Ege otları yasta. Aslında bunlar Ece’nin otlarıydı. Önceki gün hayatını kaybeden Ece Aksoy’un. Yıllarca kendi adını taşıyan mekanında otobüslerle Bodrum’dan taşıdı bu otları, hafifçe kavurdu ya da azıcık haşladı ve sofralarımıza getirdi. Bugün her meze dolabından türlü yeşillik seçenekleri sunulduğuna bakmayın, o dönem için büyük bir yenilikti.
Ancak, aramızda kalsın, Ece’nin otları da, diğer yemekleri de pek iyi değildi. Ya fazla haşlanmış ya fazla kavrulmuştu; tuzu ya da asidi eksik, bazen yavan bazen de tatsız kalmıştı. Sadece otlar değil, mönüdeki diğer yemekler de fazlasıyla vasattı. Sahan köfte ya da ciğer. İnsanın aklını başından alacak yemekler değildi. İnsanın aklında kalacak bile değildi.
Hiç kimsenin Ece’nin yemeğini özlediğini, özellikle canının çektiğini de hatırlamıyorum. Ama bir şekilde hep Ece’ye gidildi.
ŞÖHRETLER VE ENTELEKTÜELLER
Ece bir lokanta işletmecisi ya da şef değil, evinde insanları ağırlayan, salonu olan bir kadındı. Zaten Asu Maro’nun 2013’te Milliyet’te onunla yaptığı söyleşide de bahsettiği gibi önce evinde sık sık 20’şer kişilik gruplara yemekler veriyor, daha sonra Egemen Bostancı’nın “Zaten her gece insanları ağırlıyorsun, gel bir yer açalım,” önerisiyle profesyonel “mekancı” oluyor.
Bunca sene ayakta kalmasının, bir marka olmasının nedeni yemekleri değil insan ilişkileriydi Ece’nin. Türk entelijansiyası için ta 80’lerden başlayarak bir lokaldi onun yeri. Sanatçılarla entelektüellerin bir arada eğlendiği, en önemlisi huzur bulduğu bir mekandı.
Özal’la birlikte reklamcılık gibi yeni meslekler oluşmaya başlamış, eski solcular da darbe sonrası kendilerini bu yeni realiteye adapte etmişti. Memleket artık meyhane masalarında kurtarılmıyor, Ece Bar entelektüeller için bir tür kamusal meydan işlevi görüyordu. Tıpkı New York’ta olduğu gibi bir tür “happy hour” alışkanlığıyla tanışılıyor, işten çıkıp burada bir-iki tek atmadan eve dönülmüyordu.
Tabii burası İstanbul olduğundan, o bir-iki tek, çoğu zaman karpuz kesildikçe uzayan ev misafirliği gibi, gecenin ilerleyen saatlerine kadar uzuyordu. Mekan sayısı sınırlıydı, herkesin gittiği yer de aşağı-yukarı belliydi. Ece’nin mekanının özgünlüğü entelektüel bir durak olmasıydı.
Televizyon skeçlerinde “entel-dantel takımı” diye karikatürize edilse 80’lerde entelektüel olmak da dönemin yükselen değerlerindendi. Enis Batur ve Murat Belge’yle dostluklarından da anlaşılacağı gibi yeni yeni bu çevrelere giren ve yıllar içinde bu çevreler sayesinde kendisine dokunulmazlık örecek olan Sezen Aksu için önemliydi.
“Gülümse” albümünde yer alan “Tutsak” şarkısı, içeriği değil ama ortaya çıkışı bakımından Ece Bar’ın Türk entelektüel hayatındaki konumunun özeti olabilir. Pek alışılmadık bir iş birliği, sözlerini birden fazla insanın yazdığı bir şarkıdır “Tutsak.” Altındaki imzalar: Fatma Sezen Yıldırım, Onno Tunç, Onat Kutlar, Ersin Salman ve Ece Aksoy. Her gece aynı mekanda takılan, ortak konuları, ortak dertleri olan, bir anlamda birbirlerine tutsak, 80’lerin solcu entelektüelleri. Entelektüelle şöhretin iç içe geçtiği, entelektüelin şöhret olmaya, şöhretin kendisine entelektüel bir boyut katmaya çalıştığı—Sezen Aksu’nun pipo zamanları—ergenlik çağı. Bugün bu kadrodan sadece biri hayatta.
Sezen Aksu’nun tavsiyesiyle Kuruçeşme Ece’nin alt katındaki Aynalı Meyhane’de sahne alan Pakize Suda’nın sonradan Hürriyet’e köşe yazarı yapılması bu ilişkiler ağının bir başka ürünüydü. Bir yandan da, o ana kadar belli bir birikim ve gazetecilik deneyimi gerektiren bir görevin, bir-iki tatlı söz ve “networking” ile çok kolay ele edileceği bir yeni dönemin başlangıcıydı sanki. (Şeffaflık için not: Pakize Suda kuruluşu sırasında bir dönem Habertürk gazetesinde de yazdı.)
GÜVENLİ BİR ALAN
Ece’nin en önemli başarısı mutfaktan ziyade salondaydı. Müdavimlerinin büyük bir icat olarak gördüğü üzerine beyaz peynir serpiştirilmiş domates salatası—domatesin üzerine kar yağdı—yüzlerce yıl önce Girit’ten “Dakos” olarak çıkmıştı zaten. Belli ki “İzmir kızı” ama aslen Manisalı Sezen Aksu’ya yeni gelmiş olmalıydı ki zamanla adıyla anılır oldu. Ama Ece’nin müşterilerinin / dostlarının hiçbirinin önceliği iyi yemek değildi, ya da yemeğin iyi ya da kötü olması öncelikleri arasında yer almıyordu.
