Artık var olmayan Bebek’teki Koru Kahvesi’nde bir öğleden sonra Figen Batur’la buluşmak için Ahmet Tulgar’la yola çıktığımızda “Orasının fiyatları astronomik, umarım biz ödemek zorunda kalmayız,” dedim. Tanışmadan önce de Figen Batur hakkında çok şey biliyordum, çoğu da Ahmet’ten, ama hayatı boyunca para hesabı bilmeyen bir gazeteciyle daha mesleğinin başındaki bir genci ağırlamak isteyip istemeyeceğinden emin değildim. Saflık, gençlik, cahillik işte. Kim bilir Figen Batur’un sofrasından bizim gibi kimler geçmişti, bizim gibi kimleri gözünden tanımış ve yer türlü kodunu çözmüştü.
Ahmet’in onunla yaptığı bir söyleşide yazdığı gibi Figen Batur tıpkı bir zamanlar Fransa’da entelektüellere evini açanlar gibi “salonu olan kadınlar”dandı: “Entelektüelleri, sanatçıları, yazarları, isyancıları konuk ettiği evinin salonunda etekleri salınarak, parmakları arasında sigarası dolaşan güzel, zeki, seçkin ama bir o kadar da yüzü sokağa dönük kadın kahramanları.” Bizimle Koru Kahve’de buluşmadan çok önce, ta 70’lerden itibaren “Ömer Madra’dan Ertuğrul Özkök’e birçok entelektüel Figen Batur’un meclisinden geçti.”
Geçenlerde kaybettiğimiz Ankara’nın Gertrude Stein’ını bu yüzden sadece “Hürriyet’in eski yazarlarından” diye anmak anısına haksızlık. “Eski Hürriyet yazarı” olmak Figen Batur’un çok renkli hayatında sadece bir dipnot olabilir ancak.
İNSANLAR VE MEKANLAR
İşin ironik tarafı, bugünkü Hürriyet de Figen Batur’u tam olarak tanımamış. Ardından yaptıkları zorlama haberde “kültür-sanat yazıları” yazdığını belirtiyorlar.
Figen Batur hiçbir zaman kültür-sanat yazıları yazmadı. Türk basınında denenmemiş bir tarz yarattı: Mekanları ve insanları birlikte yazdı, mekanların insanlar olmadan hiçbir anlamı olmadığını kanıtlarcasına. Bir süre sonra mekanları bıraktı, mekanlardan sıkıldı ve sadece insanları anlatmaya başladı. Zira kendi tabiriyle “Günde iki paket sigara içenden gurme olmaz.”
O yazılar bugün bildiğimiz manada Pazar eki konseptini çok uzun zaman önce Washington Post’un “Style” sayfalarıyla başlatan Ben Bradlee’nin aklındakine uygundu. Basında her yönetici Ayşe Arman’ı taklit etmek, her sarışından bir Ayşe Arman yaratmak ister. Ama ne yalan söyleyeyim, kısa yöneticilik maceramda ben de Figen Batur’u taklit edecek ikinci bir Figen Batur bulmak için uğraştım.
Yine ne kadar saf ve cahilmişim. Figen Batur sadece Figen Batur olabilirdi. Stil onda vücut bulan, onunla özdeş, adeta başkasının üzerinde eğreti duran bir kavramdı. Yine Ahmet’in satırlarını ödünç alırsam “bir sanat yapıtı üretmek yerine kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürdü.”
Sonradan olunmuyor, belki biraz öğreniliyor ama stil sahibi olmak DNA’yla ilgili. Figen Batur da hücrelerinde var olanı gerçek hayata taşıdı. Takı tasarlayarak, antikacılıkla, galeri yöneterek, filmlerde sanat yönetmenliği yaparak, insanların evlerini dekore ederek.
“Zevk sadece giyinirken, kuşanırken, bir şey alırken, antikacı gezerken kullandığım kendime ait bir şeydi önceleri,” diye anlatıyor merakını. “Kendim için takı yapıyordum, sonra bu işlerimden biri oldu. Fransa’ya sattım ilk önce çünkü Fransa’da dolaşırken kulağımdaki küpeleri insanlar beğendiler.”
