Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Stephen King’in novellasından Mike Flanagan tarafından sinemaya uyarlanan “Chuck’ın Hayatı” (The Life of Chuck), benzerine pek rastlayamayacağımız türde farklı, hatta garip bir film. King’in eserlerinden daha önce uyarlanan filmlere çok benzemiyor.

        Malum, Stephen King deyince aklımıza önce korku gerilim geliyor. “Oculus” (2013) gibi filmleri “The Haunting of Hill House” (2018) başta olmak üzere dizileriyle tanınan Mike Flanagan da aynı janrı akla getiriyor. “Chuck’ın Hayatı” ise bir korku gerilim değil. İlk sahneleri itibarıyla alternatif bir felaket filmine benziyor. Sinema tarihinin en sakin ve hüzünlü felaket filminin içinde olduğumuzu düşündürüyor. Aynı zamanda edebi… Çünkü bir edebiyat dersinde Walt Whitman şiiriyle açılıyor film. Sonra internetin çöktüğü, doğal felaketlerin dünyanın her yerinde yaşandığı bir dönemin başladığını anlıyoruz. Kıyamet ufukta beliriyor ve adeta geri sayım başlıyor. Ama film, televizyon haberleri dışında panik ve kaos manzaraları içermiyor. Umutlarını yavaş yavaş kaybetseler dahi paniğe kapılmayan ve hayat üzerine düşünmeyi sürdüren karakterler tanıyoruz.

        Bu arada, filmin tiyatro terminolojisiyle üç perdeden oluştuğunu ve hikâyenin sondan başlayarak geriye doğru anlatıldığını fazla gecikmeden söylemem gerek. Çünkü hikâye kurgusu filmin en önemli yanlarından biri. Önce finali, yani Üçüncü Perde’yi seyrediyoruz. Filme adını veren Chuck veya Charles Krantz’ı (Tom Hiddleston) ise Üçüncü Perde’nin son sahnelerine kadar, açık hava veya TV reklamları dışında hiç görmüyoruz. Charles Krantz, ana karakter değil de filmin çözülmesi gereken gizemi olarak çıkıyor karşımıza.

        Peş peşe gelen felaketlerle sarsılan dünyaya ve kimsenin anlam veremediği Charles Krantz reklamlarına, lise öğretmeni Marty Anderson (Chiwetel Ejiofor) ve boşandığı eski eşi hemşire Felicia Gordon’un (Karen Gillan) gözünden bakıyoruz. Kaldı ki, ilk 30 dakika itibarıyla filmin ana karakteri Marty Anderson aslında… Son günlere kadar işini yapmaktan vazgeçmeyen, moralini yitirmeyen, felaketlerden ziyade Charles Krantz’in kim olduğunu merak eden, kıyameti tek başına karşılamaktansa sevgiye tutunmak isteyen biri Marty…

        “Esas adamımız” Charles Krantz’ı ise İkinci Perde’de tanıyoruz. Bankacı olduğunu öğreniyoruz. Konferansa katılmak için geldiği şehirde elinde çantası, takım elbisesi, ucuz ve sağlam ayakkabılarıyla dolaşıyor, güneşli havanın tadını çıkarıyor. İkinci Perde, sadece sesini duyduğumuz Anlatıcı’nın (Nick Offerman) filme ağırlığını koyduğu bir bölüm aynı zamanda. Geçmişte ve gelecekte olup bitenlere hâkim olan, her şeyi gören bilen Tanrısal bakış açısına sahip bir anlatıcı kendisi... Krantz’ın kaderinin, hayatında ilk kez sokakta karşılaştığı iki kişiyle nasıl kesiştiğini anlatıyor bize. Krantz, sokakta yürürken kendini birden sokak müzisyeni Taylor’ın (Taylor Gordon) çaldığı baterinin ritmine bırakıyor ve kalabalığın içinde bulduğu kalbi kırık genç partneri Janice (Annalise Basso) ile içinden geldiği gibi dans ediyor. Güneşli güzel bir günde geçen İkinci Perde, hüzünlü sonunu saymazsak, özellikle antolojilere geçecek dans sahnesiyle bir “kendini iyi hisset filmi”nden farksız aslında. Ama buradaki asıl mesele, üç karakteri bir araya getiren, her şeyi önceden bilen, zaman ve fizikötesi bir güce olan inanç…

