İrlandalı yönetmen Lorcan Finnegan’ın Avustralya’da çektiği “Sörfçü”yü (The Surfer) seyrederken Uzakdoğu sinemasına özgü bir aşırılık veya abartı hissetmeniz mümkün… Film boyunca tuhaf şeylerin olup bitmesi bir yana, sörf aşkı uğruna uç noktalara giden karakterinden gelen aşırılıktan söz ediyorum. Öte yandan, başrolde oynayan Nicolas Cage’in kariyerinin başından beri canlandırdığı karakterlere ve özellikle son döneminde yaptığı sıra dışı tercihlere baktığımızda, “Sörfçü” çok şaşırtıcı bir film değil aslında. Ama senaryosu Thomas Martin tarafından yazılan filmin, hikâye örgüsü itibarıyla farklı bir yapıya sahip olduğu inkâr edilemez.
Sözgelimi, ilk 30 dakikası itibarıyla “Sörfçü”nün her an bir intikamcı (vigilante) filmine dönüşeceğini düşünmeniz mümkün. Basın bültenindeki tanıtım metni de aynı fikri veriyor. Ne var ki, bambaşka bir hikâye bekliyor sizi: Adını filmin sonuna kadar öğrenemeyeceğimiz ana karakter (Nicolas Cage), Noel tatilinde oğluyla birlikte sörf yapmak üzere okyanus kıyısındaki Luna Bay’e geliyor. Çocukluğunu geçirdiği, duygusal bağ kurduğu bir bölge burası… Yıllar sonra tekrar oraya yerleşecek olmanın heyecanını yaşıyor. Deniz manzaralı bir ev için görüşmelere çoktan başladığını öğreniyoruz. Araya giren başka alıcı nedeniyle fiyatın yükselmesine bile çok aldırmıyor. Daha fazla para bulmak için hemen harekete geçiyor. Ama hiç beklemediği başka bir sorun çıkıyor karşısına: Oğluyla birlikte sörf yapmak için sahile indiğinde, oradaki zorba erkekler grubu tarafından “Burada yaşama, burada sörf yapma” diye sertçe uyarılıyor, tehdit ediliyor ve kovuluyor. Gitmek isteyen oğlunu annesiyle birlikte yaşadığı eve bırakıyor ama kendisi yine oraya dönüyor. Scally (Julian McMahon) adlı kişinin liderlik ettiği zorbalar çetesini uzaktan izlemeye başlıyor. Çetenin “Acı çekmeden sörf yapılmaz” ilkesine bağlı bir çeşit tarikat gibi olduğunu görüyor. Bütün uyarılara rağmen otoparkı terk etmiyor, otomobilinde yatıp kalkıyor. Kendisine kötü davranmaya devam eden ve sörf tahtasını çalan çeteyi polise şikâyet ediyor ama bu, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Tam aksine, onun için her şey daha da kötüye gidiyor.
Başta da yazdığım gibi, ilk geldiği andan itibaren öyle bir muamele görüyor ki, Sörfçü karakterinin içinden bir Rambo ya da John Wick çıkacağını; merhametsiz zorbalara gereken dersi vereceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Ama karakter gerçekten hiç beklemediğimiz noktalara geliyor. Sörf yapmak ve hayalindeki evi satın alma takıntısı nedeniyle denize bakan tepedeki otoparktan bir türlü ayrılamamasını, her şeyini kaybetmeye başlamasını şaşkınlık içinde izliyoruz. İşte tam da buralarda, yazının başında sözünü ettiğim o “aşırılık ve abartı” duygusunun giderek arttığı bir filmin içinde buluyoruz kendimizi. Karakterin düştüğü durum, çektiği eziyet öylesine inanılmaz ve saçma geliyor ki, filmi tepe taklak değiştirecek bir sürpriz beklentisi içine giriyoruz. En başından itibaren karakterin zihninin içinde olduğumuzu veya onun hayallerini seyrettiğimizi düşünüyoruz mesela. Kaldı ki, açılış sahnesinden itibaren araya giren bazı kısa planların “flash-back” değil, “flash-forward” olduğunu anlamamız, gerçeklikten daha çok kuşku duymamızı sağlıyor. Gençlik yıllarında sörf yapan karakterin geçmişine ani dönüşler ve babasının ölümüne dair kısacık anlar, filmdeki zaman algımıza olan güvenimizi daha çok sarsıyor. Tüm bunlara, ilk bölümdeki sahnelerden başlayarak görüntünün buğulandığı, deforme olduğu kadrajlar, geniş açılı lensler ve tuhaf açılar da eklenince filmin ikinci yarısı, sürprizin ne olacağını tahmin etmeye çalışmakla geçiyor aslında. Tabi burada, yönetmenin bizi kasten sürpriz beklentisine yönlendirdiğinin altını çizmem gerek.
Gerçi beklediğimiz gibi bir sürpriz olmuyor ama filmin “üçüncü perdesi”nin hemen başında olacakları tahmin etmek öyle çokkolay değil. Gerçeklik ile hayal arasında gidiş gelişlerin, karakterin dünyayı algılamasıyla ilgili sorunların bittiği bir yer var filmde ama o noktada dahi sürpriz beklentiniz sürüyor. Hatta, final dahi her şeyi tam olarak anladığınıza dair net bir izlenim vermiyor.
