Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Amerikalı diplomatın gözüyle Türkiye

        Türkiye’nin çok yakından tanıdığı iki ismi Amerikalı diplomatın anılarını okurken hemen tanıdım. Gana, Yunanistan gibi ülkelerden sonra Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde Kültür Ataşesi olarak görev yapan Todd Pierce’in “Attaché Case: Backstage at the Embassy” kitabını yer yer yüksek sesle gülerek okudum. (Şeffaflık için not: Ankara’da görev yaptığı sırada Pierce’i tanıdım ama profesyonel olarak yollarımız kesişmedi.)

        Kitapta Ayşe Arman ve İlber Ortaylı’nın adı geçmiyor. Ama belli ki belleğinde yer bırakmış ki Türkiye yıllarını anlatırken uzun bir kısmı bu ikiliye ayırıyor, bu ikili de adları geçmemesine rağmen hemen kendilerini hal ve tavırlarıyla belli ediyor.

        ORTAYLI’NIN ATAERKİL EZBERİ

        Ortaylı kitapta Topkapı Sarayı’nın müdürü olarak karşımıza çıkıyor. Amerikan hükümetinin kültür işlerine ayırdığı bütçeden faydalanan Amerikalı bir sanatçının bir sürede Türkiye’de çalışması için onunla heyet olarak buluşuyorlar. Ortaylı böylesi bir konuda neden dokuz kişilik bir Dışişleri heyetiyle buluştuğunu anlayamıyor.

        Kalabalık biraz da Amerikan sisteminin işleyişinden. Ankara’daki yetkilere İstanbul’daki konsoloslukta çalışanlar ekleniyor, dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın ekibinden dört kişi de programın fikir sahipleri olarak D.C.’den geliyor. Pierce haricinde ekibin tamamı kadınlardan oluşuyor. Dışişleri hiyerarşisinde herkesin yeri belli ve aralarında bakan yardımcısının bir alt kademesinde görev yapan bir yetkili de var. Nitekim birkaç hoş-beşten sonra sözü o alıyor. Ancak bir süre sonra Ortaylı uzayan konuşmayı keserek “Arkadaşlar sizi bahçeye alsın,” diyor. “Yanınızdaki beyefendinin bana bazı soruları var sanırım, biz onunla konuşalım.” Amerikalı heyet buz kesiyor, ama bu davranışı Osmanlı Sarayı’nın müdürünün ataerkil ezberlerine bağlıyorlar. Koca heyetteki tek erkeği yetkili sanmasına.

        Ama bir ihtimal daha var. Ortaylı’yı tanıdığım için mavi gözlü, Stanford mezunu, yakışıklı, Katolik ve gay diplomat Todd Pierce’le neden baş başa görüşmek istediğini de anlayabiliyorum.

        AYŞE ARMAN’IN WOODY ALLEN KRİZİ

        Ayşe Arman kitapta Ronan Farrow ile söyleşi yapan bir gazeteci olarak geçiyor. Henüz Harvey Weinstein’in pisliklerini ortaya çıkaran bir soruşturmacı gazeteci olmadan önce Farrow diplomat olarak Clinton ekibinde görev yapıyordu. Bakanlık onu çeşitli ülkelere yolluyor, akıcı konuşması ve olayları anlaşılabilir anlatmasından, biraz da genetik çekiciliğinden faydalanarak Amerikan devletinin mesajlarını ona aktarıyordu.

        Annesi Mia Farrow’un “Rosemary’s Baby” filminde meşhur ettiği—Vidal Sassoon kesimi—saç modeliyle otel lobisinde beliren Farrow’un Türkiye ziyaretinin nedeni girişimcilik konusunda konuşmak. Görüşlerini Türk kamuoyuna vermesi için bazı söyleşiler organize edilmesi işi Pierce’e düşüyor. Kendi tercihi olmasa da o zamanlar etkili olan Hürriyet gazetesinin baş mülakatçısı Ayşe Arman seçiliyor; Pierce’in içine hemen kuşku düşüyor.

        Ronan Farrow o ana kadar babası hakkında konuşmak istemeyen, hatta babasının ona verdiği addan vazgeçen, Woody Allen’ın oğlu olarak anılmak istemeyen biri. Ama Pierce söyleşi başlarken tüm uyarılara rağmen Arman’ın bu konuyu açacağından şüpheleniyor. Doğrusu ben de aynısını yapardım ve Farrow ile “genç girişimcilik” yerine anne-babasını konuşmayı tercih ederdim.

