2024 yılında Toronto Film Festivali’nde dikkat çeken filmlerden biriydi “Jane Austen Hayatımı Mahvetti” (Jane Austen a gâché ma vie). İngilizce başlığı “Jane Austen Wrecked My Life” olan düşük bütçeli film, yönetmeni Laura Piani’nin ilk uzun metrajıydı. Olumlu eleştiriler alması bir yana, Sony Pictures Classics gibi bir şirketin filmin dünya dağıtım haklarını satın alması, başarı hikâyesi olarak geçti kayıtlara.
Bağımsız sinema ruhunu taşıyan, sanat sinemasının alanına giren bir film Fransız yapımı “Jane Austen Hayatımı Mahvetti”. Yıldız oyunculardan oluşan bir kadrosu yok. Kaldı ki, adı dahi anaakım filmi olmadığının göstergesi. Öte yandan, çok rahat seyredilen, sürükleyici bir romantik komedi var karşımızda. Hatta, filmi tek cümleyle özetlemeye çalıştığınızda, türün modası hâlâ geçmeyen en eski öykü formatlarından biri çıkıyor karşımıza: İki erkek arasında kalan kızın hikâyesi… Fakat, filmin ortalarına doğru belirginleşen bir hikâye bu. Asıl kritik nokta, hikâyeyle iç içe geçen okuma ve yazma tutkusu; filmdeki her şeyi birbirine bağlayan edebiyat sevgisi…
Evet, ana karakterimiz Agathe Robinson (Camille Rutherford), okumayı ve yazmayı çok seviyor. Paris’te Shakespeare and Company adlı kitapçıda çalışıyor. Bu arada, İngilizce kitapların satıldığı Shakespeare and Company’nin, tarihi 1919’a kadar giden ve 1941’de kapandıktan sonra 10 yıl sonra aynı adla yeniden açılan ünlü bir kitabevi olduğunu hemen not edelim.
Fransa ve İngiltere’de geçen, karakterlerin her iki dili de konuştuğu, tıpkı ana karakteri gibi çift dilli bir film seyrediyoruz. Ablası Mona (Alice Butaud) ve onun 6 yaşındaki oğluyla aynı evde yaşayan Agathe, yazı dili olarak İngilizce’yi tercih ediyor ama hiçbir hikâyesini bitiremiyor. Yine de yazmaktan vazgeçmiyor. Mahalledeki Çin restoranında yalnız başına yemek yerken sake bardağının dibinde gördüğü hayalle birlikte ilk romanına başlıyor. Aynı kitabevinde çalıştığı en yakın arkadaşı Félix (Pablo Pauly), üzerine çalıştığı romanının ilk bölümlerini ondan habersiz olarak Jane Austen Residency’ye gönderiyor. Romanı beğeniliyor ve geliştirip yazması için 2 haftalığına İngiltere’ye davet ediliyor. Geçirdiği kazadan sonra sadece bisiklet kullanan Agathe, herhangi bir motorlu araçla yolculuk etmek istemediği için yazarlık kampına gitmek istemiyor önce. Ama ablası ve özellikle Félix’in ısrarlarına dayanamayıp daveti kabul etmeye karar veriyor. Manş’ı geçecek feribota binmeden hemen önce Félix’le aralarında yaşanan anlık yakınlaşmadan çok etkileniyor Agathe. Arkadaşlıklarının bir ilişkiye dönüşüp dönüşmeyeceği sorusu kafasını kurcalamaya başlıyor. Öte yandan, feribottan indiğinde Jane Austen Residency’ye götürmek için onu bekleyen ve başlangıçta hiç anlaşamadığı soğuk, kibirli Oliver’ın (Charlie Anson) gösterdiği ilgiden de etkileniyor. Bu arada, yazarlık kampında geçirdiği günlerde tek satır dahi yazamaması, ayrı bir sorun haline geliyor.
Aynı hikâyeden bir dram da çıkabilirdi hiç kuşkusuz. Kaldı ki, ayrıntılarını filmin ortalarına doğru öğrendiğimiz bir kaza travması var Agathe’ın. Ama Laura Piani, durum komedisine dayanan ince bir mizah duygusunu tercih ediyor. Seyirciyi gülmeye zorlamıyor. Hikâyeyi, karakterleri geliştiriyor ve mizahın kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlıyor. Romantik komedi dokusu, Agathe ile Oliver’ın tanışmasıyla başlıyor ve giderek artıyor. Özellikle, Agathe’ın yaşadığı utanç dolu anlarla baş etmeye çalışması, çok eğlenceli anlara vesile oluyor. Oliver ile kasabadaki hediyelik eşya dükkanındaki karşılaşmaları ve kendileriyle ilgili utanç verici olayları paylaşmaları, filmin dönüm noktası gibi…
Agathe Robinson, derinlikli ve iyi yazılmış bir karakter. Filmin başlarında bir yerde “Bu yüzyıla ait değilim” diyor. Gerçekten de öyle görünüyor. Filmi yazan ve yöneten Piani, sevdiği işi yapan; edebiyatla, kitaplarla mutlu olan ve yakın çevresiyle samimi, güzel bağlar kuran, kendi kendine yeten genç bir kadın olarak betimliyor onu ilk bölümde. Yalnız başına gittiği Çin restoranında, “Aşk Zamanı” (In the Mood for Love - 2000) filminin tetiklediği hayallerinin içinde mutlu olabilen biri o… Sadece işinde değil, evde ablası ve yeğeniyle de huzurlu. Bu konfor alanından çıkmasıyla birlikte her anlamda zorlanıyor. Félix’in öpücüğüne karşılık vermesinin kökeninde belki güvenlik çemberinden çıkmasının verdiği endişe var. Oliver’ın soğukluğu bir yana, çok iyi karşılandığı İngiltere onun için zor bir deneyim oluyor; çünkü profesyonellerin arasında kendini yetersiz hissediyor.