Ece’nin New York’taki muadili, şöhretlerin durağı efsane lokanta Elaine’s’de de yemeğin abartılı derece kötü olduğu anlatılır. John ve Yoko bir akşam Paul ve Linda’yla gittiklerinde mönüdeki hiçbir şeyi beğenmeyip pizza siparişi veriyorlar, düşünün. Ama yine de Elaine’in mekanına gitmekten vazgeçmiyorlar. Çünkü burada kendilerini güvende, en önemlisi evde hissediyorlar.
Ece de ego’su yüksek ve sürekli el üstünde tutulmaya alışmış çevrelere güvenli bir alan sağladı. Aynı zamanda da trafiği iyi idare edebilmesiydi. Zira müşterilerinin her biri köşeli insanlardı. Her konuda fikri olan bu isimler alkol seviyesi arttıkça birbirine girmeye de müsaitlerdi.
Mesleğe ilk başladığım yıllarda sık sık “Dün gece Ece Bar’da şununla şu birbirine girmiş,” diye başlayan ertesi sabah dedikodularını merakla dinledim. Haber ertesi sabah dönemin en etkili yayın organı Fısıltı Gazetesi tarafından anında Cihangir’e, Cihangir’den de İkitelli koridorlarına yayılırdı.
Melih Aşık ve Okay Gönensin miydi bir gece birbirlerine karşılıklı laf atanlar? Bütün ayrıntılar Ece’de ama Hasan Cemal’in onun ardından yazdığı gibi hepsinin sırlarını saklayarak bu dünyadan ayrıldı.
80’lerin en popüler tartışması döneklik, Ece mekanını Asmalımescit’e taşımaya başladığında “Yetmez ama evet” ve karşıtları kamplaşmasına dönüştü. İşin ilginci, bir mekan olarak Ece hep eski döneklerin, yeni yetmez-ama-evet’çilerin safında yer aldı. E medyada bir dönem onların sözü geçiyordu ne de olsa, bunca yıl gazete sayfalarında mekanın övülmesinin nedeni de bu simbiyotik ilişkiydi.
Pandeminin ilk günlerinde Tuğrul Eryılmaz yaşadığı Cihangir’e Ece’nin her gün yemek yapıp yolladığını yazıyordu. Demek ki sadece çıkara dayalı samimiyetsiz bir ilişki değildi bu. Ece gerçekten onları “salonu olan kadın” olarak sahiplenmiş, dünyanın nereye gittiğinin belirsiz olduğu günlerde bile onlar için endişelenmişti. Ta 80’lerden beri kim bilir veresiye defterinde kimlerin adı yazılıydı.
Dünyanın her yerinde böyledir sanatçıların ve entelektüellerin takıldığı mekanlar. Çoğunun parası yoktur, ama mekana ruh katarlar. Londra’da Mr. Chow, New York’ta Elaine, İstanbul’da da Ece bu insanları sahiplenir, yedirir içirir ve lafını dahi etmez.
ECE’DE SON AKŞAM
Ece’yi “Sert bakışlı… ilk anda çekinebilirsiniz biraz,” diye tarif ediyor Asu Maro. “Ama göz göze gelirseniz, o sert bakışların altında beş yaşında bir çocuğun kahkaha attığını görürsünüz.” Ne yalan söyleyeyim, hem Eryılmaz’ın tabiriyle “düşmanların” müdavimi olması hem de bu sert mizacı yüzünden Ece’ye hep tereddütle ya da zorla gittim ben de.
Ertekin’in Ortaköy’deki café’sinin tek bir müşterisi vardı, Ece’nin Asmalımescit’teki mekanının son yıllarında da belki 10-15 müşterisi kalmıştı. Bir akşam mekanın tasarımını yapan Berna Bora’yla sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Levent’teki ilk günlerden beri Ece’nin yanındaydı Bora. Ancak sayıları giderek azalıyordu. Mekanın giderek azalan etkisi ve cirosu o zaman anlamasak da bir dönemin bittiğinin, Türkiye’ye dönüştüğünün de işaretiymiş meğer. Burası artık bizim büyüdüğümüz ülke değildi. İşin ironik tarafı bu değişimin altyapısını hazırlamakta Ece Bar müşterilerinin rolü azımsanmayacak ölçüdeydi.
Bir akşam Cavit’te kafaları çektikten sonra birkaç arkadaş cesaretimizi topladık, ne-olacak-en-fazla-kovuluruz diyerek Ece’ye içkiye gittik. O sert ve sevimsiz bakışlarıyla Ece karşıladı bizi ve bana hala övgü mü yergi mi olduğunu tam anlayamadığım bir tonda “Yazılara ediyor,” dedi. Ardından bizi öyle bir ağırladı, öyle bir el üstünde tuttu, iki kadeh rakı için önümüze öyle bir sofra döşedi ki bunca sene neden müdavimi olmadığımıza yandık.
Ece’yi son görüşümdü. Sonra çoğumuz bir yerlere dağıldık; cebimizde başka ülkelerin kimlik kartlarını taşıyoruz, ikametimiz başka şehirlerde gözüküyor. Geriye dönüp bakıyorum. Orada olmalıydınız; güzel günlerdi, kusurları, eksiklikleri ve fazlalıklarıyla yine de güzel ülkeydi. Bizim ülkemizdi.