Pazar gecesi Washington’ın meşhur gösteri salonu Kennedy Center’da “Becoming Katharine Graham” belgeselinin galası yapıldı. Aynı belgesel, bugünlerde Jeff Bezos’un sahibi olduğu Amazon’un Prime Video platformunda da gösteriliyor. Bu bilgileri nerede neler oluyor ya da akşam televizyonda ne izleyelim diye vermiyorum, aksine Amerika’da bugünlerde yaşanan bir ironiye işaret etmek istiyorum.
Kennedy Center siyasi iktidarı kazanan ama kültürel iktidarda bir türlü istediğini kazanımları bulamayan Donald Trump’ın hedefinde. Yönetim kadrosunu işten atıp başına kendisini atadı, sergilenecek gösterilerin değişeceğini söyledi. Jeff Bezos ise Trump’ın yemin töreninde hemen yanı başında yer alan milyarder, aynı zamanda Washington Post’un sahibi. Ama bugünlerde daha çok Post’u yok etmeye çalışmakla itham ediliyor. Belgesel ise Amerikan tarihinin en önemli basın patronlarından, ifade özgürlüğüne hayatını adamış Katharine Graham’la ilgili.
İronik değilse nedir? Bir anlamda değişen dünyanın, değişen Washington’ın simgesi gibi bu belgeselin buralarda gösterilmesi.
GRAHAM EFSANESİ
Basın tarihine aşina olanlar için çok bilinen bir hikayedir, Katharine Graham’ın Watergate skandalı sırasında gazetesini nasıl koruduğu. Woodstein olarak bilinen muhabir ikilisi Nixon’ın rakiplerini yasadışı yöntemlerle dinlettiğine dair haber yaptıkça Beyaz Saray’dan gazeteye baskı artar. Bir yandan da Washington eliti patron Graham’ı bu haberin peşini bırakmaları konusunda tellinde bulunur. Başka gazeteler Watergate haberini yapmaz, Graham iyice yalnız bırakılır. Dahası bir ara savcılar Post’u basıp muhabirlerinin notlarına el koymakla tehdit eder. Ama Graham her akşam bu dosyaları alır, başlarına bir kaza gelmesin diye kendi evine götürür. Post’un haberciliği sonunda da Nixon istifa etmek zorunda kalır.
“Becoming Katharine Graham” bu gibi kahramanlık hikayeleriyle dolu. Bir yandan da artık böylesi bir medya patronluğu olmayacağını hatırlatıyor, bunların geçmişte kaldığını gözümüzün içine sokan bir ağıt gibi.
Katharine Graham iktidarla yakın olup mesafe koymasını çok iyi bilen bir medya patronuydu. Belgeselde eski başkan Johnson’ın alenen telefonda ona kur yaptığı bir telefon konuşması yer alıyor. Onu bile idare ettiği gibi Richard Nixon’ın baskılarını da göğüsledi.
Yeni patron Jeff Bezos ise ikinci Trump döneminde iktidarla arasında mesafe koymak yerine ancak bizimki gibi ülkelerde olabilecek şekilde bir yandaş medyaya dönüştürüyor Post’u. Trump’ın yemin töreninde baş köşedeydi, hatta orada oturabilmek için bir milyon dolar bağışladı. Melania Trump belgeselini 40 milyon dolara satın aldı—hiçbir belgesel bu kadara mal olmuyor. Daha önce yayın çizgisine karışmayacağını söylemesine rağmen son olarak yorum sayfalarında hangi konuların yazılacağını bile bizzat belirledi; “serbest piyasa” ve “bireysel özgürlükler” konusunda yazılar yazılacakmış sadece. Bunun ne demek olduğunu anlamak zor, ama herkes Trump yanlısı bir çizgi olarak diye yorumluyor.
Kısaca gazeteyi babasının malı gibi yönetiyor. Hakkı yok değil, parayı verip satın aldı. Oysa Post önce Graham’ın babasının malıydı. Ama o farklı bir yolu tercih etti.
Yine çok bilinen, hatta “The Post” filmine de konu olduğu gibi Katharine Graham basın tarihine yayın yönetmeni Ben Bradlee ile birbirlerini tamamlayarak damgasını vurdu. Eşinin intiharından sonra işleri devralan Graham gazetenin başına geçmek için “gerekirse sol t..ağımı veririm” diyen Bradlee’yle bugün bütün gazetecilerin kıskandığı bir editör-patron ilişkisi inşa etti. Birbirlerini tamamladılar, önlerini açtılar. İkili gazeteciliği bütün çıkar gruplarının üzerinde tuttu. Bu sayede Watergate haberleri, Pentagon belgeleri yayımlandı. Hatta bu belgelerin yayımlanmasıyla açılan davalar Anayasa Mahkemesi’ne taşındı, mahkemenin kararıyla Amerikan basını dünyada başka hiçbir ülkede eşine rastlanmayan bir özgürlükle görevini yapma hakkını kazandı.