        Pierce söyleşi öncesi annesi ve anneannesine duyduğu hayranlıktan bahsederek Farrow’u yumuşatıyor. Ardından söyleşide verilecek mesajları tartışıyorlar, sonunda da Pierce gazetecinin kurallara saygı göstermeyeceğini, konuyu malum yere getirebileceğini söylüyor. Farrow haklı olarak rahatsız oluyor, hatta ürküyor.

        Şık, neşeli hali ve mükemmel İngilizcesiyle gelen Ayşe Arman tam da beklendiği gibi ateşeyi görmezden geliyor ve kaseti açar açmaz, tanıştıktan üç dakika sonra “Babanızın filmlerinden en çok hangisini seviyorsunuz?” diye soruyor.

        Farrow konuyu geçiştirmeye çalışıyor, ama Arman ısrarcı. “Bu konuda konuşmak istemiyorum,” dedikçe “Neden istemiyorsunuz?” diyor.

        Sonunda Farrow patlıyor: “Sizin babanız kız kardeşinizle evlense kendinizi nasıl hissederdiniz?”

        Arman bunun da altında kalmıyor ve “Doğrusu üvey kardeşiniz,” deyiveriyor. Pierce tam o anda müdahale ediyor ve sonunda girişimcilik konusuna geliyorlar.

        Söyleşinin sonunda Ayşe Arman şok denilebilecek bir yorum daha yapıyor Farrow annesine ne kadar benzediğini söylüyor: “Rosemary’s Baby, o filmde çok iyiydi.”

        Pierce da “Evet ama Polanski problematik,” diyor.

        Ayşe Arman’ın yanıtı: “Amerikalılar için.”

        Kim bilir, belki de Farrow’un bir süre sonra babası ve taciz iddiaları hakkında kamuoyunun önünde açık açık konuşmasının, hatta babasını iptal kampanyası başlatmasının miladı bu söyleşidir. Ama kültürel ateşenin uyarısına uyup konumuza, yani genç girişimciliğe dönersek…

        TÜRKLERE GİRİŞİMCİLİK DERSİ

        Bazen Pierce da Amerikan devletinin başka ülkelerde yumuşak güç adına harcadığı paralara şaşırıyor. Kapalı Çarşı’yı kuran Türklere girişimciliği Amerikan devleti mi öğretecek, diye soruyor haklı olarak. Girişimciliğin Türklerin ruhunda olduğunu, hatta biraz dozu kaçırdıklarında öğle yemeği yerken kebapçının kendisine ev satmasından anlıyor. Şaka değil, gerçekten annesinin lokantasını işleten bir kebapçı bir gün ona “Kar Evleri” adlı bir sitenin broşürünü tutuşturuyor, ev almasını tavsiye diyor. Pierce da “Orada kar var mı?” diye sorduğunda aldığı yanıt “Hayır, sadece ismi öyle,” oluyor.

        Amerikan devleti için Obama yıllarında Türkiye önemli bir ülkeydi ve devlet girişimciliğe takmıştı. 11 Eylül’ün yarattığı travmanın sonucu doğan Ilımlı İslam fikri hala geçerliydi ve Obama yönetimi de Türkiye’yi sıcak bir pazar olarak görüyordu. Pierce başkentteki bu algının uzun süre değişmediğini, altı dolu olmasa da Washington’ın buna inanmak istediğini belirtiyor.

        Pierce ise kısa sürede Türkiye’yi çözmüş. Bir kere herkesin “Bu işin arkasında ne var?” diye her olaya paranoyayla yaklaştığını anlamıştı. Toplumun entelektüel kesiminde dahi yaygın olan Amerikan düşmanlığını görüyordu. Hemen fark ettiği bir başka ayrıntı da Türklerin sürekli “ülkemizin” çıkarları ve düşmanlarından bahsetmesiydi. Kültürel ve sosyolojik kodları iyi kavradığı gibi gerçekten para yardımına kimlerin ihtiyacı olduğu, bu bütçelerin nereye aktarılması gerektiğini de başkentten daha iyi biliyordu.

        VAKIF VE ÜNİVERSİTEYE VERİLEN YÜZ BİNLERCE DOLAR

        Buna rağmen tepeden gelen emirle iki yanlış yere bağış yapıldığını aktarıyor. Biri zaten çok parası olan ve Amerikan devletinden 500 bin dolar isteyen bir vakıf; başvuruları muğlak, teklifleri açıklarla dolu ve ikna edici olmaktan uzak. Ancak “yukarıdan” gelen talimatla yardım yapılmış, çünkü hükümet için “öncelik” olduğu söylenmiş. Hatta 500 bin dolar Pierce’in imza yetkisi olan 200 bin doları epey aşmasına rağmen. Vakfın hangisi olduğunu öğrenemedim.

