Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Tokyo defterleri-2: Çiğ tavuk yer misiniz
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Koechi’ye bu seyahatte çok şey borçluyum. Onu turistlerin pek bilmediği ve bana Japonya’da 10 yıl yaşamış bir arkadaşımın tavsiye ettiği Sangenjaya’da bir izaka’yada bulduğumda üzerinde eşofmanları ve New York Knicks şapkasıyla içiyor, bir yandan da telefondan Japonca mönüyü tercüme etmeye çalışmamı gözlemliyordu. Tokyo’daki hemen herkes gibi “biraz İngilizce” biliyordu; bir ay Vancouver’da kalmış. Ona benim için bir şeyler sipariş vermesini rica ettiğimde ilk sorusu “Çiğ yer misin?” oldu. Kastettiğinin tavuk olduğunu düşünmeden evet dedim, tam o sırada mekanın sahibi müdahale etti.

        Özel yetiştirilmiş tavukların tıpkı ton balığı ya da somon gibi kesilerek ‘sashimi’ olarak sunulduğunu bilmiyordum. Bazıları bizleri tavuk konusunda çok korkuttu. Haksız da değiller, tavuktan gıdan zehirlenmesi çok kolay. Kuş gribi var, vs. Sorunlu bir hayvan tavuk. Ama marketten aldığınız her tavuk da çiğ yenmiyor, işi ustasına bırakmak gerek.

        Anthony Bourdain’in bu gibi durumlarda tavsiyesi ne sunulursa en azından bir kere denemek. Ben de o kafadayım. En kötü birkaç gün hasta yatılıyor ama Tokyo’daki sınırlı günlerime risk almak istemedim. Biraz korktum açıkçası. Bir dahaki sefere.

        Koechi’nin kendisine sipariş verdiği bir diğer yemekse dilimlenmiş bir domatesti. Bizim için ne kadar yaygın bir meyve, başkaları için özel bir tabakta sunulacak kadar farklı bir lezzet.

        DONSUZ GECELER

        Futaba mahallede dolaşırken rastgele girdiğim bir izakaya ve Tokyo’daki en iyi akşam yemeklerinden birini orada yedim. Aslında gözüme başka bir yeri kestirmiştim ama “Kapalıyız,” diye reddedildim. Bir başka gece yine aynı gerekçeyle reddedildim. Bence kapalı değillerdi, ama aralarında yabancı istemiyorlardı.

        Reddedildiğim bir başka yer Shinjuku Ni-chōme’deki bir gece kulübü oldu. Baktım herkes kuyruk olmuş, kalabalık ve eğlenceli diye sıraya girdim. Bilet sırasında güvenlikle ilgili olduğunu zannettiğim bir kontrol yapıyorlardı. Meğer iç çamaşırı kontrolüymüş. Dünyada çırılçıplak girilen gece kulüpleri biliyorum, ama iç çamaşırsız girilenini ilk kez gördüm. Çıplak değil, giyinik. Pantolon çıkartılmıyor ama sadece iç çamaşırı yasak.

        Kapıdan döndüm, ama bitişik apartmanın merdivenlerinde iç çamaşırını çıkartmış ve bu başarının sembolü olarak elinde gururla sallayarak inen birini gördüm. Bir an onun yolundan gitmeyi düşündüm. Sonra bu işler için yaşımın fazla ilerlediğini fark edip ayrıldım. Eminim onlar eğlenmiştir.

        Karaage hemen her izakaya’nın vazgeçilmezi.
        Karaage hemen her izakaya’nın vazgeçilmezi.

        HANIM EVDE ERKEK MEYHANEDE

        Çiğ tavuk yiyemedim ama bol bol kızarmış tavuk yedim. En iyisi 24 saat açık Lawson’larda bence. David Chang de böyle düşünüyor. Hemen hemen bütün izakaya’larda ‘karaage’ bulmak mümkün ama bazılarında çok iyi, bazılarında vasat. Yanında mutlaka limon ve Japon mayonezi—Kewpie marka genellikle—olacak.

        Sangenjaya’daki Futaba’nın en iyi yaptığı yemek karaage değil. Ama ızgara tavuk konusunda herkesle yarışırlar. Udon da en akılda kalıcı tabaktı belki. Meğer usta Fukuoka’danmış; ızgara tavuk (yakitori) ve soba-udon makarnalarının doğum yerinden.