        Diğerlerine göre çok daha uzun olan Birinci Perde ise Charles Krantz’ın önce 7 yaşındaki çocukluğuna (Cody Flanagan) sonra ortaokul (Benjamin Pajak) ve lise öğrencisi (Jacob Tremblay) olduğu yıllara kadar götürüyor bizi. O kadar iyi dans etmeyi nasıl ve nerede öğrendiğini görüyor; bankacılığı tercih etmesinin altındaki nedenleri keşfediyoruz. Ayrıca ilk olarak Üçüncü Perde’de, yani ilk bölümde gördüğümüz kilitli odanın sırrı çıkıyor ortaya. Ama yine de olup biten her şeyin gizemini çözemiyoruz. Flanagan, filmin başında, yani Üçüncü Perde’de yaşananları yorumlamayı bize bırakıyor. Ama sonuçta bir Stephen King anlatısının içindeyiz ve neyi nasıl yorumlamamız konusunda yeterince ipucu var aslında.

        En önemli ipucu, İngilizce öğretmeni Miss Richards (Kate Siegel) ile ortaokul öğrencisi Chuck arasındaki diyalogda yatıyor. Chuck, Walt Whitman’ın “Song of Myself” şiirinde geçen “I’m large, I contain multitudes” cümlesinin anlamını soruyor öğretmenine. Üçüncü Perde’de olup biten her şeyi öğretmeninin dize hakkında söyledikleri üzerinden yorumlamak olası...

        Bana sorarsanız, “Her zihin bir evrendir” diye özetlenebilecek fikir üzerinden şekilleniyor hikâye. İkinci Perde’de Chuck’ın birkaç saat önce dans ettiği yere bakarak hayatın anlamı üzerine düşünmesi, Tanrı’nın bu dünyayı neden yarattığını sorması ve kendi adına verdiği yanıt önemli. Tüm bu ipuçları bizi Chuck’ın hayatı ile Yeryüzü’nün, hatta evrenin kaderi arasındaki paralelliğe götürüyor.

        Filmi seyrederken felsefenin önemli isimlerinden ABD’de çok sevilen George Berkeley’in genellikle “öznel idealizm” diye anılan düşünceleri geldi aklıma. Üniversitede aldığım felsefe dersi sırasında, erken yaşta hayatını kaybederek benim gibi tüm sevenlerini çok üzen hocam Prof. Dr. Arda Denkel’in (1949 -2000) anlattıklarının hemen ilgimi çektiğini hatırlıyorum. Kaba bir özetle, gerçekliğin yalnızca bir insanın zihninde var olduğunu savunuyordu Berkeley. Ona göre fiziksel dünya dediğimiz şey, aslında zihindeki duyusal deneyimlerden ibaretti.

        Üçüncü Perde’nin, Berkeley’in görüşlerine uygun şekilde Chuck’ın zihninde geçtiğini öne sürmek mümkün… Chuck’ın kilitli odaya girmesiyle tetiklenen doğaüstü bir sürecin içinde olduğumuz da söylenebilir elbette. Kesin olan şu herhalde: Charles Krantz’ı tanısınlar veya tanımasınlar, Üçüncü Perde’de gördüğümüz herkes onun zihnindeki evrenin bir parçası ama bunun farkında değiller. Marty, Krantz afişlerini görünce bir firmanın 39 yıl çalıştıktan sonra emekli olan çalışanına bu şekilde veda ettiğini düşünüyor mesela. Bu afişler ve Üçüncü Perde’nin doğaüstü gibi görünen finali, Charles Krantz’ın zihninde veya hafızasında olduğumuza dair işaretler taşıyor.

        Filmin irili ufaklı sürprizlerine, zaman konusunda kafa karıştırıcı bazı detaylarına tek tek girmek istemiyorum. Bütünü göze alındığında filmdeki zaman kavramı, lineer olmaktan ziyade döngüyü akla getiriyor. Üçüncü Perde, ikinci ve birinci perdelerde olup bitenlerin bir yansıması aslında. Çünkü bariz bir “tekrarlama” motifi var. Sözgelimi, Üçüncü Perde’de Marty’nin veya onun yolda karşılaştığı cenaze evi sahibi Sam’in (Carl Lumbly) dile getirdiği fikirler, Birinci Perde’de yeniden karşımıza çıkıyor. Matematiğin anlamı ve hayatımızdaki önemine dair fikirler iki kez tekrar ediliyor.

