak Cohen kendi yarattığı Ali G ya da Brüno kılığında söyleşi yaparken sadece konuştuğu kişileri rencide ediyor ya da küçük duruma düşürüyor. Yer yer bu uğurda kendisini tehlikeye atıyor, ama gülüp geçiyoruz. Ama başından beri biz, izleyici, Cohen’in mizah yaptığını biliyoruz ve şakanın parçasıyız.
Fielder kasıtlı olarak antipatik, soğuk, asosyal bir karakter çiziyor. Gerçekten bazı psikolojik bozuklukları olabilir; bilmiyoruz. Belki gerçekten ekranda canlandırdığı karakterin aynısı, gerçekle kurgu bulanıklaşıyor. Televizyon programında oynadığı karakter gereği izleyicilere kötü davranan ama yardım kampanyalarında sunuculuk yapan bir Okan Bayülgen değil. Her türlü sululuğu yapıp program dışında ciddi memleket meseleleri üzerine çıkış yapan bir Levent Kırca ya da kendisini kamusal alanda durmadan espri yapmak zorunda hisseden bir Cem Yılmaz hiç değil.
Çoğu komedyenin rolüyle kendisi arasındaki farkı biliyoruz. Sacha Baron Cohen bile artık ciddi oyuncu. Ama Fielder’ın ne zaman ciddi olduğunu ne zaman mizah yaptığını kestirmek mümkün olmayabiliyor.
Epey bir alışmak şart. İzleyici de ilk başlarda nerede gülmesi gerektiğini kestiremeyebiliyor. Dahası, bireysel bir performans da değil onunki. Son bölümdeki tehlikeli numarası gibi insanların hayatlarıyla bile oynayabiliyor. Kendisi sadece oynuyormuş gibi davranıyor.
İzleyiciyi bir yandan tırnaklarını yiyip bir yandan eliyle gözlerini kapatırken, diğer yandan da sinir bozucu kahkahalar atmadan duramadığı garip, tanımlamaz, eşine pek rastlanmayan bir duruma sokuyor. Böyle anlar hayatta olduğu gibi ekranda da çok nadir. Delilikle dahilik arasında gidip gelen ama bir yandan da çok normal gözüken Nathan Fielder artık kullanıla kullanıla giderek anlamını yitiren o ifadeyle tam bir “başyapıt” çıkarmış “The Rehearsal” ile.