Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Tokyo

        Halbuki yeni haftaya kendimi nasıl da hazırlamıştım. Kyoto’da dağ başındaki bir kasieki yemeğinden Tokyo’nun turistler tarafından keşfedilmemiş belki de tek mahallesinde kendi sochu’nu kendinin doldurduğu ara sokaktaki bir yere kadar notlarım hazırdı. Kavafis işte; sahiden nereye gidersen git peşini bırakmıyor bu ülke. Her sene kendime bir büyük seyahat armağan ediyorum, bu seferki zamanlama gerçekten manidar oldu.

        Bu seyahate çıkmak için tam 15 yıl beklemiştim. 2010 yılında Tokyo’ya geldiğimde ancak birkaç maaşla ödenebilecek kadar büyük bir kredi kartı borcuyla dönmüş ve en kısa zamanda yeniden ziyaret etmek için kendi kendime söz vermiştim. Her yeniden gelme girişiminde bulunduğumda araya bir sürü engel çıktı. Pandemi mesela, pandemi bitmesine rağmen Japonya’da bir türlü normal hayata dönülmemesi. Ama en önemli sebebi de uçak biletleriydi. Dünyanın herhangi bir yerinden Japonya’ya uçmak giderek bir servete dönüştü. En azından bu seyahati perdenin önünde gerçekleştirmek isteyenler için.

        Birkaç sene önce, özellikle Yen’in değer kaybetmesiyle birlikte turistler Japonya’yı keşfetti. Perdenin arkasında 14 saat boyunca uçmaktan sıkıntı duymayan Amerikalı turistler mesela. Ekonomileri Japonya’dan daha iyi durumda olan Kore ve Çinli turistler de gelmeye başladı.

        Tokyo dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olarak anılırken New York ve Londra’nın gerisine düştü. Pek çok şey bugün İstanbul’dan bile daha erişilebilir fiyatlarda, çok pahalı lokantalar da dahil.

        Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte Japonya’ya akın eden turistler keşfedilmemiş mahalle, bir ara sokak, bir sokak yemeği tezgahı bırakmadılar. Dünyanın en cool şehri dışarıdan gelenler yüzünden bu kimliğini kaybetti.

        Monocle dergisinin kurucusu Tyler Brûle herhalde Batı’da Tokyo’yu ilk moda yapan gazeteciydi. 2000’lerin başında konuyu mutlaka Tokyo’ya getirir, Financial Times’daki köşesinde ve sahibi olduğu dergide Japon bakkallarında satılan terlenince sürülen bezlerden bir ara sokaktaki çantacıya kadar bütün keşiflerini “dünyanın en iyisi” olarak duyururdu.

        2010’da onun Brûle’nin izinden Tokyo’yu dolaşırken—bir dakika bütün bunları şu anda duymaya tahammülünüz yok mu? Ben de kendimi zorluyorum zaten, bunun sırası olmadığını da çok iyi biliyorum. Ama aklıma söyleyecek başka bir şey de gelmiyor.

        Profesyonel gazetecilik hayatımda ilk defa Türkiye’de yaşanan sürecin nereye varacağını göremediğim bir dönemi yaşıyorum. Herhangi bir okuma yapamıyorum. Başkalarının da benden daha iyi durumda olduğunu zannetmiyorum.

        Bu sefer olan bitene uzaklığım sadece fiziksel mesafeyle ilgili değil. Hiç kimsenin bilgiye dayalı bir sözünün olmadığı bir süreçten geçiyoruz. Bu yüzden yapılan bütün analizlerin boşa çıkma ihtimali çok kuvvetli. Dahası, bu yaşananların mimarının da tam olarak bir oyun planı var mı emin değilim. Ortada durmak, top çevirmek, bir şey söylüyormuş gibi durup hiçbir şey söylememek ihanet. Ama bir şey söylemeye çalışmak da hem beyhude hem de bu aşamada anlamsız.

        Sadece bildiğim şu: Bugün Türkiye’de yaşananlar mevcut ezberler veya bugüne kadar öğrendiğimiz oyunun kitabına göre açıklanamaz. Yaşananlar sadece Türkiye’nin içişleriyle de ilgili değil, aksine dünyadaki çok büyük bir değişimin, yeni bir döneme girişin yansımaları.

        Trump’ın seçilmesiyle de iyice ayyuka çıkan bir yeni dünya düzeni bu. Amerika’nın bile uzun mücadeleler sonucu elde edilmiş özgürlük haklarından teker teker feragat etmeye hazırlandığı bir dönemdeyiz artık. Yıllardır dünya barışının istikrarı olarak süregelen Avrupa-Amerika ittifakı fena halde çatırdıyor. Bir başka devletin bir başka devleti sınırlarını genişletmek için işgal ettiği savaş modelinin bittiği düşünülürken—tarihin ölümü—Putin bütün ezberleri yeniden bozdu. Buradan güç alarak Çin’in Tayvan’a saldırması ve denizsularını da kontrol etme senaryosu her an gerçekleşecekmiş gibi konuşuluyor.

