Joe Hill’in 2004 tarihli aynı adlı öyküsünden, yönetmen Scott Derrickson’ın C. Robert Cargill ile birlikte filme uyarladığı “Siyah Telefon” (The Black Phone), 2021 yılında gösterime girdi. 18 milyon dolarlık bütçesiyle 161 milyon doları aşan bir gişe hasılatına ulaşması, ikinci film fikrini kaçınılmaz olarak gündeme getirdi. Gaspçı (The Grabber) adıyla anılan karakterin ilk filmin sonunda ölmesi, doğaüstü temalara sahip bir korku filmi için hiç kuşkusuz engel değildi.
Küçük çocukları kaçırıp bir süre bodrumunda alıkoyduktan sonra öldüren sapık seri katilin hikâyesini anlatan ilk film, 1978’de geçiyordu. “Siyah Telefon 2” (Black Phone 2) ise 1957’de açılıyor ve kısa bir sahnenin ardından 1982’ye geçiyor. Dört yıl önce henüz bir çocukken Gaspçı’yı öldürmeyi başaran Finney (Mason Thames), okul kavgasında sert ve öfkeli bir genç olarak geliyor karşımıza. Artık çocukluktan çıktığını görüyoruz. Tıpkı kız kardeşi Gwen (Madeleine McGraw) gibi…
Medyumluk güçlerine sahip Gwen’in gördüğü korkunç rüyalar ve annesi Hope (Anna Lore) ile yaptığı doğaüstü telefon konuşmaları şekillendiriyor bu kez hikâyeyi. Uyurgezerlikle birleşen kâbuslarının anlamını çözmeye kararlı olan Gwen, Finney’in itirazlarına rağmen annesinin 1957 yılında eğitmen olarak çalıştığı Alpine Gölü Gençlik Kampı’na gitmeyi kafasına koyuyor. Çünkü annesiyle kurduğu gizemli bağın ve gördüğü rüyaların anlamını ancak orada çözeceğine inanıyor.
Arkadaşı Ernesto’nun (Miguel Mora) otomobiliyle kampa doğru yola çıktıklarında, son anda abisi Finney de katılıyor onlara. Yoğun kar yağışı altında gidecekleri yere vardıklarında, fırtına nedeniyle kampın iptal edildiğini, içeride kamp müdürü Armando (Demián Bichir) ve 3 çalışandan başka kimsenin olmadığını öğreniyorlar. Asıl önemlisi, yollar açılana kadar orada mahsur kaldıklarını anlıyorlar. İlk gece, kızlar yatakhanesinde tek başına yatan Gwen’in gördüğü kabusların çok daha korkunç hale geldiğini fark ediyor; yaklaşan tehlikeyi hissediyorlar.
Artılarından başlamak gerekirse “Siyah Telefon 2”nin hoş yanlarından biri, önceki filmdeki oyuncu kadrosunu bozmaması… İlk filmde çocuk olarak karşımıza çıkan Finney, Gwen ve Ernesto’nun 4 yıl sonra yine aynı oyuncular tarafından canlandırılması, iki filmin birbirine bağlanması açısından şüphesiz çok önemli avantaj.
Scott Derrickson ile C. Robert Cargill’in imzasını taşıyan senaryonun belki de en sağlam yanı karakterler… Hatta belirli bir noktadan sonra filmi hikâyeden ziyade karakterlerin ve onların arasındaki ilişkilerin ayakta tuttuğunu düşünüyorum.
