Ekrem İmamoğlu mecburen kendi kendisiyle kaldığı bugünlerde aklına siyasi kariyerindeki ilk büyük hatası geliyor mu diye merak ediyorum. Ben kaç gündür karın İstanbul’u esir aldığı o gün belediye araçlarıyla kendisine yol açtırıp ta Kavak’taki Kahraman’a gitmesini yeniden düşünüyorum.
İmamoğlu o akşam canı astronomik fiyata kalkan yemek istediği için Kahraman’a gitmemişti. İngiltere Büyükelçisi’ne verilmiş bir sözü vardı, böyle savunmuştu o buluşmayı. Oysa alt tarafı bir büyükelçiydi, dünyaya sadece o akşam inmiş bir Mesih değildi. Erteleyebilirdi, olağanüstü hava şartlarını gören Büyükelçi de anlayabilirdi. Londra’da olağanüstü bir hal olsa kentin belediye başkanı Türk Büyükelçisi’ne “I’m afraid but…” diye başlayan bir cümle kurar ve herkes makul karşılardı.
İmamoğlu o gece bir tercih yaptı. Hiçbir zaman tam olarak yönetmekten tatmin olmadığı ve hep bir basamak olarak gördüğü belediye başkanlığındansa kendi siyasi geleceğine yatırım yapmayı seçti. Kar krizinin aşılabileceğini biliyordu, ama İngiltere’yi tavlama fırsatı belki bir daha eline geçmez diye düşünüyordu.
ESKİ DÜNYADA GEÇERLİ STRATEJİ
Bugün İmamoğlu hapiste. İngiltere Dışişleri’nden gelen açıklama: “Tüm müttefiklerimizde olduğu gibi, Türkiye ile de güçlü ve önemli bir ilişkimiz var ve ortak uluslararası yükümlülüklerimize ve hukuk devletine bağlı kalınmasını bekliyoruz. Bu, yargı süreçlerinin şeffaflığı ve zamanında yürütülmesi de dahil olmak üzere geçerlidir.” İnsan o yemeğin hatırına bir-iki cümle daha eder.
Başka ülkelerin içişleri hakkında sık sık beyan veren Amerikan devleti artık Türkiye’nin iç meseleleri hakkında görüş bildirmeyeceğini söyledi. Avrupa Birliği zaten çok ince bir cam zeminde yürütüyor Türkiye’yle ilişkilerini, sınırların açılıp mültecilerin gönderilmesiyle o camın kırılacağından endişe ediyor.
İmamoğlu’nun dışarıda kalan ekibi hala The Economist ve New York Times’a yazı yazarak belki bir kıpırdanma olur diye umut ediyor. Trump’ın bu yazıları okuyup birden bilinçleneceğini, aniden Türkiye’yi arayıp baskı kuracağını hesap ediyorlar. En az İngiliz Büyükelçisi’yle kar fırtınası sırasında yemeğe çıkmak gibi son derece yanlış bir tercih. Dahası, artık geçerliliği olmayan bir dünyanın taktikleri.
“Türkiye’yi Batı’ya şikayet ediyorlar,” meselesi değil. Asıl sorun Batı’nın çoktandır şikayet hattını kapatmış olması. Aslında ta o kar fırtınası günlerinde bile kapalıydı ama Türkiye’de yaprak kımıldasa o soyut “Batı”dan bilen muhalefet bunu bir türlü algılayamadı. İmamoğlu da sık sık yurtdışı seyahatlerine gider, İngilizcesini geliştirir, Anne Hidalgo gibi birkaç arkadaş edinirse arkasının sağlam olacağını hesap etti. Ne varsa Fransa’da var yine, görmezden gelmediler.
Özellikle ABD ve ABD’nin sözünden hala çıkmayan İngiltere için sadece kendi çıkarları önemli. Bırakın NYT’deki bir makaleden gaza gelip harekete geçmeyi, kendi ülkesinde milyonlar sokakta isyandayken istifini bozmadan golf oynayan bir Amerikan başkanı var. İlişkilerinde olduğu gibi dış politikaya da “transactional” yani karşısından ne çıkarı olur diye bakıyor.
Gayet New Yorklu bir tavır Trump’ınki. Bu şehirde ilişkiler karşılıklı alıp verme esasına göre yürür. İktidar sahipleri yeni birini önce şöyle bir tartar, kafalarında hemen bir hesap döner, kendilerine faydaları dokunacak mı diye bakarlar. Eğer elinizde onlara verecek bir havuç varsa bütün kapılar ardına kadar açılır, bir sürü insanla tanıştırılırsınız, el üstünde tutulur, pohpohlanırsınız. İşlerine yaramadığınızı anladıkları anda telefonunuza bile çıkmazlar, parti davetleri kesiliverir.
İmamoğlu şimdi kimsenin telefonuna çıkmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor.
ERDOĞAN’IN ELİ KUVVETLİ
Erdoğan ise dünyaya defalarca pragmatik bir lider olduğunu kanıtladı. Bakıyor, deniyor, tartıyor; olmadıysa hemen vazgeçiyor. Kaldı ki şu anda Batı’yla kavga etmesine gerek yok. Trump’ı karşısına almasının ne kendisine ne de ülkeye herhangi bir faydası var. Yıllar içinde doğru atlara oynamayı çok iyi öğrendi ve bu yüzden de kazanıyor. ABD’yle geçmişte olduğu gibi lüzumsuz çatışmalara girmiyor.
Aynı şekilde AB ya da ABD’nin de onunla ilişkileri durup dururken bozması için bir gerekçe yok. Erdoğan yönetimi Batı’ya rahatsızlık vermiyor. Alan ve satanın memnun olduğu bir denklem bu.
Trump bugüne kadar bir Amerikan Başkanı’ndan eşi benzeri görülmemiş övgüleri boşuna Erdoğan’a söylemiyor. He likes him. İkisi aynı ticaret dilini konuşuyor, nasıl pazarlık edeceklerini biliyorlar. Bütün pazarlıklarda olduğu gibi iki tarafından da elinde birbirlerinin istedikleri şeyler var.
Şu anda Erdoğan’ın eli kuvvetli. İmamoğlu ve ekibinin başından beri anlamadığı biraz da buydu: ABD veya AB için Ekrem İmamoğlu’nun Erdoğan’dan daha cazip bir vaadi, bir teklifi, şapkasında bir tavşanı, cephanesi, pazarlık kozu hiçbir zaman olmadı. Bir köşede, her ihtimale karşı, yedek olarak tutuldu, tartıldı.
İmamoğlu ve ekibi bu durumu ‘Batı bizim arkamızda,’ diye yorumladıysa amatörlüklerine yormak gerek—böyle yorumladıklarını biliyorum çünkü gayriresmi akıl hocalarından biri bir keresinde bana gururla “Davet almadığı ülke yok,” demişti.
Olur da İmamoğlu yarın öbür gün yeniden siyasette iddialı bir konuma ulaşırsa yine bol bol davet alır, aynı kapılar yeniden açılır. O da büyük bir pişkinlikle—yargılamıyorum, oyunun kuralı böyle—yeniden gider. Ama o gün bugün değil.