        2011 yılında Barack Obama o zamanlar “Obama doktrini” olarak adlandırılan konuşmasında dünya ülkelerinin başı her derde girdiğinde artık ABD’nin kapısını çalmaması gerektiğini söylemişti. O zaman yeteri kadar duyulmadı mı, önemsenmedi mi, bilmiyorum. Belki Obama kibar olduğu için dikkate alınmadı. Ama açık açık bunu söyledi. Bugün Trump çok daha vulgar, çok daha çirkef bir şekilde ABD’yi dış dünyadan izole ediyor ve demokrasinin pazarlanabilir bir Amerikan ürünü olmadığını dünyaya duyuruyor. ABD’nin kendisi dışında olan bitene kayıtsızlığı, hatta üçüncü dünyaya yardımları kesmesi aslında ta Obama döneminde kararı verilen bir devlet politikasının devamı: Her başınız sıkıştığında kapımızı çalmayın.

        Bu arada ilgili-ilgisiz bir not: Freedom House endeksine göre Obama döneminde ABD özgürlükler konusunda geriledi. Demek istediğim, bugün ortaya çıkan pek çok sonucun izleri çok önceden belliydi.

        Batı ülkeleri de özellikle ABD kaynaklı yeni döneme hazırlıksız yakalandı ama uyum sağlamak için iş işten geçmeden acele ediyorlar. ABD’yle “özel ilişkiyi” sürdürmeye kararlı İngiltere bile askeri harcamaları artırmanın önemini vurguluyor. Keza AB ülkeleri de. Askeri harcamaların artması dünyada tansiyonun yükseldiğinin işareti. Zaten global köyün duvarları çoktandır yeniden yükseliyordu. Savaş tamtamları ve duvar inşaatı genellikle demokrasi rüzgarları eserken olmaz.

        Demek ki demokrasi artık geride kalan bir dönemin yükselen değeriydi, bugünlere gözden düşüyor. Zaten Orban’dan Modi’ye bugün tercih edilen liderler de düşük kapasiteli demokrasiden yana. Hepsi de ekonomik sıkıntılardan bunalan halkın oylarıyla seçilerek geldi.

        Halkından demokrasiyi esirgeyen ama üretime öncelik veren Çin ise bugün ABD’yi tehdit edecek bir süper güç olma yolunda. Yüksek kapasiteli demokrasi sunan diğer ülkeler ekonomik olarak geri kaldı. Almanya ilk kez geleneksel dengeli bütçesinden feragat ediyor ve ekonomisi küçülüyor. Fransa ciddi bir borç içinde.

        Yakın zamanda yüksek kapasiteli demokrasi ve yüksek üretim örneği olan ABD ideal model olarak gösterilirdi. Hatta Silikon Vadisi’nin dünyaya hakim olmasında California’nın sunduğu özgürlük havasının etkisi olduğu söylenirdi. Bu düşünce de ömrünü tamamlamışa benziyor, zira Silikon Vadisi’nin de zirveyi görüp plato yaptığı bir aşamaya gelmiş olabiliriz. Sadece Deepseek’in Vadi’yi nasıl çökertme noktasına geldiğini daha birkaç hafta önce gördük. Başka örnekler de var: Avrupa gençliği için Amerikan üretimi Tesla yerine Çin üretimi BYD daha havalı bir elektrikli otomobil mesela.

        Belli ki otoriter liderler düşük kapasiteli demokrasinin yüksek üretimle birleşince ideal model olduğunu düşünmeye başlıyor. ABD dikkatini dağıtan bütün meselelerden—Ukrayna, Ortadoğu, Türkiye vs.—bir an önce kurtulup bir numaralı düşmanı Çin’e yoğunlaşmak istiyor. Bu uğurda kendi geleneklerinden, kimliğinden taviz vermeye de niyetli. ABD’nin JFK döneminde olduğu gibi dünyada “iyi” ve “örnek” görünmek gibi bir kaygısı yok artık.

        ABD’nin bile özgürlüklerden vazgeçmeye başladığı bir dönemde herhalde bizim çok fazla talebimiz veya söz hakkımız olamaz değil mi? Yeni bir dünya var artık. Japonya’da herhangi bir yere girdiğinizde aşağı yukarı “hoşgeldiniz” anlamına gelen “Irasshaimase” sözcüğüyle karşılanıyorsunuz. Ne diyeyim, hoş bulduk.