        Tüm bunlar, filmdeki zamanın lineer şekilde akmadığını, Üçüncü Perde’deki her şeyin Chuck’ın hafızası içinde bir karşılığı olduğunu gösteriyor bize. Marty, bazı eylemleriyle Chuck’ın yaptıklarını tekrar ediyor aslında. “Cover Girl” (1944) adlı Hollywood müzikalinin televizyonda karşısına çıkan sahnesi, Walt Whitman’ın “Song of Myself” adlı şiiri, kilitli odanın kapısına bakış, bu tekrarların üç örneği…

        Carl Sagan’ın, evrenin tarihini bir takvim yılı üzerinden anlatmasını unutmayalım. Üçüncü Perde’de Marty’nin eski eşine telefonda anlattıkları, Birinci Perde’de başka şekilde karşımıza çıkıyor. Sagan’ın söyledikleri, zaman algımızın göreliliğine dair bir vurgu aynı zamanda. Matematiği kullandığınızda, evrenin yaşı karşısında insanlığın yazılı tarihinin süresini saniyelerle ölçmek olası. Sonuçta, birkaç günlük ömre sahip kelebeklerden farkımız yok belki ama yine de hepimizin zihni kendi başına bir evren...

        Dans ve matematik, filmin iki önemli unsuru… Chuck’ın geçmişini ve kişiliğini yansıtıyorlar. Dansı babaannesi Sarah’dan (Mia Sara); matematiği büyükbabası Albie’den (Mark Hamill) öğreniyor. Dans, sezgiyi ve sanatsal yaratıcılığı; matematik bilgiyi ve kesinliği temsil ediyor. Dedesi matematiğin her şeyi açıkladığını, yalan söylemediğini ve gelecekte hayatını idame ettireceğini anlatıyor Chuck’a. Ama kilitli odanın temsil ettiği doğaüstünü unutmamak gerek. Dans ise hikâyenin en önemli öğelerinden biri. Charles Krantz’ın zihninde değil, gerçek hayatta geçen ikinci ve birinci perdelerini; diğer bir deyişle, Chuck’ın çocukluğu ve yetişkinliğini birbirine bağlıyor.

        Büyükbabanın Birinci Perde’de dile getirdiği, önceden öğrenilen ölüm karşısında söylediği “Beklemek asıl mesele”, filmin en önemli izleklerinden biri. Aynı fikir Üçüncü Perde’de insanlar Kıyamet Günü’nü beklerken çıkıyor karşımıza. İnsanlar, Yeryüzü’ndeki yaşamın sona ereceğini hissediyor ama tam anını bilemiyorlar. Charles Krantz da kendi hayatında benzer bir süreç yaşıyor. Üçüncü Perde’de felaketler karşısında ne yapacağını şaşıran insanların mültecilerle karşılaştırılması fikri de akılda kalıcı.

        Afişte “Forrest Gump” (1994) filmini akla getiren grafik tasarım, sanki bilinçli geldi. Forrest Gump, doğuştan gelen bazı dezavantajlara rağmen yaşarken iz bırakan bir insan olmayı başarır. Önce çocukluğunda sonra yetişkinliğinde iki büyük talihsiz olayla karşılaşan Charlie Krantz da kuşkusuz derin izler bırakıyor insanlar üzerinde. Ama asıl önemli olan, “Forrest Gump”ta olduğu gibi Krantz’ın hayatının bizim üzerimizde bıraktığı duygusal etki, bize düşündürdükleri…

        #resim#1296867#

        Tüm bunlar, filmi anlamaya, çözümlemeye çalışırken aklıma takılan fikirler ve notlar… Seyrederken her şeyi hemen birbirine bağladığımı asla söyleyemem. Filmin hayata bakışının beni ve fikirlerimi yansıttığını öne süremem belki. Ama filmin içinde olmaktan keyif aldığım kesin. Giderek artan bir ilgiyle seyrettim. Bunda Flanagan’ın yönetmenliği ve senaryosu kadar, Stephen King’in 2020 tarihli novellasının da büyük payı var.

        Filmler öncelikle kurdukları görsel dünyalar, anlatımları ve hikâyeleriyle çekerler bizi. “Chuck’ın Hayatı” da böyle bir film. Ayrıca Charles Krantz’ı canlandıran Tom Hiddleston ve Benjamin Pajak başta olmak üzere oyuncular gayet iyi. Meslek hayatı boyunca Luke Skywalker karakterinden ve Star Wars evreninden kurtulamayan Mark Hamill’in kariyerindeki en iyi performanslardan birini seyrediyoruz bence. Herkes rolüne o kadar iyi oturuyor ki, “Casting mükemmel” diyorsunuz.

        Flanagan’ın yönetmenliğinde en çok sevdiğim şey ise melankolik dinginlik olarak tanımlayabileceğim o duygu oldu. Film bittiğinde bile bir süre çıkamadığınız bir duygu bu…

        7/10