“Son Durak: Kan Bağı” (Final Destination: Bloodlines), 2000 yılında başlayan serinin altıncı filmi… İlk filmin seriye dönüşmesinin en önemli nedeni, korku gerilim türünde örneğini pek görmediğimiz özgün bir fikre sahip olmasıydı. Aslında, Jeffrey Redick’in “The X-Files” adlı TV dizisi için yazdığı bir epizot senaryosuydu ama çekilememişti. Sonra dizinin yapımcılarından James Wong öyküyü yeni baştan alıp sinema filmi haline getirdi ve o film, 21. Yüzyıl’ın popüler korku serilerinden birinin başlamasına vesile oldu.
25 yıl sonra geldiğimiz noktada sadece 6 sinema filmi değil, 10 roman ve 2 tane de resimli roman duruyor. 2009’da gösterime giren dördüncü film 186 milyon dolar; 2 yıl sonra gelen beşincisi 157 milyon doları aşan hasılata ulaşınca, serinin sinema serüveninin devam edeceği belliydi. Farklı yazarlarla farklı projeler üzerinde çalışıldı ama hiçbiri hayata geçirilemedi. 2022’de “Örümcek-Adam: Eve Dönüş” (Spider-Man: Homecoming – 2017) filminin yönetmeni Jon Watts’ın yapımcı ve yazar olarak projeye dahil olmasının ardından bu hafta tüm dünyada gösterime giren “Son Durak: Kan Bağı”nın hikâyesi de şekillenmeye başladı.
Hatırlatalım: Son Durak filmleri, insanların hayatını kaybettiği bir kaza sekansıyla başlar. Uçak, karayolu, eğlence parkı, otomobil yarış pisti ve köprüde gerçekleşen büyük kazalardır bunlar. Seyrettiğimiz kazanın, birkaç dakika sonra olacakları önceden gören bir karakterin zihninde geçtiğini anlarız. Böylelikle, önsezisiyle sadece kendisinin değil, ona inanan başka insanların da hayatını kurtarır. Ne var ki, “Ölüm”, yani filmin kötü adamı, planlarının bozulmasını kabul etmez. Elinden kaçan tüm kurbanlarının tek tek peşine düşer. Yöntemi hep aynıdır: Kazalarla can alır. Karakterler, korku ve endişe içinde ölümün ne zaman ve nereden geleceğini bekler; başlarına gelecek görünmez kazalardan korunmaya çalışırlar.
“Son Durak: Kan Bağı”, aynı konsepti farklı yaklaşımla ele alıyor. İlk sekansın 1960’larda geçmesi dahi bizi farklı bir Son Durak filminin beklediğinin işareti… Iris (Brec Bassinger) ve erkek arkadaşı Paul’ü (Max Lloyd-Jones) tanıyoruz önce. Genç çift, açılışı yapılan kulenin önüne geldiğinde, tecrübeli bir Son Durak seyircisi olarak kazanın en azından nerede gerçekleşeceğini anlıyoruz. Bizi asıl şaşırtan, kazadan hemen sonra filmin aniden günümüze atlaması oluyor. Üstelik, bu kez zihinde beliren önseziyi değil, bir rüyayı seyrettiğimizi keşfediyoruz. Daha önemlisi, açılıştaki kaza sekansında yer almayan birinin baş karakter olduğu bir filmin içinde olduğumuzu keşfediyoruz. Üniversite öğrencisi Stefani Reyes (Kaitlyn Santa Juana), yıllardır gördüğü ve her seferinde çığlık atarak uyandığı rüyaların gizemini çözmek için ailesinin yanına dönmeye karar veriyor. Yıllardır herkesten uzakta izole bir hayat sürdüren büyükannesi Iris’i (Gabrielle Rose) bulmak ve rüyada olup bitenleri ona sormak istiyor.
Öncekilere oranla daha fazla karakter ve yan öykünün yer aldığı film, serinin önceki 5 filmini hatırlayanlar için bazı küçük sürprizler içeriyor. Malum, “Son Durak” her filmde yeni kaza ve yeni karakterlerle seyircilerin karşısına çıkar ama seri boyunca devam eden “büyük hikâye” varlığını hep hissettirir. İşte aynı büyük hikâye açısından baktığımızda, “Son Durak: Kan Bağı”, hem “prequel” hem “sequel” işlevi görüyor. Diğer bir deyişle, hikâyeyi 1960’lara kadar götürüp günümüze bağlıyor.