        Koechi’nin üzerinde ismi yazan dev bir sochu şişesi var ve haftanın iki-üç gecesi Futaba’da içiyor. 42 yaşında ama 12 yaşında da zannedebilirsiniz. Zaten sırf dalga geçmek için “Öğrenci misin?” diye muhabbete girdim. Bir yıllık evli, eşi evde yeni doğan bebekleriyle uyuyor. “Gece iki-üçe kadar içiyorum,” diye anlatıyor. “Hanım karışamaz, çünkü evde parayı ben kazanıyorum.” Biz bu tiplere ne diyoruz? Akşamcı? Alkolik? Örnek aile babası?

        “Buradan sonra nereye gidiyoruz?” diyorum. Futaba kapandığında biraz ilerideki churrasqueira’da içiyormuş. Orada da üzerinde adı olan şişesi var. Mekanın patronu Brezilya’ya tatile gidince oradaki etçilerden çok etkilenerek Sangenjaya’da bir benzerini açmış, kapıya da Brezilya bayrağı asmış. Tokyo’da kendi mutfaklarının dışında en çok İtalyan lokantaları gördüm, dolayısıyla Brezilya mutfağı bir yenilik. Japon eti çok pahalı olduğu için Avustralya eti kullanıyorlarmış. Koechi orta pişmiş etini wasabi ve soya sosuyla yiyor. Yabancı mutfak ama yerli adetlere uyuyor. Ben de dayanamıyorum, ‘pão de queijo’ sipariş veriyorum. Brezilyalıların peynirli poğaçası diyebilirim.

        Bir süre sonra, nasıl oldu tam bilmiyorum, “Gangnam Style” çalıyor ve bağıra bağıra eşlik ediyoruz. Daha sonra “Beautiful Girls.” Bin yıldır duymadığım şarkılar.

        Bir izakaya kapandığında bir başkasını bulmak mümkün. Japonlar yeme içmede hiç durmuyor.
        Bir izakaya kapandığında bir başkasını bulmak mümkün. Japonlar yeme içmede hiç durmuyor.

        KÜFELİK OLANA KADAR İÇMEK

        Dükkan kapanırken Koechi bu sefer “Gerçek bir Japon yerine gitmek ister misin?” diyor ve beni deprem olsa yakalanmak istemediğim kadar dar ve alçak sokaklardan, adeta bir labirentin içinden bir bara götürüyor—ki buralarda deprem oluyor ama bu gibi sokaklar yerinde kalıyor.

        Mekanın barmeni var ama herkes kendi içkisini koyuyor. O kadar gizli ki haritada çıkmıyor. Yan komşu Xanadu, belki bir daha oradan bulabilirim.

        İşin ilginç tarafı orada yabancı olmamı kimse yadırgamıyor. Koechi’yle gitmiş olmanın ayrıcalığı. İçerideki diğer müşteriler de hemen sohbete hazır. Japonların soğuk ve yabancılara karşı mesafeli olduğu söylenirdi, genelde de öyle. Ama bu gece değil.

        Gecenin epey ilerlemiş bir vakti, ya da sabahın ilk saatleri ama mekandaki birkaç kişi sükûnetini koruyor. Bu insanlar içince dağıtmıyorlar mı? İçeride öpüşmenin yasak olduğunu öğreniyorum. Koechi’yle değil.

        Birkaç gün önce Golden Gai’da merdivenlerden yuvarlanarak ikinci kattan sokağa düşen birini görmüştüm. O da hiçbir şey olmamış gibi kalktı, yoluna devam etti. İki saat sonra ara sokakların birinde tekrar karşıma çıktı, hala içecek bir yer arıyordu. Aynı gece en az üç kişiyi, kadın veya erkek, içkiden küfelik olmuş halde görmek şaşırtıcı değil.

        Bunlar işi gücü olmayan ayyaşlar değil. Çoğu hali vakti yerinde iş adamları, kiminin şoförleri ve pahalı arabaları var. Yolda yuvarlananlar, yürürken pat diye devrilenler, arkadaşları tarafından taşınanlar… Fakat bir şekilde hiçbiri içme konusunda engel tanımıyor. Hiçbiri geceyi bitirmiyor. Bir mekan kapanırsa yüzlerce alternatif var. Sadece üç kişinin sığdığı barlar. Bir binanın beşinci katında dolap gibi bir oda. Yerin altında bir mahzen.

