Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Black Mirror' epizodu gibi…
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yapay zekâ konusunda özellikle son birkaç yılda yaşanan yeni gelişmeler ve tartışma başlıklarının, sinema sanatındaki yansımalarından biri, Fransız sinemacı Yann Gozlan’ın yönettiği “Yapay Zekâ” (Dalloway)…

        Edebiyat ve sinemadaki bilimkurgu anlatılarında yapay zekâ, kontrolden çıkan makinelerin insanlığa vereceği zarar üzerinden ele alındı yıllar boyunca; ama insanlığa yararlı olmak isteyen, hatta can dostumuz olan yapay zekâların sayısı da hiç az değildi.

        Yapay zekâ ile korkularımız, beklentilerimiz değiştikçe romanlar ve filmler de değişti. Eskiden yapay zekâ deyince bilgisayarlar kadar insan görünümlü robot ve androidler gelirdi aklımıza. Sonra fiziksel varlığı olmayan yazılımlar girdi hayatımıza. Asıl onlardan korkmamız gerektiğini düşünmeye başladık. Özellikle aksiyon sinemasında, dünyanın sonunu getirecek son derece tehlikeli yapay zekâ yazılımlarının sayısının giderek artması, bunun bir göstergesiydi.

        Son yıllarda ise insanlar, dünyanın sonunun gelmesinden ziyade, kendi işlerini kaybetmekten korkmaya başladılar. Sanayi Devrimi’nin ilk döneminde, fabrika işçileri en büyük rakipleri olarak makineleri görürdü. Bugünse sadece fabrika işçileri değil, başta beyaz yakalılar dahil çoğumuz yapay zekâlar nedeniyle işimizi kaybetmekten korkuyoruz artık.

        Bir zamanlar, yapay zekâların her işi yapsa dahi sanat yapamayacağına, roman yazamayacağına, beste yapamayacağına, film çekemeyeceğine inanılırdı. Her tür hesap işini mükemmel yapacakları düşünülse de kreatif alanda varlık gösteremeyecekleri öngörülürdü. 21. Yüzyıl’da ise tüm bu önyargılar ve fikirleri sorgulamamıza neden olan gelişmeler peş peşe yaşanıyor. Fransa – Belçika ortak yapımı “Yapay Zekâ”, işte tüm bunların tetiklediği yeni endişe ve korkular üzerinden şekillenen bir film.

        Dünya prömiyerini bu yıl Cannes Film Festivali’nin Geceyarısı Gösterimleri bölümünde yapan “Yapay Zekâ”nın ana karakteri, Clarissa (Cécile de France) bir romancı… Sanatçılar ve yazarları destekleyen Ludovico Vakfı tarafından yönetilen büyük bir rezidansta kalıyor. Her ihtiyacının karşılanması bir yana, düzenli maddi destek alıyor. Eski eşi Antoine’ın (Frédéric Pierrot) parasına muhtaç olmak istemeyen Clarissa için önemli bir katkı bu… Çünkü o da Virginia Woolf gibi “kendine ait bir oda” ve para kazanacağı bir iş istiyor sonuçta. Vakıf, her ikisini de sağlıyor ona. Karşılığında tek istedikleri, yönetici Anne Dewinter’in (Anna Mouglalis) söylediği gibi düzenli şekilde yazması, yeni eserine odaklanması sadece… Ama genç yetişkinlere hitap eden romanlarıyla tanınan Clarissa, ne yazacağına karar vermekte zorlanıyor; sanatsal anlamda tıkanıklık yaşıyor ve edebi anlamda hangi yöne gideceğine karar veremiyor. Ta ki, hayatını kaybeden oğlu Lucas üzerine yazmaya başlayana kadar… O zaman her şey yoluna giriyor, roman ilerliyor.