Bir ara Nükhet Duru’yu fazlalıklarından arındırıp “gümüş dönemi” olarak bilinen imaj çalışmasını yaptı. Fazla takıp takıştırmadan duramayan, sadelikten hoşlanmayan Duru’nun saçları derli toplu, siyah tuvaletli dönemiydi. Ama Figen Batur’un ona monte etmeye çalıştığı minimalizmiyle Nükhet Duru’nun hep daha fazla arzusu uyumlu bir birliktelik olmadı.
Aslında bütün bu yaptığı işlerden önce yazmalıydı belki de. İçinde olduğu çevre bir dönem Türkiye’sinin en önemli entelektüellerinden oluşuyordu. Hayatı boyunca kullandığı soyadı eski eşi Enis Batur’dan geliyordu. Birlikte oğulları Sarp’a gelen altınları bozdurup zamanının etkili dergisi Yazı’yı çıkardılar. Ama o “bir özgüven eksikliğinden kaynaklanmış olabilir” diye açıkladığı bir gerekçeyle hiç yazı işine girmedi. Belki de hepsinden daha iyi yazacaktı. “Evet bir kitap yazmak önemlidir, ama böyle yaşamak da önemlidir,” diyerek yaşamayı yazmaya tercih etti; Hürriyet’in başındaki eski Yazı dergisi yazarlarından Ertuğrul Özkök’ün davetine kadar. Belki de hepsinden daha iyi yazdı.
ÜNLÜ YAZARIN EŞİ
Bunu hiç onunla konuşmadım, ama neden yazı işine girmek için bu kadar geç kaldığına dair bir yorumum var. Enis Batur verdiği bir söyleşide yazarın rutinini aksatarak gündelik olaylardan kendisini koruyup üretebilmesi gerektiği mealinde bir şeyler söylemişti. Tam yazıya oturursunuz telefon çalar, postacı gelir, dam akar vs. Bütün bunlarla ilgilenirken yazıya odaklanmak sahiden de zordur.
Türkiye feodal bir toplum, Türk entelektüeli de içinden çıktığı toplumdan daha ileri değil. Pek çok ünlü yazarın aynı zamanda sekreter gibi kullandıkları eşleri var. Tilda sadece Yaşar Kemal’in eşi değil, aynı zamanda çevirmeniydi. Öldükten sonra Yaşar Kemal bu sefer bir filoloji mezunuyla evlendi. Solmaz Kamuran sadece Çetin Altan’la birlikte yaşamıyordu, onun telefonlarına çıkar, randevularını ayarlardı. Fatma Tülin de ünlü bir ressamdı ama bir süre sonra sadece “EB’nin eşi” olarak anılmaya başlandı. Tıpkı bir gazeteciyle evlendikten sonra adı bir daha hiç duyulmayan ressam Arzu Başaran gibi.
Erkekler yazı yazarken eşleri telefonlara çıkıyor, ustalarla uğraşıyordu belki de. Figen Batur’sa telefonlara çıkacak, kendisinden daha ünlü bir erkeğe sekreterlik yapacak bir kadın değildi hiçbir zaman. Bu yüzden de “Ünlü yazarın eşi” olarak hatırlanmıyor bugün; Figen Batur’u hatırlıyoruz.
Kısa bir süre önce laf arasında Ertuğrul Özkök’e eşi Tansu’yu sordum, hiç beklemediğim bir yanıt aldım: “Apar topar Figen’in yanına gitti, artık gün sayıyoruz.” Hepimizin ölümlü olduğunu biliyorum elbette, ama Figen Batur’un bir gün ölebileceğini hiç ama hiç düşünmezdim. Onu tanıdığım, uzaktan da olsa salonuna girdiğim, sofrasına oturduğum için ne kadar ayrıcalıklı olduğumu düşünüyorum.
İlk kitabım çıktığında bana büyük bir jest yapıp yemeğe çıkarmış, sonra da sofrasında ağırlamış, sonra da eve bırakmıştı. Arabadan inerken eliyle hafifçe yüzümü okşamış, bu dünyaya ait olmayacak kadar doğaüstü bir gülümsemeyle beni uğurlamıştı. O an gözümün önünden gitmiyor.