        INSTAGRAM KEŞİFLERİNDEN KAÇININ

        24 saat yaşayan Tokyo gördüğüm başka şehirlerin aksine turistlerle yerlilerin iç içe şehrin her imkanından faydalandığı bir yer. Çok turistik olduğunu düşündüğünüz bir pastane ya da lokantanın önünde kuyruk olmuş bekleyen pek çok Japon görmek mümkün. Bir yiyecek ya da makyaj ürünü moda mı oldu, sosyal medyada mı yayıldı, Japonlar da bu dalgadan faydalanmak istiyor. O yüzden günün her saati hemen hemen her yer dolu.

        Tadı berbat, görüntüsü cazip: meşhur Japon sufle pancake’ler.
        Tadı berbat, görüntüsü cazip: meşhur Japon sufle pancake’ler.

        Sosyal medyada yayılan yiyecek modalarının burada çoğunlukla içi boş. Birkaç sene önce Japon sufle pancake’ler moda olmuş, New York’ta hala önünde kuyruklar olan böyle birkaç yer var. Harajuku’da yürürken tabelasında “Şu anda müsaitiz, hemen girebilirsiniz,” mesajı yazılı A Happy Pancake’i not ettim ve hafta içi gitmeye karar verdim. Pazartesi sabahı olmasına rağmen önümde kuyruk vardı, sıra bana geldiğindeyse pancake’leirn yapımının en az yarım saat süreceği söylendi. Bir başka gün geldim, masaya oturdum, bu sefer de 20 dakika sürdü. Keşke ilk gün kalkmasaydım. Mekandaki diğer Amerikalılarla birlikte bekledim. Bomboş bir beklemeydi.

        Tattığım tam bir hayal kırıklığıydı. Pancake’ler yumuşacık bir yastık gibiydi, sufle kıvamı mükemmeldi. Ama yumurta tadı öylesine baskındı ki çoğunu yemeden bıraktım. Neyse, modanın gerisinde kalmamış oldum.

        Limonlu soba’yı galiba ben anlamadım.
        Limonlu soba’yı galiba ben anlamadım.

        Bir başka hayal kırıklığı kiraz ağaçlarının çevrelediği nehrin kenarındaki Nakameguro mahallesindeki soba’cıydı. Burada da uzun bir kuyruk vardı, ama çabuk ilerliyordu. Instagram’a çok uygun limonlu soba yapıyorlar, hakikaten de ince ince limon dilimleri kasede çok güzel duruyor. Ama görüntü lezzetin epey üzerindeydi… Veya ben anlamadım. Soba yediğim Dosanjin’in hemen karşısındaysa kapısında bir saate yakın kuyruk olan bir Starbucks vardı. Bugüne kadar kuyruk beklenerek girilen hiçbir Starbucks görmemiştim, ama burası içeride yemek de yenen ve muazzam bir terası olan Starbucks.

        Bebek’teki Starbucks’ın dünyanın en güzeli olduğunu düşünenler Nakameguro’dakini görmemiş. Ya da Kyoto’daki Starbucks’ı. Japonya’ya kadar gidip Starbucks’a girmeyi kendime yediremediğim için bu Instagram dostu tecrübeyi başkalarına bıraktım.

        YEDİĞİM EN İYİ SUSHI

        Koechi bana kendi mahallesinde dağıtım bandında sushi yapan küçücük bir yer önerdi. Gastronomi zevki çiğ tavuk ve dilim domates olan birinin tavsiyesi dinlenir mi? Ama bir bildiği vardır diye yine Sangenjaya’ya yeniden gittim ve tezgaha oturdum. Kasadaki yaşlı kadın bir anne şefkatiyle beni sahiplenip bizzat ilgilendi. Her şey ama her şey mükemmeldi, dahası yüzlerce dolara omakase sunan yerlerden daha lezzetli ve ucuzdu.

        Batta sushi sunan Daidokoya ne kadar iyi olabilir? Turistler bilmiyorsa ve sadece Japonlar gidiyorsa en iyisi olabilir. Koechi’nin bana en büyük armağanı bu oldu.