        Kaldığı rezidansın en önemli özelliği, ileri teknolojiye sahip olması… Bir tür “akıllı bina”da yaşıyor Clarissa. Virginia Woolf hayranlığı nedeniyle Dalloway adını verdiği ve sesli komutlarla yönettiği yapay zekâ, bir asistandan çok daha fazlası... Her sabah rutin sağlık kontrollerini yapıyor, görüşmelerini ayarlıyor ve düzenli çalışması için onu motive ediyor. Mylène Farmer tarafından seslendirilen Dalloway, yaşadığı akıllı binanın parçası gibi…

        Filmin ilk bölümünde Clarissa, yapay zekâ Dalloway’i her anlamda en büyük yardımcısı olarak görüyor. Onun sayesinde yazar olarak ileri teknolojiyi etkin şekilde kullanıyor. İkinci yarıda ise ileri teknolojiyle ilişkileri olumsuz yönde değişime uğruyor. Filmin yapay zekâ ile kurduğumuz bu iki zıt ilişki biçimini konu aldığı söylenebilir.

        Clarissa, rezidansta kalan Mathias Nielsen (Lars Mikkelsen) adlı müzisyenle tanıştıktan sonra kendisini destekleyen Ludovico Vakfı’nın gizli gündeminden şüphelenmeye başlıyor. Gece yarısı duyduğu sesler, suyunda gördüğü beyaz toz ve başka detaylar onu giderek daha çok kuşkulandırıyor. Özellikle, Dalloway’in gizli bir gündemi olmasından endişe ediyor. Kaldığı dairede 7 gün 24 saat boyunca kameralarla sürekli izlendiği ve dinlendiğini düşünüyor. Hatta an geliyor, yazmakta olduğu romanın dahi vakıf tarafından planlandığından şüphe duyuyor.

        Tatiana de Rosnay'in 2020 tarihli romanı “Karanlığın Çiçekleri”nin uyarlaması olan “Yapay Zekâ”, bir yanıyla eski usul bir paranoya gerilimi… Ana karakterin hiçbir şeye güvenemez hale geldiği bir öykü anlatıyor. Öyle ki, filmin başından itibaren televizyon haberlerinde sözü edilen pandeminin ciddiyetini, inanılırlığını dahi sorguladığını hissediyoruz. İlk başlarda özgürlük ve konfor olarak gördüğü rezidans deneyiminin bir tür esaret olup olmadığını sorgularken buluyor kendini. Öte yandan, oğlunun ölümüyle yaşadığı travmanın Clarissa’da hayal görmeyi tetikleyen bir tür psikoza neden olup olmadığı konusu da bizim zihnimizi kurcalıyor. Özellikle, kızının “İlaçları kullanmayı sakın bırakma” demesi kafamızı karıştırıyor.

        “Yapay Zekâ”ya bilimkurgu demek ne kadar doğru olur kestiremiyorum; çünkü sözünü ettiği teknolojilere uzak olduğumuz pek söylenemez. Belki “spekülatif kurgu” demek daha doğru olur. Öte yandan, yapay zekâları konu alan bilimkurgu sinemasının tematik anlamda bir devamı olduğu inkâr edilemez. Peki, yapay zekâ – insan ilişkisine yeni bir yaklaşım getirdiği söylenebilir mi? Aslında, ilk bakışta farklı bir bakış açısı getirecek gibi görünüyor ama sonra her şey yapay zekâya güvenmek / güvenmemek ikilemine bağlanıyor bir kez daha. Buna karşılık, tartışmaya açtığı veya zihin egzersizi yaptığı başka konu başlıkları var.

        Film, yapay zekânın roman yazmak ve sanat eseri üretmek gibi yeteneklerini tartışmaya açıyor öncelikle. En çok üzerinde durulan nokta ise yapay zekânın, her şeyi insanlardan öğrenmesi… Kendisini insanların eserlerini, duygularını, düşüncelerini yakından gözlemleyerek geliştirmesi… Film bu sürece apaçık bir sömürü, uzun vadede ise fikir hırsızlığı olarak bakıyor. Günümüzde beste yapan, mimari proje hazırlayan veya senaryo yazan yapay zekâ yazılımları da teorik olarak farklı bir şey yapmıyorlar aslında. İnsanların fikirlerini alıp geliştiriyorlar.

