Malum, Türkiye dahil birçok ülkede çocuk yapmanın sistemli olarak teşvik edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Endişeler belli: Nüfusun düşüş eğilimine girmesi, yaşlı nüfusun artması ve ekonomik büyüme ivmesinin kaybedilmesi…
Bilimkurgu filmi “Seçilim”in (The Assessment) geçtiği dünyada ise tam tersi yaşanıyor. Çiftlerin çocuk sahibi olması izne bağlı; çünkü kaynaklar kısıtlı ve nüfusun artması istenmiyor. Yaşlanmayı geciktiren kimyasal maddelerin düzenli kullanımı nedeniyle ortalama insan ömrü uzamış durumda. Kaldı ki, hayvanların bile ortadan kalktığı dünyada kimse biyolojik olarak kendi başına çocuk sahibi olamıyor. Bebekler anne karnında değil, tümüyle laboratuvar koşullarında gelişimlerini tamamlayıp dünyaya gelebiliyorlar. O yüzden, çocuk sahibi olmak için önce devlete başvurmanız gerekiyor. Son kararı ise devletin atadığı seçici veriyor.
Film, denize yakın bir evde oturan Mia (Elizabeth Olsen) ve Aaryan (Himesh Patel) çiftini tanımamızla başlıyor. Yerleşim birimlerinden uzakta, dış dünyadan yalıtılmış şekilde yaşıyor; ikisi de evden çalışıyorlar. Dışarıdan mutlu, huzurlu bir hayatları var ve tek eksikleri çocuk gibi görünüyor.
Yaptıkları işler, yaşadıkları toplum hakkında bize bazı önemli şeyler söylüyor: Mia’nın serayı andıran, çeşitli bitkilerle dolu bir laboratuvarı var; yiyecekleri oradan geliyor. Evin etrafının çölü andırdığını düşündüğümüzde, önemli bir konuda çalıştığı kesin. Tarımsal üretimde ciddi sıkıntılar yaşandığını tahmin etmek zor değil. Aaryan ise evin içinden girilen geniş çalışma alanında insanların dokunabileceği, etkileşime girebileceği dijital maymunlar üzerinde araştırmalar yapıyor. Belli ki sanal da olsa evcil hayvan isteyenler var. Tüm bunlar, Mia ve Aaryan’ın yaşadıkları topluma önemli katkılar yapabilecek kişiler olduğunu gösteriyor. Çocuk sahibi olma isteklerinin hemen kabul edileceğini düşünmek mümkün. Ama onlar da seçilim testine girmek zorundalar.
Virginia (Alicia Vikander) adlı seçici eve geldiğinde, çocuk sahibi olma konusunda çok heyecanlı ve istekli olduklarını saklamıyorlar. Yedi günlük süreç ve işleyişi konusunda Mia ile Aaryan’ın da bizim gibi çok şey bilmediğini anlamakta gecikmiyoruz. Seçilim kriterlerini soruyor Mia mesela ama yanıt alamıyor. Kesin olan tek şey, Virginia’nın içeri girer girmez evin içinde kurduğu egemenlik ve yarattığı gerilim… Öyle ki, yatak odalarını bile ona vermek zorunda kalıyorlar.
Hikâyenin, seçilim yöntemi ve bunun beraberinde getireceği sıkıntılar üzerinden gelişeceğini elbette tahmin ediyor, kendimizi sürprizlere hazırlıyoruz. Virginia’nın, seçilim sürecini doğaçlama drama çalışmasına çevirmesi, kuşkusuz bizi çok şaşırtmıyor. Ebeveynlik ile sabır, anlayış ve hoşgörü arasındaki kurmaya çalıştığı bağ da öyle… Mia ve Aaryan, Virginia’nın onları içine çektiği oyuna mecburen dahil oluyor; disiplin ve sevgi arasındaki sınırların ne yanında duracaklarına karar vermeye çalışıyorlar. Virginia her ikisiyle de bire bir bağlar kuruyor. Onlar da iyi niyetle ebeveynliğin nasıl bir duygu olabileceğini deneyimlemeye çalışıyorlar. İşler bazen iyi bazen kötü gidiyor. Ne var ki, rahatsız edici olma konusunda sınır tanımayan Virginia onları giderek daha çok zorluyor; süreci tahmin edemediğimiz noktalara doğru sürüklüyor.
Film ilerledikçe, yaşananların sadece ebeveynlik kriterleriyle ilgili olmadığını sezmeye başlıyoruz. Çünkü Virginia, dolaylı yoldan devletin otoritesini ve yürürlükteki baskı rejimini temsil ediyor aynı zamanda. Onun varlığı, Mia ve Aaryan’ın devletin gücü karşısındaki çaresizliğinin ispatı gibi… Film boyunca kendine Yeni Dünya adını veren rejimin ne askerini ne polisini görüyoruz. Hatta bir devlet kurumu bile çıkmıyor karşımıza. Ne bürokrasi ne hukuk sistemi… Sadece Virginia var ve onun yaptıkları, hatta son kararı tek başına verecek olması, Mia ile Aaryan’ın nasıl bir rejimin içinde yaşadığını anlamamıza yetiyor da artıyor.
