Onun 15 dakikası çoktan doldu ama geçen yaz kısa bir süreliğine dünyanın en bilinen Türk’ü Yusuf Dikeç’ti. Paris’teki Olimpiyat Oyunları’nda rakiplerinin aksine herhangi bir ekipman kullanmadan atış yapıp ardından madalya kazanması onu karizmatik bir star’a dönüştürdü. Yaptığı hareket başka sporcular tarafından taklit edildi, sosyal medyada sayısız meme’e vesile oldu. Kır saçlı, emekli astsubay, bir Olimpik sporcu için orta yaşlı denebilecek Dikeç bir anda Türk cool’unun sembolüne dönüştü.
Dahası, hiçbir ekipman kullanmadan, sadece gözünü hafifçe kıstırıp hedefi vurması da ustalığının kanıtı olarak yorumlandı. Kim bilir, belki diğer sporcular gibi ekipman kullansa hedefi tam yerinden vurur ve gümüş değil altın madalya kazanırdı. Ama Türk erkeği, gerekmez. “At, avrat, silah” bizim kültürümüzün parçası. Mangal yakmak gibi silah atmak da Türk erkeğinin kendi erkekliğini kanıtlama ölçüsü. İşin ironik tarafı, o madalya takıma verildi. Takımın diğeri yarısı bir kadın sporcuydu ama hiç kimse ondan bahsetmiyor.
O zaman da şimdi de gözden kaçırdığımız yere göğe sığdıramadığımız Dikeç’in her ne kadar Olimpiyat’ta yarışsa da özünde eli silahlı bir erkek olduğuydu. Atıcılığın gerçekten Olimpik bir spor olup olmadığını tartışmayacağım, ama Yusuf Dikeç mitolojisi sporun sınırlarını çok aştı. O bir atlet değil, kısa süreliğine de olsa yerli bir James Bond ya da “Kanun namına!” diyen bir Ayhan Işık’tı. Elinde silahıyla.
SİLAH KARŞITI BİR KAMPANYA
Geçen bir senede Dikeç bireysel silahlanma karşıtı bir yorum yaptı mı bilmiyorum. Belki gözümden kaçmıştır. Yaptıysa bile o kadar cılız kalmış ki benim bile gözümden kaçmış ama. Oysa Olimpiyat sporcularının bilinçaltımızda sandığımızdan daha fazla etkileri var. Madalya kazanan kahramanlar birçok genç için belli bir spor dalına yoğunlaşmanın, ya da spora başlamanın tetikleyicisi oluyor. Sadece futbol ya da basketbol gibi popüler sporlar değil, eskrim ya da ‘curling’ gibi dallarda bile sporcular bu sayede yetişiyor. Profesyonel sporcu olmayan biz sıradan insanların bile birkaç turnuva izledikten sonra spor salonuna yazılmak, kendi bedenimize çekidüzen vermek istediği eminim.
Şiddet içeren video oyunları gençleri cinayete özendiriyor, gibi bir klişe ezberin tuzağına düşmeyeceğim. Ama Yusuf Dikeç’in tetiği çekerken milli sembol olarak yüceltilen o pozuna özenen çocuklar olmadığını da kimse iddia edemez. O meme’lerde milyonlarca insana yayılan görüntü bir sporcuya ait değil artık, bir tetikçinin görüntüsü.
Sembolik jestler önemlidir. 2016 yılında Apple ekran klavyesinde güncelleme yaparak tabancanın yerine yeşil plastik bir su tabancası emojisi kullanmaya başladı. Bu tercih sosyal medyada yoğun bir şekilde yaygınlaşan “iPhone’u silahsızlandırın” kampanyasının bir sonucuydu. Apple’dan sonra Google ve Microsoft da kendi işletim sistemlerinde gerçek bir tabancaya benzeyen emoji kullanmaktan vazgeçti. Bu sayede en azından bireysel silahlanma karşıtı bir diyalog başladı, kampanyalara vesile oldu.
Bugüne kadar emoji yüzünden suça sürüklenen biri olduğuna dair bir kanıt yok. Ama silahı her yerde görmek silahı ve silah şiddetini normalleştiriyor. Yusuf Dikeç’in de herhangi birini suça teşvik ettiğini söylemek abartılı olur. Ama silahı “cool” yaparak normalleşmesine neden oluyor. Toplumun bilinçaltında suça meyil varsa, toplumsal şartlar ve psikolojik bozukluk insanları suça sürüklüyorsa şiddetin normalleştirilmesi katalizör işlevi görebiliyor.
Bu tartışmaların en yoğun yapıldığı ülke kuşkusuz bireysel silahlanmanın en kutuplaştırıcı meselelerden biri olduğu ABD. 1791 yılında Anayasa’yı güncelleyenler bir gün devlet gelip de mallarına el koymasın diye belli gruplara kendilerini savunmak için silahlanma hakkı veriyor.