Film ilerledikçe, bazı değişikliklere rağmen serinin temel konseptinden çok uzaklaşmadığımız netleşiyor. Ama önceki filmlerde yer alan kazalarla karşılaştırdığımızda, bu kez canını kurtaran o kadar fazla kişi var ki, Ölüm’ün “dosyaları kapatması” 50 yılı aşkın bir süreye yayılıyor. Ayrıca ölmesi gereken insanların çocuklarının da hedef haline gelmesi gibi bir durum çıkıyor ortaya. Ölüm’e karşı koyma konusunda ileri giden Iris de kuşkusuz serinin bütünü açısından önemli bir karakter. Ama sürdürdüğü yaşam tarzına baktığımızda, bulduğu çözümün beraberinde ağır sorunlar getirdiği kesin. Özellikle de aile ilişkileri açısından…
Aile bağlarının hikâyenin merkezinde yer alması, kuşkusuz en önemli değişikliklerden biri. Ama tüm bunların filme derinlik ve kalite getirdiğini söylemem olası değil. Son tahlilde, ölüm nereden ve nasıl gelecek sorusunun yarattığı gerilim ile tanık olduğumuz aşırı kanlı grafik şiddet arasında gidip gelen bir film seyrediyoruz. Karakterler ve aralarındaki ilişkiler etkili hale gelemiyor. Bazı ölüm sahneleri nerdeyse karikatürize diyebileceğimiz kadar abartılı anlar içeriyor. Öyle ki, tuhaf şekilde bir kara mizah duygusundan söz etmek dahi mümkün.
Çok sevip beğenmesem de hikâyenin seriye yeni bir hava getirdiğini: tekrara düşme duygusunu bertaraf ettiğini inkâr edemem. Nerdeyse filmin bütününden ayrı gibi duran açılış sekansını tüm detaylarıyla gayet iyi bulduğumu da eklemeliyim. Iris ile Paul’ün romantik öyküsü, sekansa sağlam dramatik çerçeve ve insanî bakış açısı getiriyor. Iris, gençliği, olumlu enerjisi ve iyi kalpliliğiyle seyircileri hemen yakalıyor. Açılış gününde haylaz çocuğun kulenin girişinde havuza atılan dilek parasını çalmasının ardından güvenlikten birinin ona “Yapma, uğursuzluk getirir” demesiyle birlikte tekinsizlik ve uğursuzluk adım adım inşa ediliyor. Bu arada, her şeyin ardında tekrar ait olduğu yere dönmek isteyen o madeni paranın iradesi olduğu dahi iddia edilebilir. Madeni para, filmin gizli karakterlerinden biri gibi… Ayrıca Iris’in asansöre binerken yaşadığı huzursuzluğu unutmamak gerek. Kule çok şık, görkemli duruyor ama Iris ilk anlardan itibaren kötü şeyler hissediyor. Gerilim, kulenin gösterişli güzelliği ile Iris’in hisleri arasındaki çelişki üzerinden işliyor.
1960’lar nostaljisi de içeren açılış sekansının en önemli dezavantajı, filmin geri kalanıyla ilgili beklentileri bir hayli yükseltmesi galiba… Çünkü kendi adıma daha sonraki hiçbir sahnede aynı tadı alamadım. Oradaki sinema duygusu ve tutturulan gerilim kıvamının ne yazık ki gerisi gelmedi.
Filmi yöneten Zach Lipovsky ve Adam Stein ikilisi, kuşkusuz bahçedeki aile partisi sırasında da iyi iş çıkarıyorlar. Özellikle, buz kabına düşen cam kırığı, sahneye baştan sona güçlü bir gerilim duygusu getiriyor. Ama sahnenin finali öylesine ani, şiddetli ve kanlı şekilde geliyor ki tadı kaçıp gidiyor. Filmdeki ölümlerin çoğu, gerilimi birden bitirip sahneyi “aşırıya varan grafik şiddet”le noktalıyor. Bu aşırılık ve abartı, bana sorarsanız filmle kurduğumuz duygusal bağa zarar veriyor; her şeyi bir şiddet şovuna dönüştürüyor. Yine de “Son Durak: Kan Bağı”nın seriye taze kan getirdiği belli. Sadece açılış sekansı için bile türün meraklılarına önerebilirim. Tabi bir de Son Durak nostaljisi yaşamak isteyenlere… Sonuçta, 14 yıl sonra gösterime giren ilk Son Durak filmi.
6/10