YENİ AMERİKA FARKLI
Bugün iktidarın baskısını Amerikan basını da hissediyor. Hatta anayasanın gazetecilere verdiği o neredeyse sınırsız özgürlük alanını bile tehdit altında. Trump yönetimi gazetecileri davalarla, yasa değişiklikleri, mahkeme kararlarıyla kontrol altına almaya kararlı. Bu tabii daha uzun ve meşakkatli bir yol, zaman alacak.
Ama iktidarın kısa süreli kazanımı Jeff Bezos gibi patronları kolaylıkla hizaya getirebilmesi oldu. Bezos prestij için almıştı Post’u, asıl derdi Blue Origin ve Amazon’dan daha fazla para kazanmak, daha fazla devlet ihalesi almak. Post ona ayak bağı. Ve her gün kendisinin bir Katharine Graham olmadığını hatırlatıyor.
Özgür basınının kurtarıcısı milyarder gazetecilerin inanmak istediği bir masaldı galiba.
Gerçi her milyarder yatırımcı Bezos gibi davranmamış, bunu da “Becoming Katharine Graham” belgeseline konuşan Warren Buffett’tan öğreniyoruz. Pentagon belgelerini yayımlandıktan sonra hükümet baskısıyla düşen hisselerini toplayıp gazeteye dışarıdan ortak oluyor Buffett. Aldığı B-tipi hisseler yönetime katılmasını engelliyor, Graham da zaten baştan ona şüpheyle yaklaşıyor. Ancak daha sonra ikili tıpkı Bradlee’yle olduğu gibi karşılıklı güvene dayalı bir ilişki inşa ediyor, Buffett yönetim kuruluna giriyor, Graham’a özellikle finansal konularda destek oluyor. Ve tıpkı söz verdiği gibi yayın çizgisine karışmıyor.
Buffett medyaya çok çıkmamasıyla, söyleşi vermemesiyle biliniyor. Ama Graham konusunda özellikle konuşmak istemiş, insanların nasıl onu örnek alması gerektiğini vurguluyor. Açık açık söylemese de bir anlamda Bezos’a da mesaj bu. Ama Warren Buffett 94 yaşında, Graham de çoktandır yaşamıyor, aile de medyadan çıktı. Buralarda artık Bezos’un sözü geçiyor. Onlar hep Eski Amerika’ydı, şimdi Yeni Amerika var.
***
Caslon yazıtipine övgü
Tina Brown göreve başladığında 71 yazarın işine son verip 51 yeni yazarı işe aldığı, Richard Avedon’un fotoğraflarıyla sayfalarına renk kattığı New Yorker dergisinin 100. yılı vesilesiyle bir yazı yazdı. Benim şu uzun cümlemde özetlediğim icraatlarını ayrıntılarıyla anlatıyor kendi Substack bülteninde. New Yorker bugün hala aşağı yukarı onun oturttuğu iskelet üzerinde ilerliyor.
Brown baştan aşağı değiştirdiği dergide bir tek yazıtipine dokunmadığını belirtiyor. Dergiyle özdeşleşen Caslon bugün de kullanılmaya devam ediyor. Gerçi o laf arasında Caslon yazıtipinden bahsediyor ama benim gibi font’lara esoterik merakı olan birinin en çok bu cümlesi ilgimi çekti.
Ben de yıllardır para verip satın aldığım Caslon yazıtipiyle yazıyorum. Eskiden bu gibi süslü yazıtiplerinin Türkçesini bulmak zordu, ama artık onlar da üretiliyor. Brown bahsedene kadar Caslon benim için sadece estetik bir tercihti, oysa epey gecikmeli olarak bir yazıtipinin sadece yazıtipi olmadığını anladım.
“Kolaylıkla ayırt edilebilen zarafetiyle kötü yazılmış bir yazıyı anında ifşa eden bir serum gibi,” diye tarif ediyor Caslon’u Brown. Yazıtipinin başlı başına bir karakteri var ve en azından bu karaktere saygıdan insan kendisini daha fazla emek harcamak zorunda hissediyor. Ben de Caslon’a geçtiğimden beri kendimi daha yavaş yazar, daha fazla emek harcar, yazının üzerinde daha fazla oynar buldum. Buna mecburum. Yoksa Caslon, hakikaten Brown’ın vurguladığı gibi, uyduruk cümleleri hemen yazanın yüzüne vuruyor.