SADECE AMERİKA’DA OLUR SANIYORUZ
Zaman içinde “Bowling for Columbine” gibi belgesellerle yaygınlaştığı gibi herhangi birinin, aklı dengesi yerinde olmasa ya da geçmişte suça bulaşmış olsa da, elini kolunu sallayarak pazardan sebze alır gibi silahlanmasına yol açtı.
Biz Türkiye’de bugüne kadar bireysel silahlanma yüzünden işlenen cinayetlere hep bir “Amerikan fenomeni” olarak baktık. Oysa bahsettiğim belgesele konu olan 1999’daki Columbine Lisesi’nde öğrencilerin arkadaşlarını ve öğretmenlerini taramasının bir benzeri, üstelik aynı sene, Kartal’da bir lisede yaşandı. Milliyet’teki haber “Kartal’da dün elinde silahla okulu basan bir genç barışma teklifini kabul etmeyen kız öğrenciyi kurşun yağmuruna tuttu,” diye açılıyor.
Bazen bu gibi katliamların illaki derin bir anlamı, gerekçesi olması gerekmiyor. Okullardaki silahlı şiddet olaylarının başlangıcı olarak kabul edilen 1979’da San Diego’daki Cleveland İlkokul katliamında, evinin penceresinden parkta oynayan çocukları tarayarak öldüren Brenda Spencer sadece “Pazartesileri sevmiyorum,” demişti. Sonradan Bob Geldof bu cümleden şarkı yaptı.
1999’da Kartal’da yaşanan bir başka yerden kopyalanmış tekil bir hadise değildi. Bursa’da, Eyüpsultan’da, Giresun’da, yani Türkiye’nin her yerinde benzer katliamlarımız var. Müdürü öldüren genç, arkadaşlarına ateş açan öğrenci gibi.
Herhangi bir gün, herhangi bir saatte silah şiddetine maruz kalmamak imkansız. Bir gün gündüz vakti gazeteden çıktım, Taksim’de yürüyorum. Havaş otobüslerinin kalktığı yerde birden silahlı bir kovalamacanın ortasında kaldım, patlayan silahlar arasında ben de nereye saklanacağımı şaşırdım.
İşte en son bir genç güpegündüz iki polisi öldürdü. Bu olaylara artık Amerikan fenomeni muamelesi yapacak noktayı çoktan aştık. Bireysel silahlanma da çok uzun zamandır sadece Amerika’nın bir iç sorunu değil, bizim için de yerli ve milli bir mesele.
Polisleri öldüren gencin çocukluğundan itibaren silahlara meraklı olduğu, silahların yüceltildiği ve bol miktarda silahın bulunduğu bir evde yetiştiği ortaya çıktı. Elbette araştırılsın, derinine inilsin ama bu cinayetleri örgüt işi diye sunmak, İŞİD’e veya dış mihraklara mal etmek işin kolay yolu. Asıl problemi, Türkiye’de de bir bireysel silahlanma sorunu olduğu gerçeğini halının altına süpürmekten ibaret.
ÜLKENİN NEREDEYSE YARISI SİLAH SAHİBİ
Türkiye’de yıllardır bireysel silahlanma karşı mücadele veren Umut Vakfı’nın başındaki Özben Önal bana bazı rakamlar verdi: “Türkiye’de dört milyon ruhsatlı, bunun dokuz katı kadar (36 milyon) ruhsatsız silah var. Silah edinim sayısı her yıl yüzde üç buçuk oranında artıyor. Yaklaşık 85 milyon olan nüfusumuzun üçte birinden fazlası, hatta neredeyse yarısı bireysel silahlı gibi görünüyor. Bazı evlerde birden fazla silah var.”
Önal devam ediyor: “2023 yılı rakamlarına göre 211 günde toplam bin 938 vaka var. Bunların içinde bin 200 kişi silahla cinayet işlemiş. Bunun yaklaşık 20’si otomatik dediğimiz, pompalı ev keleş silahlarla, geri kalanı ise tabancayla gerçekleştirilmiş.”
Umut Vakfı düzenli olarak Türkiye’nin şiddet haritasını güncelliyor. Ancak, bu noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum, resmi istatistik paylaşılmadığı için bu çeteleyi ancak üçüncü sayfa haberlerini derleyerek tutabiliyor. Bu da demek ki şiddet olayları gazetelere yansıyanlardan çok daha fazla.
Bütçe sebeplerinden dolayı gazetelerin az kadrolarla çıktığı, ajans haberlerine sırtını yansıdığı ve haber ağının çok sınırlı olduğu günümüzde bile, bu kadar sınırlı imkanlara rağmen her gün bireysel silahlanmanın neden olduğu olaylara dair HER GÜN bir haber çıkıyor.
Daha ne kadar kafamızı kuma gömebiliriz?