Her şey bittiğinde şunu daha iyi anlıyorsunuz: Hayatınızda önemli bir adım atmanız, hayallerinizi gerçekleştirmeniz için konforlu ve güvenli alanları bırakmanız, kendinizi zorlamanız gerekiyor. Agathe filmde tam olarak bunu yaşıyor aslında. Sadece iki erkek arasında değil, güvenli alan ile riskli hayat arasında bir yerde de kalıyor. Yazma güçlüğünün temelinde, özgüvensizlikten ziyade kendisiyle yüzleşme korkusu var. Bu noktada, Oliver’ın “Yazı sarmaşık gibidir, kalıntılar arar” demesi, akılda kalıcı. Agathe ancak kendi kalıntılarını arayarak yaşadığı yazarlık tıkanmasını aşacağını seziyor.
Filmin adı “Jane Austen Hayatımı Kurtardı” da olabilirdi hiç kuşkusuz. İronik şekilde kurulan “Mahvetmek mi, kurtarmak mı?” ikileminde, kurtarmak ağır basıyor. Çünkü başta Jane Austen sevgisi olmak üzere edebiyatın onu kendi kendine yeten biri haline getirdiği belli. Jane Austen’ı çok önemli bir yazar olarak görmeyen Oliver’a karşı çıkarken söyledikleri; yazarlık kampında angaje politik edebiyatı savunan asabi yazara karşı dile getirdiği samimi fikirleri, sadece konu hakkındaki bilgisini göstermiyor. Jane Austen dahil okuduklarını içselleştirdiğini; kişiliğinin, tercihlerinin ve hayat görüşünün bir parçası haline getirdiğini anlıyoruz. İşte tam da bu yüzden, kendini 21. Yüzyıl’a ait hissetmiyor. Çünkü 21. Yüzyıl’da insanların çoğu kitaplardan, romanlardan, yazarlardan değil; sosyal medyadan ve internetteki yapay zekâlardan ilham alıyor, algoritmaların yönlendirdiği paylaşımlara vakit ayırıyorlar.
Agathe’ın babasının yıllar önce söylediği “Düzensiz duygu ve düşüncelerin tek çözümü edebiyattır” demesini de atlamamak gerek. Ablası Mona’nın saçma bulduğu bu fikre Agathe’ın öteden beri tutunduğunu seziyoruz.
Jack Hirschman’ın finale doğru okunan “Yol” şiiri dahil olmak üzere “Jane Austen Hayatımı Mahvetti”deki edebiyat referansları dikkat çekici. Austen’ın eserleri ve Darcy gibi karakterleri, bu göndermelerin başında geliyor. Asıl sevdiğim yanı ise edebiyatın hayatımız üzerindeki olumlu etkilerine inanması oldu. Çalıştığı kitapevindeki tahtada yazan “Benim için Tolstoy ve Dostoyevski, komşularımdan daha gerçekler” cümlesi, ana karakterin kişiliğiyle ilgili önemli bir ipucu aslında. Çünkü Jane Austen çevresindeki birçok insandan çok daha yakın Agathe’a…
İngiliz bir babayla Fransız annenin kızı olan Agathe’a yazarlık kampından ziyade orayı kuran Todd (Alan Fairbairn) ve Beth (Liz Crowther) daha iyi geliyor aslında. Tanı konmasına dahi gerek görülmeyen demans sorunlarıyla çocuklaşan ve aslında özgürleşen Todd, baba motifine; her daim şefkatli, sevgi dolu ve anlayışlı Beth de anne figürüne dönüşüyor onun için.
Daha önce filmler ve diziler için senaryolar yazan Piani, sadece hoş bir romantik komediye değil, edebiyat sevgisi ve yazma güçlüğünü de içeren nitelikli bir filme imza atıyor. Karakterin utangaçlığı ile kendine güveni arasındaki dengeyi çok iyi kuran Camille Rutherford’un performansı da filme çok şey katıyor. (BeinConnect)