V. sadece 10 ay öncesine kadar İstanbul’da kebap ustası olarak çalışıyor, Mecidiyeköy’ün arka taraflarında arkadaşlarıyla bir apartman dairesinde kalıyordu. Güneydoğu’dan göç etmişti, İstanbul’da kendisine bir düzen kurmak bile başlı başına zordu. Ama iş bulmuş, düzenini oturtmuştu. Fakat bir anda aklına esti, aceleyle karar verdi. Paris’e gidecekti.
Neden Paris? Çünkü filmlerde görmüştü. Eyfel Kulesi’ne çıkmak istiyordu. Dilini, yolunu yordamını ve adetlerini bilmediği, daha önce hiç gitmediği ülkeye taşınmak bir tür cesaret işi. T.C. pasaportu taşıyanlar son yıllarda banka hesaplarında paraları, halihazırda işleri ya da okulda kayıtları olsa da Avrupa’ya gitmenin ne kadar zorlaştığını çok iyi biliyor. Ömrü yurtdışında konferanslarla geçen, New York Times gibi gazetelerde kendisinden sık sık alıntı yapılan bir akademisyen üç aylık çok girişli vize aldığı için neredeyse mutluluktan uçuyor. Eskiden üç-beş senelik vizelerini birer onur madalyası gibi gösteren iş adamları şimdi bir senelik vize almış olmaya şükrediyor. Hepimizin pasaportunda sayfalar doluyor. Ama V. tam da aklına koyduğu gibi artık Paris’te yaşıyor.
İLK DURAK BOSNA
Yurtdışına çıkabilmesi için ilk önce pasaport alması gerekiyor elbette. Ancak vizesiz herhangi bir yere gidemeyeceğini biliyor, vize alamayacağını da. Uçakla Bosna Hersek’e gidiyor. Avrupa’nın ortasında ne tam olarak Avrupalı ne tam olarak Müslüman olan kardeş ülke Borsa Hersek’e.
Belli ki Saraybosna’ya girerken hiç kimse onu sorgulamıyor, belki köfte ve börek yiyip memlekete döneceğini düşünmüşlerdi. Ya da göz yummuşlardır. Çünkü Avrupa’ya göç etmek için önce Bosna Hersek’e gitmek benim aklıma gelmezdi. Böyle bir maceraya da körü körüne atılmaz insan. Ancak böyle bir yöntem olduğunu bilen, bu rotayı daha evvel denemiş birinden tavsiyeyle yola çıkar.
V. elbette Bosna Hersek’te kebap ve börek yemiyor. Parası yok değil, Fransa macerasına çıkmadan önce epey bir miktar para biriktiriyor. Hepsini Euro’ya çeviriyor. Ama parasını Avrupa’da gezecek herhangi bir turist gibi uçak ve tren biletlerine harcamıyor. Onun yolculuğu iki bacağının üzerinde, yürüyerek. Nitekim bazen fırsat bulduğunda otobüsle, ama çoğu zaman yürüyerek, telefonundan rotaya bakarak, dağlarda, görünmeyeceği yerlerde yürüyerek sınırları geçmeye çalışıyor.
Google Maps’e göre Paris’in merkezinden Bosna Hersek tam 1671 kilometre. Yol boyu pek çok ülke sınırı, kapalı ve özel yollar var. Yürüyerek hiç durmadan 371 saat sürüyor. Bosna’dan sonra Hırvatistan, ardından Slovenya, Avusturya ve Almanya üzerinden Fransa’ya varmak mümkün. Ama Almanya ve Avusturya riskli, duvarları yükselttiler ve polis denetimi çok arttı.
V. önce Hırvatistan’a varıyor, yakalanıyor. Polisten dayak yiyor, 24 saat sonra bir şekilde serbest kalıyor. Slovenya’da yeniden yakalanıyor, parmak izi alınıyor ve mülteci kampına gönderiliyor. Ancak akıllı, önceden yakalanabileceğini hesap etmiş. Ya da biri tavsiyede bulunmuş. Bosna’dan çıkmadan önce Bihaç yakınlarında bir dağda pasaportunu ve kimliğini gömüyor. Resmi otorite karşısında isimsiz, devletsiz, lisansız biri artık. Pasaportu olsa Bosna’ya geri gönderilecek, ardından da Türkiye’ye iade edilecek.
“Ormanda bir yere gömdüm ama şimdi gitsem bulamam,” diyor. “Zaten bir senelik pasaporttu.”
Slovenya’daki kamptan da bir şekilde kaçmayı başarıyor. O kısmı, hikayesindeki pek çok nokta gibi bilerek muğlak ya da ayrıntılı anlatmak istemiyor. Bir şekilde İtalya’ya varıyor, oradan da kendisiyle bir başka mülteciyi Fransa’ya otomobille götürecek birini buluyor. İtalya’da yaşayan bir başka Kürt bu yolculuk için ondan 500 Euro alıyor; Paris-Milano arasındaki hızlı trenden kat be kat daha pahalı. Üstelik Paris’e kadar bile götürmüyor onu, Fransa sınırını geçtikten sonra Lyon yakınlarında bırakıyor. Oradan da yine bir şekilde Paris’e yolunu buluyor.
