Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem 3. Sayfa Ne dediler? | Son dakika haberleri

        YAVUZ SEMERCİ : KENDİNİ HATASIZ SANMAK

        YAŞANANLARA inanmak mümkün değil.

        Hiçbir taşkınlığı olmayan ve bir talebi seslendiren insanların üzerine yürüyen devlet, nasıl bir ruh hali içinde? Bir değil, binlerce insan bir araya gelse, kime ne zararları var?

        Uyuyan insanların yüzüne gaz sıkanlar, çadırları yakanlar, yıkanlar nasıl bir tehlikeyi bertaraf ettiklerini düşünüyorlar?

        Demokrasi, özgürlük diye iktidara gelenlerin, farklı düşünenlere yönelik, "Seni tanımam, takmam, umursamam; kes sesini ve otur oturduğun yerde" tavrı nasıl açıklanabilir?

        Birkaç gündür Taksim'de yaşananlar demokrasi çıtamızın ne kadar düşük olduğunu bir kez daha gösterdi. Binlerce insanı bir araya getirmemek için bölgeyi gaza boğdular. Olaylar, kimin haklı olduğunu değil, "Yapılan iş yanlıştır" diyenlere yönelik devletin tahammülsüzlüğünü göstermiştir...

        Kendi adıma sözün bittiği noktadayım. Demokrasi, insan hakları, gösteri hakkı gibi evrensel değerleri bir kenara bırakın. Bu ülkenin, bu toprakların sözü dinlenir, eli öpülenlerini hatırlamak bile bize ne oldu demek için yeterli...

        *

        Merhem ve mum gibi ol!

        İğne gibi olma!

        Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,

        Fena söyleyici!

        Fena öğretici!

        Fena düşünceli olma!

        (Mevlânâ'dan oğluna tavsiye...)

        *

        Hiç hata yapmayan insan, hiçbir şey yapmayan insandır. Ve hayatta en büyük hata, kendini hatasız sanmaktır.

        Olsun be aldırma Yaradan yârdır. Sanma ki zalimin ettiği kârdır. Mazlumun ahı indirir şahı. Her şeyin bir vakti vardır.

        Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil.

        Eğer bir müminin kalbini kırarsan Hakk'a eylediğin secde değildir.

        (Yunus Emre'den sözler)

        *

        Ey oğul! Beysin...

        Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.

        Güceniklik bize, gönül almak sana.

        Suçlamak bize, katlanmak sana.

        Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana.

        Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana.

        Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana.

        Ey oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana.

        Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.

        (Şeyh Edebali'den Osman Gazi'ye tavsiye)

        *

        Hararet nârdadır, sacda değildir

        Keramet baştadır, tacda değildir

        Her ne ararsan kendinde ara

        Kudüs'te, Mekke'de, hacda değildir.

        (Hacı Bektaş Veli)

        --

        UMUR TALU: 1 MAYIS'TAN 31 MAYIS'A GAZI PARKI FETHİ

        Ne mutlu Taksim’i fetheden o komutana!

        Fatih’in elinden öpelim, Yavuz’un önünde diz çökelim ama bu ne!

        Kamunun parkını fethetme, insanını gazdan kırıp geçirme histerisi ne!

        1 Mayıs 77’de direncini dıştan-içten kırmak için “Umut ruhu” Kazancı’dan katliama da bu günler için de yuvarlanmıştı.

        12 Eylül de bugünler içindi. 12 Eylül 04.00 idi; bir mayıs sonu bir saat daha ileriye gidildi!

        O günlerden sonra, “umut”tan ziyade “biraz itiraz” kaldı.

        Bazen meydan ortasında, bazen ağaç gölgesinde.

        Hayat tarzına, inancına müdahaleden haklı olarak yakınmış mağdurların cari mağrur demokrasisinde, devlet şiddeti 1 Mayıs mirasını gururla taşıyor.

        “Akil insan gazeteci-yazar” ise “Gezi’den Central Park da, Tahrir de çıkmaz” diye yazıyor.

        Dediği yer “Central” değil, Zuccotti, ama haklı. Çıkan şu: Kemikler, kaburgalar, gazlanmış ciğerler, yanmış gözler, tekmelenmiş, coplanmış, hakaret ve şiddete uğramış bedenler.

        Bir de donup kalmış bir beden.

        Madem ki azınlıktır bunlar; canı çıksın denilenler!

        Sınıfları hızla atlamış kibirli neo-muhafazakâr kudretlilerin emriyle…

        Sınıfını da şaşırmış bir servet bekçisi şiddetle önce kendi ruhu gazla boğulmuş “polis”in intikamı böyle.

        Gezi fethi sayesinde insan hakkını ve haysiyetini ona iade edecek amir düzen!

        Gazı Parkı Fethi’nin emir külü emir kulları olarak ağaçlar kesilip bu kahramanlara anıt dikilecek!

        İstanbul’un siyasi, bürokratik, ekonomik, finansal, gazcı ağaları 31 Mayıs’ı da hep kutlamalı.