        Bir diğeri de Dışişleri’nde yetişmeyen siyasi atamayla gelen bir yetkilinin Türkiye’ye hiç gelmemiş olmasına, Türkçe konuşmamasına rağmen bir üniversitenin girişimcilik konusunda çok önemli olduğuna inanıp yardım yapılmasını talep etmesi. “Kültürel ateşe olarak Türkiye’deki 12 üniversiteyi gezdim,” diye yazıyor. “Ve o güne kadar bu üniversitenin adını dahi duymamıştım.” Küçük bir öğrenci kadrosuna sahip, daha çok Rusya’ya yakın, “Müslüman ülkelere yardım” kapsamında bile değerlendirilmeyecek bir üniversite çıkmış. Pierce itirazlarını yetkililerle paylaştığındaysa sadece arkasından konuşulanları duymuş: “Hiç yardımcı olmuyor.” Üniversitenin de adını öğrenemedim.

        HAPİSTEKİ DOST KEMAL

        Üniversite demişken, Todd Pierce’in Türkiye yıllarında en yakın arkadaşının komşusu ve üniversite profesörü olan “Kemal” olduğunu öğreniyoruz. Mükemmel İngilizce konuşan, uluslararası alanda tanınan, koyu Atatürkçü, kamusal alanda dine şiddetle karşı çıkan Kemal bir dönemin—iktidar çevreleri için—tartışmalı YÖK Başkanı Kemal Gürüz çıkıyor. Çok yakın arkadaş oluyorlar.

        Pierce arkadaşının bir süre sonra Ergenekon davasından hapse atılmasına da tanıklık ediyor. Birlikte yaptıkları sohbetlerde Gürüz’ün Amerikalıların Fransızların aksine Türkiye’deki İslami siyaseti anlamadığını, Erdoğan’ın “demokrasiyi inilecek bir trene” benzetmesini hatırlıyor.

        Pierce özellikle dinliyor Gürüz’ün anlattıklarını çünkü onun Amerikan düşmanı olmadığını, her kötülüğünü müsebbibi olarak Amerika’yı görmediğini vurguluyor.

        Tutuklandığında ona hiç mektup yazmıyor, ama bazı kitaplar yollayıp altını çizerek mesaj veriyor. Hapishanede ziyaretine gidiyor sonunda; tabii ki kendi bakanlığından izin alarak çünkü böylesi bir ziyaretin ABD’nin aleyhine kullanılabileceğini biliyor. FETÖ kumpasından tutuklanan pek çok kişi gibi, Gürüz de neyle suçlandığını bilmiyor, iddianamede adının ortak geçtiği kişileri tanımadığını anlatıyor buluştuklarında. Hatta adının anıldığı pek çok kişiyi sevmediğini de vurguluyor. Pierce akıcı İngilizce sohbetlerine yetişemeyen ve sık sık konuşmalarını kesen cezaevi polislerinin FETÖ’cü olduğunu hemen anlıyor.

        Cezaevinden ayrılırken Gürüz’ü bir daha göremeyeceğini düşünüyor. Gürüz ise geçmişteki kıdeminin, uluslararası bağlantılarının kendisini koruyacağına inanıyor. “Aksine bütün bunlar onu hedef yaptı,” diye yazıyor Pierce. “Kemal artık vakti dolmuş bir oyunun kurallarına güveniyordu. Hapishanede ne kadar korunmasız olduğunu fark etmiş ama iş işten geçmişti.”

        Kemal Gürüz 13 yıl hapse mahkum olup bir sene yattıktan sonra çıktı. Belki de haklı çıktı, korundu. Çünkü içeri girip yıllarca çıkamayanlara kıyasla bir sene hapiste yatmak trafikte ceza yemek gibi bir şey artık Türkiye’de. Öte yandan, uluslararası bağlantılar ve geçmiş itibar artık hiç kimse için bir koruma kalkanı değil. Aksini düşünene iyi bir örnek verebilirim, baş harfleri O.K.

        Aslında bu durum bugünün Trump Amerikası için de geçerli. Amerika’nın muhalifleri, gazetecileri, entelektüelleri ülkelerinin hala eski ezberlerle yönetildiğini düşünüyor ve Trump’ın geçici olduğuna inanıyor. Sonunda kendilerinin galip geleceğini, basının dokunulmaz olduğunu, Anayasa’nın çiğnemeyeceğini, bugünkü hasarların onarılacağını. Oysa Türkiye’de yaşanan dönüşümün bir benzerinden geçiyor ABD ve artık burada da hiçbir şeyin garantisi yok. Amerikalı diplomat başka ülkelerde yaşadıklarını yazarken bir yandan kendi ülkesinin bugünkü halini anlatıyor.