Gwen ve Finney açısından baktığımızda, bir büyüme öyküsü seyrediyoruz. Lisenin bahçesindeki ilk kavga sahnesinde, Finney’nin kendini kaptırdığı şiddet döngüsünden çıkmasının pek kolay olmadığını sezmek mümkün. Kendisini kaçıran Gaspçı’yı öldürerek hayatını kurtarmasına rağmen şiddetin toksik etkisinin ona iyi gelmediği belli oluyor. Aynı zamanda yalnız ve arkadaşsız biri Finney… Babası Terrence’ın (Jeremy Davies) teselliyi hâlâ içkide aradığını hesaba kattığımızda, annenin intiharı ve kaçırılma olayının aile için aşılması çok zor travmalar olarak etkisini sürdürdüğü açık…
İlk filmde evin en küçüğü ama ruhani olarak en güçlüsü olarak çizilen Gwen, olaylar geliştikçe ailenin manevi birliği ve dirliğini kurmak; abisi ve babasının ruhlarını kurtarmak için önemli adımlar atıyor. Ama başlangıçtaki hedefi, yıllar önce kaybettiği annesiyle bağ kurmak ve rüyasındaki çocuklar için elinden geleni yapmaktan başka bir şey değil aslında. Hıristiyan Kilisesi tarafından organize edilen gençlik kampına giderken bunu, annesinin verdiği görev olarak da görüyor. Rüyasında gördüğü çocukların ruhlarını kurtarmak için sorumluluk duygusuyla hareket etmesi, hikâyenin kritik noktalarından biri. Hiç tanımadığı çocuklar için hayatını tehlikeye atıp özveri gösterdikçe annesiyle daha güçlü bağlar kurması tesadüf değil. Çünkü medyumluk yeteneklerine sahip annesinin de zamanında aynı özveriye sahip olduğunu keşfediyor. Yıllar boyunca annesinin intiharını medyumluğa bağlayan ve doğaüstü becerilerini bastırmaya çalışan babasını kendi korkularıyla yüzleştiriyor Gwen. Özetle, alt metinler üzerinden baktığımızda, ailesini kurtarmak isteyen bir kızın hikâyesi olarak okuyabiliriz “Siyah Telefon 2”yi. İronik olan, babası ve abisinin de onu korumak için uğraşması…
Scott Derrickson’ın yönetmenliği, filmin en iyi işleyen taraflarından biri… Pär M. Ekberg’in görüntüleriyle birlikte görsel atmosferi ustalıkla kuruyor Derrickson. Kar fırtınası sırasında üç gencin kampa gittiği sahnedeki otomobil içi çekimler mesela… Yolculuk, üç gencin güvenli konforlu alanlarından çıkıp, tehlikelerle dolu başka bir dünyaya geçmelerinin simgesi adeta.
“Siyah Telefon 2” soğuk renkler üzerine kurulu renk paletiyle baştan sona bir kış filmi. Derrickson, kışı, karı ve soğuğu alternatif bir cehennem imgesine çeviriyor. Göl, sırlarıyla filmin en önemli imgelerinden biri. Ki 1957’de geçen ilk sahnede de çıkıyor karşımıza. Buz tutmuş göle, Gaspçı’nın geçmişte yaptığı kötülüklerin etkisinin hâlâ sürdüğünü gösteren bir metafor olarak bakmak olası. Öldürdüğü çocukların iki dünya arasında sıkışıp kalmış ruhlarının korkularından besleniyor. Donmuş göl, kötülüğünü muhafaza eden bir yer gibi… Kaldı ki, bir noktadan sonra kampta hem gölün buz tutmuş sularına hem Gaspçı’ya karşı mücadele ediyorlar hep birlikte.
Hazır Gaspçı’dan söz etmişken “Siyah Telefon 2”nin en beğenmediğim yanına girebilirim. İlk filmin doğaüstü unsurları kurban çocukların siyah telefon üzerinden Finney ile kurduğu iletişim ve küçük Gwen’in medyumluk yetenekleriydi. Gaspçı gerçek dünyanın, toksik erilliğin, toplumu hastalık gibi saran şiddetin uç noktadaki temsilcisiydi. Doğaüstünün gizemi, çocukların seri katilin temsil ettiği somut gerçekliğe karşı verdiği mücadeleyi simgeliyordu. İkinci filmde, çocuk katilinin doğaüstüne dahil olması, Joe Hill’in orijinal hikâyesinin ruhuna aykırı duruyor bence. Öte yandan, cismani ömrünü tamamlayan Gaspçı’yı yeniden oyuna dahil etmenin başka pratik bir yolunu bulmak da zor kuşkusuz. O yüzden Gaspçı’yı devam filmine dahil edebilmek için doğaüstü korku sinemasında ne kadar klişe varsa hepsini şöyle bir gözden geçirip işlerine yarayanları kullandıkları çok belli oluyor.
İlk film özgün bir fikre yaslanıyordu. İkinci film için aynısını söylemem imkânsız. Belli ki amaç Gaspçı’yı “teen-slasher” dizilerinin o ünlü doğaüstü katillerinden biri haline getirmek; fikri seriye dönüştürmek... İşte tam da burada, rüyalar üzerinden insanları öldüren Freddy Krueger’ın, “Siyah Telefon 2”nin en önemli esin kaynaklarından biri olduğunu düşünüyorum. Korkunç ölümlere kurban giden ve usulüne uygun gömülmedikleri için yaşayanları yardıma çağıran ruhları, hayaletleri konu alan anlatılar da filmin bir başka ilham kaynağı. Seyrederken Japon korku klasikleri “Halka” (Ringu – 1998) ve “Karanlık Su”yu (Honogurai Mizu no Soko Kara – 2002) hatırladığımı söylemem gerek.
Üçüncü filmde Gaspçı’yı bir kez daha oyuna dahil etmek, ona yeni bir serüven yazmak için ne yapacaklarını kestirmek zor değil. Kesin olan, doğaüstünün verdiği imkanların sonuna kadar zorlanacağı ve hikâye kalitesinin çok önemsenmeyeceği… Tıpkı “Siyah Telefon 2”de olduğu gibi…