        Yapay zekâların sanatçıların yerine geçeceğine dair bir korku var filmde. Asıl büyük endişe veya paranoya ise sermayenin, yapay zekâya dayanan ve insanı devreden çıkaran bir eğlence endüstrisi kurması olasılığı galiba… Kuşkusuz, günümüzde tartışılan meseleleri ortaya koyan kaygılar bunlar. Hepsi de anlamlı ve çağımızın ruhunu yansıtan meseleler… Yakın gelecekte kurulacak yeni dünyanın önümüze koyacağı etik ikilem üzerine de düşündürüyor.

        Ne var ki, tüm bu önemli konu başlıklarına rağmen -roman uyarlaması dahi olsa- hikâyenin ve karakterlerin iyi geliştirilebildiğini sanmıyorum. “Yapay Zekâ”, 45-50 dakikalık gayet iyi bir “Black Mirror” bölümü olacakken 1 saat 52 dakikalık süresinin hakkını veremeyen bir sinema filmine dönüşüyor.

        H

        Hikâyeyle ilgili ipucu vermemek için detayına girmek istemiyorum ama filmin ikinci yarısında sürükleyicilik ve merak öğesinin ciddi anlamda irtifa kaybettiğini düşünüyorum. Çünkü gizem erkenden çözülüyor ve her şey Clarissa’nın verdiği mücadeleye indirgeniyor. Ama bir süre sonra mücadele de ilgiye değer olmaktan çıkıyor. Yapay zekânın sermaye ile el ele verip insanı sömüren bir dünya yaratma fikri, filmin ilk yarısında zaten ortaya konuyor. O yüzden, ikinci yarıda her şey Clarissa’nın göstereceği direnç ile ilgili hale geliyor; ama orada da ilgiye değer bir hikâye örgüsü beklemiyor bizi ne yazık ki. Bana sorarsanız filmin temel sorunu, Clarissa’nın 2 saatlik filmi ayakta tutabilecek kadar iyi yazılmış bir karakter olmaması… Hikâye deseniz, zaten ilk yarıda her şey ortaya çıkıyor. İkinci yarı ise üç aşağı beş yukarı tahmin ettiğimiz gibi gelişiyor her şey. Nerdeyse hiç şaşırmıyoruz.

        Yönetmenlik için de aynısı geçerli. Yann Gozlan, rezidansı, oradaki steril hayatı görsel olarak kurarken, tüm detaylarıyla başarılı bir iş koyuyor ortaya. Clarissa’yı dalga seslerinin verdiği huzurla bir kumsalda uyurken gördüğümüz açılış sahnesinden itibaren Gozlan, karakterin ileri teknoloji destekli gündelik hayatını ve yazma mesaisini iyi betimliyor. Clarissa’nın yaşadığı yazarlık krizi, küçük sesler ve detaylarla başlayan huzursuzluğu da aynı şekilde etkili anlatılıyor. İkinci yarı, Clarissa’nın paranoyasıyla birlikte lensler, kamera açıları ve hareketleri; neredeyse tüm dekupaj değişiyor belki ama yine de film kendini tekrar etmeye başlıyor.

        Belki, rezidans dışındaki dünyada yaratılan o distopik atmosfer daha tafsilatlı şekilde geliştirilmeliydi ama film çevre tasvirleri üzerinden ilerlemiyor. Eski eşinin evinde geçen sahnelerde Clarissa’nın köşeye sıkışması iyi işliyor. Asıl sorun ise filmin Clarissa’nın finalde geldiği noktayı tatmin edici şekilde anlatamaması, eylemlerinin altını dolduramaması… Bunlar sadece senaryoyu değil yönetmenliği ve anlatımı da olumsuz etkiliyor.

        Beğenmediğim yanlarına rağmen “Yapay Zekâ”nın ilgiye değer bir film olduğunu düşünüyorum. Özellikle de ele aldığı konu itibarıyla… “Black Mirror” tarzı işleri seven herkese gönül rahatlığıyla öneririm. Fransa’da eleştirmenlerden ziyade seyircilerden yüksek notlar aldığını not edelim.

        6/10