Filmi seyrederken “Çocuk sahibi olmak için tüm bunlara katlanılır mı?” veya “Böylesi uygulamaların olduğu bir dünyaya çocuk getirmek ne kadar doğru?” gibi sorular zihnimizde beliriyor elbette. Ama Mia ile Aaryan’ın çocuk sahibi olma istekleri hiç sarsılmıyor. Ellerinden geleni yapıyorlar. Bir ara, Virginia’nın anne – baba olup olmayacaklarını değil, ilişkilerinin dayanıklılığını test ettiği bile geliyor aklımıza. Eve habersizce davet ettiği misafirlerin geldiği parti gecesi, çift için bir tür sınava dönüşüyor. Ama o geceden daha kötülerini de yaşatıyor.
“Seçilim”in senaryosunun parlak ve farklı yanı, Virginia’nın çok uzun süre hem bizim hem Mia ile Aaryan için gizemli biri olarak kalması… Evet, onu genellikle sadece seçici olarak tanıyoruz; ama insan olarak ne hissettiğini, aklından neler geçtiğini çok merak ediyoruz. Alicia Vikander de oyunculuğuyla birçok sahnede kafamızı karıştırıyor. Özellikle yangın sahnesi, Virginia ile ilgili bilinmeyenleri filmin merkezine koyuyor; gerçek duygu ve düşüncelerini kestirmekte zorlanıyoruz.
Filmin son bölümünde, Virginia’yı devlet tarafından görevlendirilmiş bir seçici olmanın ötesinde insan yanıyla gördüğümüzde, evde yaşanan her şeye farklı bir yerden bakıyoruz. Böylece film, yeni katmanlar kazanarak derinleşiyor. Rejimin işleyişi hakkında daha çok şey öğrenmemiz bir yana, seçilim kriterleriyle ilgili zihnimizdeki sorulara da yanıt buluyoruz.
“Seçilim” politik alt metninin ötesinde üç karakterin arasındaki ilişkileri, çatışmaları, gerilimleri öne çıkaran bir psikolojik dram. Mia, filmin ana karakteri hiç kuşkusuz. Eski Dünya’ya sürülmüş muhalif annesiyle olan ilişkisi, belki pek derinleşmiyor ama aklımızda kalıyor. Açılışta sahilde kendini çağıran annesine ulaşmak için dalgalara karşı yüzdüğü sahne, filmin bütünü için bir metafor gibi… Virginia ile bazı anlarda kurduğu bağ, Mia’nın kişiliği ve anneliğe hazır olup olmadığı konusunda önemli fikirler veriyor bize.
Mia, serasında toprakla, bitkiyle uğraşan, denizde yüzmeyi seven fiziksel dünyaya bağlı bir bilim insanı. Anne olmak belli ki onun için kökleşmeyi, aileye dönüşmeyi temsil ediyor. Bomboş ve karanlık salonunda, tasarladığı dijital hayvanlarıyla uğraşan Aaryan ise fiziksel dünyadan uzaklaşmış biri.
Film boyunca genelde kendi izole dünyalarında gördüğümüz Mia ve Aaryan’ın Yeni Dünya’nın elit ve saygın kesimi arasında yer aldıklarını finalde daha iyi anlıyoruz. Dolayısıyla, Virginia ile ilişkilerine bir de o açıdan bakıyoruz.
Tek çocuk sınırlaması, çocuk sahibi olmaya getirilen kısıtlamalar, kürtaj yasağı ve benzeri tüm uygulamalar… Yok aslında tüm bunların birbirlerinden farkı… Hepsi baskıcı rejimlerin, insanları, özellikle de kadınları kontrol altında tutma çabalarının ürünleri. “Seçilim” de her şeyiyle bir baskıcı rejim eleştirisi…
Film bittiğinde, üç karakterin de baskıcı rejime karşı ayakta kalabilmek için farklı yollar denediğini görüyoruz. Film, bu çabaların ne kadar anlamlı ve dayanıklı olabileceğini de sorguluyor.
Senaryosu Dave Thomas, Nell Garfath-Cox ve John Donnelly’nin imzalarını taşıyan “Seçilim”, alışageldiğimiz tarzda bir distopya olarak başlamıyor. Virginia’nın eve girişinin ardından gerilim ile sinir bozucu bir kara komedi arasında gidip geliyor. Film ilerledikçe yönetmen Fleur Fortuné, distopya tonunu daha da belirginleştiriyor. Yaşadıkları ev ve çevre, Mia ile Aaryan’ın baskıcı rejimden uzakta kurmaya çalıştıkları izole bir yaşam alanını temsil ediyor. Virginia’nın gelişiyle rejim, yıllar boyunca kurdukları bu dünyaya adeta sızıyor. Fortuné’nin öncelikle yaşadıkları yeri ve evi çok iyi betimlediğini, görüntü yönetmeni Magnus Nordenhof Jønck ile birlikte filmin atmosferini iyi kurduğunu düşünüyorum.
Müzik videolarıyla tanınan Fransız sinemacı Fleur Fortuné, ilk uzun konulu filminde sağlam iş ortaya koyuyor. Kendisine önerilen projeyi kabul etmesinin en önemli nedeni olarak yaşadığı annelik deneyimini gösterdiğini belirtelim.
Oyunculuk filmin en güçlü yanlarından… Alicia Vikander, rolün verdiği imkanları çok iyi değerlendiriyor, filme damgasını vuruyor. Elizabeth Olsen ve Himesh Patel’in en az onun kadar iyi olduğu kesin. (Prime Video)
7.5/10