        Mahalledeki bir diğer izakaya’yı kendi kendime keşfettim. Yerini bulabilirim ama adını asla hatırlamıyorum ve haritada da not etmemişim. Fakat içeride ayakkabılarını çıkarıp masanın etrafında bağdaş kurmuş kalabalık grupları görmek yetti. Bu iyiye işaret. Japonya’da rastgele girilen hiçbir yerden hayal kırıklığıyla çıkmıyor insan, duyarak gittiği yerlerse hemen her zaman beklentinin altında kalıyor.

        Susam yağında dinlendirilmiş lahana salatasıyla başlayıp onlarca gyoza yiyorlardı, ben de onların izinden gittim. Dilim dilim lahanalar nasıl bu kadar güzel olabilir diye düşünüyorum hala. Japon mantısı gyoza’nın bir tarafı tam olması gerektiği gibi kızarmıştı ve neden durmaksızın sipariş verildiğini anladım.

        Harajuku’daki gyoza’cı eskisi kadar iyi değil ama hala kalabalık.
        Harajuku’daki gyoza’cı eskisi kadar iyi değil ama hala kalabalık.

        İlk Tokyo seyahatimde Harajuku’daki Cat Street yakınlarındaki Gyozarou’yu keşfetmiş ve not etmiştim. Bu sefer yeniden gittim, ama Instagram’ın keşfettiği pek çok yer gibi diğerlerinin altındaydı. Yine kapıda uzun bir kuyruk vardı.

        Bu seyahatte yediğim en iyi gyoza ise Kyoto’da Chao Chao’daydı. Burası bir sır değil, akşamüstü 16:00’da açılmadan kapıda kuyruk birikiyor ve tamamı da turistlerden oluşuyor. Mutfaktaki Sanjo Kiyamachi bir yandan mantıları haşlıyor, bir yandan kızartıyor, bir yandan da İngilizcesiyle turistlere istediği şovu yapıyor. Şöhretinden memnun.

        Peynirli ve tavuklu gyoza? Olmaması gerekiyor ama mükemmel. Sarımsaklı, elbette sipariş ediliyor. Tezgahta oturup bol seçenekli mönüden herhangi bir lezzet hayal kırıklığına uğratmayacak. İşin sırrı hamurda, hamurun çıtırlığında. Bugüne kadar hiç kimsenin bu kıvama ulaştığını görmedim. Bazen her turist tuzağı tuzak olmayabiliyor.

        Kyoto’daki gyoza’cı şöhretinin hakkını veriyor.
        Kyoto’daki gyoza’cı şöhretinin hakkını veriyor.

        Faydalı bilgiler

        • Ne kadar seyahat edeceğinize bağlı ama bir hafta boyunca sınırsız ulaşım sağlayan tren pası iyi bir yatırım olmayabilir. Kyoto-Tokyo arasındaki en hızlı hat olan Nogozi trenine binemiyorsunuz mesela, ayrıca ücret ödemek gerekiyor.
        • 24 saat hizmet veren Lawson, 7Eleven ve FamilyMart’ta iç çamaşırından enerji içeceğine, sandviçten vitamine pek çok şey bulmak mümkün. Jöle vitaminler çok yaygın. Yumurtalı sandviçler olağanüstü. Lawson’ı özlüyorum.
        • Hemen her izakaya’da kişi başı masa ücreti var. Karşılığında bazen ufak bir ikram geliyor. Kişi başı bir içki ve bazen bir yiyecek sipariş verilmesi zorunlu.
        • Bazen nakit taşımak gerekiyor. 7Eleven’lardaki ATM’ler turistlerin can simidi.
        • Genellikle kısa mesafelerde taksi, uzun mesafelerde—havalimanı mesela—Über daha avantajlı.
        • Herkesin bildiği gibi Haneda yakın, Narita uzak havalimanı. THY sabahın saçma erken saatinde Haneda’dan kalkıyor, eskiden Narita’dandı. Narita daha iyi bir havalimanı ama her ikisinde de son dakika turistik alışveriş yapmak mümkün. Haneda’da Terminal 3’te güvenlikten sonra 7Eleven bile var.
        • Metroları kullanmak çok kolay, zaten bu kadar tarif ve açıklamaya kaybolmak için geri zekalı olmak gerek. İki kere yanlış trene bindiğimi itiraf edeyim. Cumartesi sabahı 5:00’te bile metro nasıl tıklım tıklım olabilir? Oluyor işte.
        • Japonya’daki otellerin en iyi tarafı: pijama ve nem makinesi.