        Zaten bitkin, yorgun ama nedense nazlı bir parkı işgal ve iğfalle, arsızlık bazlı gazlı kasaları lök gibi park ettiler.

        Emirden, gazdan, coptan, tekme, yumruktan bir nefretle donatılmış polisin de “Gazarkasa” önünde hazırol durma vakti geldi.

        Devlet memuru, kamu hizmetkârı sanılırken, Taksim’de sermayenin özel güvenlik görevlisi yapıldı!

        Ağalar para sayacak; üç kuruş maaşla aşırı mesaide köleleştirilmiş polis Ahmet, avemeden bina dokuyacak. Bina yükseldikçe gölgesinde küçülüp duracak.

        Şu ara, park ettirildiği yerde azıcık dinlenmek istediğinde de, idama mahkûm bir ağacın gölgesine şöyle bir uzanacak, onun akil, olgun, derviş, yaşlı, ayrımsız şefkatine sığınacak belki!

        Alınız ganimetinizi, kasaya kilitleyiniz.

        Kimse dokunamasın.

        Kimsenin nefesi bile değemesin.

        Konuşmaya, tartışmaya, yanlışları düşünmeye, eleştiriye, özeleştiriye ne gerek var.

        Cop var, gaz var.

        Ağaç her yaşta eğilir!

        Uzun ip belinizde, baltalar elinizde nasıl olsa.

        Bir ağaç neden hür olsun…

        Bir orman neden kardeş olsun!

        Neden sizin kararlarınız dışında başka başka fikirler, hisler olsun.

        ***

        2005 sonunda, polisin Mardin Kızıltepe’de babasıyla birlikte, evinin önünde, ayağında terlikleriyle, yaşından bir fazla 13 mermiyle delik deşik ettiği 12 yaşındaki Uğur Kaymaz için ardı ardına yazılar yazmıştım; rahmetli Ömer Lütfi Mete dahil, bir çok kişi de yazdı, hemen yok edilemedi mesele.

        Yazılara Türkiye Gazeteciler Cemiyeti “ödül” verdi; bir çocuğa düşen “öldü” kelimesinde harfleri değiştirince bir büyüğe “ödül” olabiliyordu işte!

        Sahnede ödülü başkası verecekti; birden dönemin Valisi Muammer Güler sahneye geldi. Rica etmişti, “Ben de Mardinliyim; ben vermek istiyorum” diye. Açıkçası, polisin vurduğu çocuk için yazılara ödül veren Vali fotoğrafı arşivde yerini bulurdu!

        Sonra bir 1 Mayıs. “Gazcı biraderler”den oldu Vali Bey.

        Dink Suikastı ihmal ve karanlıklarında da yuvarlandı.

        Şimdi İçişleri Bakanı.

        Yani bu polis şiddetinin, bu resmi nefretin, bu devlet cinnetinin bakanı.

        Gazcı biraderdi; Gazbakandır artık.

        Kızıltepeli Uğur’daki hissiyatının bindebiri varsa vicdanında ve bir iradesi, inisiyatifi mevcutsa; Mutlu Vali ile Emniyet Müdürü’nün de istifasını isteyerek, kendi istifasını verip Mardin’e gitsin.

        Bu sıcakta, memlekette kadim bir ağacın gölgesine!

        ***

        Ve Başbakan.

        Yanı başında zehirlenirken, kafalarına gaz bombası kapsülü sıkılırken, aklını kaçırmış bir polis şiddeti uygulanırken, günlerdir susuyor; sadece sigaranın dumanından bahsediyor.

        Takviye gaz bombası geliyormuş Bursa’dan.

        Yalova’dan fidan gelecek değildi ya.

        Fakat, biliyor musunuz; gaz biter, ağaç yine direnir, insan çoğalır!

        Hiç kimse görmeden ölüyorlar!

        23 Şubat 2012: Denizci Uzman Erbaş Bülent Aksungur. İki evladını, eşini öldürdü ve intihar etti.

        8 Mart 2012: N.Ş. Tunceli'de bir otel odasında, kalbine kurşun sıkarak intihar girişiminde bulundu.

        16 Aralık 2012: Şanlıuurfa'da Fevzi Atik. 42 yaşında, namluyu başına dayadı ve geride 19 yaşında bir oğul bıraktı...

        11 Mayıs 2013: Gölcük'te Askeri Mahkemesi arşivinde, Uzman Erbaş Sinan Birinci kendini asarak intihar etti. Oysa evladı henüz lösemi atlatmış, hayata tutunmuştu...

        27 Mayıs 2013: Ankara Gölbaşı GES Komutanlığı'nda görevli uzman erbaş Mehmet Gül, kalbine kurşun sıkarak intihar etti...

        Harp sonrası psikolojisi travma tedavisi görürken, sokağa atılan, tedavisi dahi yarım bırakılan Deniz Öz...