Slovenya’da alınan parmak izinin normalde Fransa’daki karakolda görünmesi lazım. Ama görünmüyor. Bu onun ilk şansı. Böylece nereden geldiği, nereye gittiğini kestirmek imkansız.
ÖRGÜT ONA YARDIMCI OLMUYOR
İnsanın ilk anda aklına gelen V.’nin “réfugié politique” olarak Fransa’ya geldiği ve bu ülkedeki çok güçlü Kürt lobisinden yardım aldığı. Kapısını çaldığı ilk yer de Paris’teki PKK’lılar. “Kalacak yerim yok, yeni geldim,” diyor ve örgüt onu Strasbourg’da “kurucu önder” için nöbete gönderiyor.
“Nöbet ne demek?” diyorum, “Karıştırma orasını,” diyor. “Ne yaptınız?” diye soruyorum, “Nöbet tuttuk,” diyor. Paris’e geri geldiğinde kaldığı örgüt evinde huzursuzluk çıkıyor, bu sefer onu Almanya’ya göndermeye karar veriyorlar. Ancak daha yeni Fransa’ya geldiği, kimliği dahi olmadığı için reddediyor.
V. kesinlikle politikadan hoşlanmıyor, Kürt olmasının dışında siyasi bir kimliği veya örgütle bir bağı yok. Kendisine yardımcı olmayınca örgütle de bağını kesiyor.
Fransa’ya siyasi sığınmacı olarak değil, baskı altındaki bir eşcinsel Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak başvuruyor. Güneydoğu’daki çocukluğundan beri eşcinsel olduğunu biliyormuş, ama tabii herkesten gizli yaşamış. Yalan söylemiyor sonuçta; Fransız devleti başvurusunu işleme koyuyor.
Barınma, beslenme gibi temel problemler hala var. Yardımına Grindr ve Paris’in gay saunaları yetişiyor. Önce Grindr’da konuştuğu birisi ona Marsilya’ya taşınmasını, ona ev ve iş bulacağını vaat ediyor. Marsilya’ya gittiğindeyse muhatabı ortadan kayboluyor, artık geri dönebileceği bir örgüt evi de yok.
BAZEN SOKAKTA KALIYOR
Şimdi Paris’te saunada tanıştığı Afrikalı bir eşcinselin evinde yaşıyor. Aralarında bir ilişki yok, her ne kadar ev sahibi istese de. Ama “Ona istediğini versem beni kapı dışarı eder,” diyor. “En azından ben öyle düşünüyorum.” Gündüzleri devletin zorunlu kıldığı dil kursunda; oturumun ilk adımı olan sertifikayı alması için 600 saat gitmesi zorunlu. Dört hafta sonu boyunca da vatandaşlık dersine gidiyor, Fransa devleti onun gibi Türkler için Türkçe tercüman tutmuş. Ben de onu orada buluyorum.
Akşam yemeklerini Paris belediyesinin önünde evsizler için açtığı tezgahtan yiyor. Bazen eve gitmiyor, parklarda veya sokaklarda geceyi geçiriyor. Ev arkadaşı laf etmesin diye bazen yıkanmadığını söylüyor ve ister istemez refleks olarak iki adım daha geri çekilerek onunla konuşuyorum. Biraz kendimden utanıyorum tabii ki. Kaldırımda yürürken bazen eliyle omzuma dokunuyor, irkiliyorum.
Benimle konuştuğu için yemek saatini kaçırıyor, ona Carrefour’dan bir şeyler almayı öneriyorum. Reddediyor. Israr ediyorum, zorla bir sandviçi kabul ediyor. Bir cips ve içecek de alabilir miyim, diye soruyor.
10 yıllık oturumunu da almış bu arada, belgesini gösteriyor. İşlemlerinin ne kadar hızlı sürdüğüne şaşırıyorum. Yasal yollardan gelip Fransa’da oturumunu uzatmaya çalışanlar ‘prefecture’de aylarca bekliyor, bazen ancak bir sene oturum alıyorlar. “Evet okulda da böyle arkadaşlar var, hala bekliyorlar,” diyor. “Sizin hatanız vizeyle gelmiş olmanız.” Ne diyeceğimi bilemiyorum.
“Yalnız Türkiye’ye gitmem yasak,” diyor. Onun da kolayını bulmuş, Almanya’ya gidip oradaki bir konsolosluktan pasaport çıkartıp, oradan Türkiye’ye gidebilirmiş. “Ama doğrusu umurumda değil.”
Vatandaşlık dersi tamamlanınca devletin kendisine iki adet iki kişilik bilet vereceğini söylüyorum. “Eyfel Kulesi’nde geçerli mi acaba?” diyor.