Hikâye örgüsü ve beklentilerimiz arasındaki ilişkileri bir yana bırakıp, “Film temelde ne anlatıyor?” sorusuna odaklanırsak, her şeyin ana karakterin psikolojisindeki dengesizliklerle ilgili olduğu söylenebilir. Hayallerini gerçekleştirirse, kayıp gençliğini yeniden bulacağını, geçmişindeki sorunları çözeceğini ve hayatının yoluna gireceğini umut ediyor. Bu arada, eşiyle boşanmak üzere olduğunu belirtelim. Duygusal açıdan zor bir durumdayken geliyor oraya.
İlk bakışta dışlanmak ve ayrımcılık üzerine bir film olduğunu düşünmek mümkün. Öyle de görünüyor çünkü çete, yerel halk ile dışardan gelenler arasında kesin bir çizgi çekiyor. Çete onu artık oralı biri olarak kabul etmiyor mesela. Dışardan gelen biri muamelesi yapıyor. Çetenin kimlik ve aidiyet kadar erkeklik kodlarıyla ilgili beklentileri de var. Çete için her şey bir çeşit erkeklik testi gibi… Kendisini Luna Bay’e ait hisseden ana karakterin sorunu, çete tarafından sınanan erkekliğinin yetersiz olduğu düşüncesine kapılması...
Onları erkekliğine bir tehdit olarak görmese, belki hiçbir sorunu olmayacak. Filmin hemen başında Scally onu bölgedeki başka aile plajlarına yönlendiriyor mesela ama o bunu kabul edemiyor. Çünkü orayı ruhsal anlamda evi olarak görüyor. Zorbaların sörf yapmasını engellemesiyle birlikte psikolojik dengelerinin yerle bir olması, derinlerdeki özgüvensizliğini, yetersizlik hissini açığa çıkarıyor ve kendine olan saygısını kaybetmeye başlıyor.
Beyaz yakalı olarak yaptığı kariyerin hiçbir işe yaramadığı bir yerde olması onu daha da kötü etkiliyor. Akran zorbalığıyla baş etmek zorunda olduğu ergenliğe dönüş, onun için tam bir kâbus haline geliyor. O noktadan sonra ruhsal çöküş hikâyesi seyretmeye başlıyoruz. Belki pes edip gitmiyor, gururlu olmaya çalışıyor, inat ediyor ama kimliğini, kişiliğini koruyamıyor. Babanın beklenmedik ölümüyle ilgili geçmiş sorunlar önemli olsa da bana sorarsanız hikâye, temelinde ana karakterin kendine olan saygısıyla ilgili…
Sözgelimi, kim olduğunu yeniden keşfettiğinde çözüm için harekete geçmesi, kuşkusuz kayda değer. Filmin son bölümünde yüzleştiği ikilem de önemli. Ya sürünün üyesi olacak ya kendisi olmayı başaracak.
Üzerine düşündükçe, çözümledikçe sizi bir yerlere götüren bir film “Sörfçü”; ama kendi adıma sevdiğimi söylemem imkânsız. Ne fikri ne hikâyeyi beğendim. Öncelikle, kötülük ile iyiliğin bu kadar kesin şekilde birbirlerinden ayrılması rahatsız edici geldi bana. İçerdiği erkeklik eleştirisinde de öyle çok ilgiye değer bir yan bulduğumu söyleyemem. Ama tüm bunlardan ziyade, asıl olarak ana karakterin “beyaz yakalıdan berduşa dönüşme” süreci, hiç inandırıcı gelmedi bana. Film ileri yaşta geçen bir akran zorbalığı hikayesi anlatarak bu ikisi arasındaki mesafenin çok kısa olduğuna inanmamızı istiyor. Hatta bu fikri dayatıyor ama çok ikna edici olamıyor. Öyle ki karakterin düştüğü durumlar, filmin türünü dahi değiştirecek kadar fantastik bir noktaya ulaşıyor.
“Sörfçü” psikolojik gerilim olarak üstüne düşeni yapıyor. Sürükleyici, oyalayıcı olmayı başarıyor; merak unsurunu sonuna kadar ayakta tutuyor ama sağlam bir karakter dramı olamıyor. Çünkü karakterin film içinde yaşadığı değişimleri inandırıcı kılamıyor.
Lorcan Finnegan’ın ikinci uzun konulu filmi olan bilimkurgu türündeki “Vivarium”da (2019) da beğenmediğim bazı şeyler vardı ama “Sörfçü”ye oranla daha çok sevmiştim. Yine de “Sörfçü”nün değişik ve farklı bir deneme olarak kayda değer bazı yanları olduğunu inkâr edemem. Görüntü yönetmeni Radek Ladczuk’un çalışmasını da çok iyi bulduğumu eklemeliyim.
Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı olarak, Gece Yarısı Gösterimleri’nde seyircilerle buluşan filmin kozlarından biri hiç kuşkusuz Nicolas Cage… Çetenin lideri Scally’yi canlandıran Julian McMahon’ın son filmlerinden biri olduğunu belirtelim. 1968 Avustralya doğumlu oyuncuyu geçtiğimiz temmuz ayının 2’sinde kaybettiğimizi düşündüğümüzde, “Sörfçü” onu anmak için önemli bir fırsat.
6/10