        8 Mayıs 2013'de Van İl Asayiş Kolordu nizamiyesinden kaçırılan ve aranmayan... Hatta birliği tarafından ailesine telefon açılıp "firarını veriyoruz" denen, üç gün önce, elleri ayakları bağlı, iki kurşun sıkılmış, taşa bağlanıp Van Gölü'nden çıkartılan Alpay Maral...

        Birliği ilk iş olarak ilişiğini kesmeye çalışırken, ailesi kapı kapı Alpay'ı arıyorlardı.

        Emuzder Başkanı Esef Merdoğlu, mektubunda yukarıdaki yakın tarihli örnekleri verdikten sonra, şöyle sesleniyor:

        Uzman erbaşlar yasalara uygun zulüm görüyorlar, neden duymuyorsunuz. Az eşitlik istiyorlar, az huzur... Azıcık da sevgi ve güven. İşinden atılma korkusu yaşamamak, tüm kamu ve tüm TSK çalışanları gibi tahsillerinin karşılığını alabilmek. Hasta olursam atılırım korkusunu yaşamamak. İnsanca yaşamak istiyorlar, adalet istiyorlar.”

        --

        İHSAN BAL: DEVLETİN SİCİLİ BOZULUYOR

        ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, TÜSİAD'daki konuşmasında "Toplumun vicdanı ikna edilmeden atılan adımlar, demokratik hukuk devletinin sicilini bozuyor. Kamu gücünü kullananların, hak ihlallerine sebep olması kabul edilemez... Uzlaşma zeminini kaybediyoruz. Sokakta, okulda, trafikte hâkim olan şiddet, geleceğin Türkiye'sinin en büyük tehlikesidir" diyerek önemli uyarılarda bulunmuştu.

        Haşim Kılıç'ın bu cümlelerini gazete sayfalarında okuduğumuz cuma günü, Taksim Gezi Parkı düellosu yaşanıyordu. Bir taraftan polis gaz bombalarıyla müdahale ederken, diğer taraftan ağaca sarılmış insanlar kendilerine dayatılan Taksim'in ortasına AVM yapılmasına ve çevrenin talan edilmesine karşı duruyorlar.

        Manzara bu.

        İnsan ister istemez düşünüyor; evet, bir ülkenin kolluk gücü emirleri yerine getirmek zorunda. Peki, ama Gezi Parkı'nın talan edilmesine karşı çıkanların konuşulmaya ve müzakere edilmeye değer hiç mi fikirleri yok? Neden müzakereci polislik kullanılmaz?

        Hadi diyelim olayın polisi aşan boyutu var. Bu durumda ülkeyi yönetme sorumluluğu olanların, yani iktidarın buradaki çalışmaları belirli bir müzakereyle götürmesi gerekmez mi?

        Kamuya ait bir parkı kamudan alıp özelin tasarrufuna sunuyorsunuz. O şehrin sakinleri de buna karşı çıkıyor. Başbakan "Yapılacak" diyor, bir İstanbul milletvekili "Gaza ihtiyaç duyanlar var demek ki" diyerek daha da ileri gidiyor. Gaza gelen polis de elindeki malzemeyi cömertçe kullanıyor.

        Gerçekten de itirazı olanların haklı olduğu taraflar var. Taksim'de kesilecek asırlık bir çınarın yerine Sakarya ovasına dikeceğiniz yüzlerce hatta binlerce fidan aynı anlama gelmeyecektir. "Yerine ağaç dikiyoruz ya ne istiyorsunuz?" argümanını mantıki sonucuna götürdüğünüzde, örneğin Bursa'daki 600 yıllık tarihi çınarı kesip yerine bir dizi taze fidan dikmekte de herhangi bir mahzur yoktur.

        Kentlerin dokusu, toplumun dokusunu taşır. Birinde yapacağınız tahribat diğerine de muhakkak sıçrayacaktır. Kalıcı hasarlar bırakmamak için gündelik müdahalelerden uzak durmakta fayda var. Bugün, inatla, şehrin dokusuna yapılacak yanlış bir müdahalenin geri döndürülemez sonuçları on yıl sonra karşımıza çıktığında ne olacak? Hele hele tarihi yarımadaya tepeden bakıp, silueti katleden örnekleri veya TOKİ'nin dikey kibrit kutusu binaları hâlâ önümüzde dururken... Bunlar aradan on yıl geçtikten sonra iktidar tarafından da eleştirilir hale gelmişken yeni yanlışlara kapı aralamak niye?

        İnsanın içi acıyor.

        "Yaparız, ederiz" dayatması toplumu yorgun düşürüyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, çok doğru bir zamanda, doğru laflar etmiş. Gerçekten de dayatmalar, demokratik hukuk devletinin sicilini bozuyor. Uzlaşma zemininin kaybedilmesi, önemli felaketlerin habercisi olarak ciddi işaretler veriyor.

        Umulan odur ki, siyaset kurumu, iktidar, bürokrasi ve kolluk güçleri bu tür uyarılardan gerekli mesajları çıkarabilsin.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