Issızlığın ortasında kendinden geçmiş halde yatan bir erkek… “Ada” (Islands) filminin ilk resmi bu… Biz ölü olup olmadığını anlamaya çalışırken doğruluyor ve yol kenarında duran aracına binip gidiyor. Önceki gece başına gelenleri öğreneceğimizi umuyoruz haliyle. Öyle ya, kim sabah vakti ıssız bir yerde tek başına uyanır ki?
Ne var ki, film soruyu hemen yanıtlamıyor. Hatta açılış sahnesi bile aklımızdan çıkıyor. Ama filmin ana karakteri olan Tom’u (Sam Riley) gece vakti sarhoş halde evine dönerken, aracını durdurup yol kenarında sabaha kadar uyurken gördüğümüzde, durum açıklığa kavuşuyor. O zaman, geceleri evine dahi varamadan otomobilin içinde veya başka bir yerde sızıp kalmanın, Tom’un başına sık gelen bir şey olduğunu anlıyoruz.
Tom, bir tatil beldesinde yaşıyor. İspanya’ya bağlı Kanarya Adaları’ndan biri olan Fuerteventura’da…. Geçimini büyük bir otelde tenis hocalığı yaparak sağlıyor. Filmin ilk bölümü, günlerini ve gecelerini genellikle nasıl geçirdiğini gösteriyor bize. Resepsiyonda çalışan María’ya (Bruna Cusí) derslerin sabah 9’da başlamasından şikâyet ediyor; çünkü her sabah zar zor uyanıp ulaşabiliyor otele. Gün boyu en çok yaptığı iş, vuruş yapmaları için öğrencilerine top atmak… Akşamdan kalma hali yetmiyormuş gibi arada gizlice içiyor. Adadaki evinde yalnız yaşıyor ve her gece diskoya gidiyor. Birçok gece evine yalnız dönmediğini anlıyoruz. Belli ki, tek gecelik ilişkiler hayatının önemli bir parçası…
İlk bakışta, birçok insanın yerinde olmak isteyeceği keyifli ve güzel bir hayatı var gibi görünüyor. Her gece alemde her gece eğlencede… Sanki hiç bitmeyen bir tatil yaşıyor. Buna karşılık, resepsiyonist María’nın dediği gibi Tom özellikle sabahları “hiç iyi görünmüyor.” Öyle çok keyfi yerinde biri gibi durduğunu söylemek zor açıkçası. Hiçbir anında bize mutlu insan izlenimi vermiyor. Kaldı ki, asıl hikâye başladığında bundan daha çok emin oluyoruz.
“Asıl hikâye” otelin önünde durduğu sırada turist otobüsünden inen bir kadının (Stacy Martin) dönüp ona uzun uzun bakmasıyla başlıyor. Adı Anne olan aynı kadın, oğlu Anton’u (Dylan Torrell) tenis dersi alması için Tom’a getiriyor. Anne’in eşi, Anton’un babası Dave (Jack Farthing) de katılıyor ertesi derse. Tom, aileye çok yakın davranıyor; her konuda yardımcı oluyor. Hatta özel aracıyla adayı gezdiriyor; rehberlik yapıyor. Tüm bu süreçte, Dave’in varlığına rağmen Anne ile Tom arasında bir yakınlaşma seziyoruz. Yakınlaşma nereye varacak diye düşünürken Dave, aniden ortadan kayboluyor.
Bu noktada, “Ada” merak öğesinin öne çıktığı polisiye bir filme dönüşüyor. Özellikle şehirli detektifin gelişi ve cinayet şüphesi, Tom ile Anne üzerindeki psikolojik baskıyı giderek artırıyor. Ama asıl önemlisi, olaylar geliştikçe Anne, soru işaretleriyle dolu esrarengiz bir karaktere dönüşüyor.
Alman yönetmen Jan-Ole Gerster’in Blaž Kutin ve Lawrie Doran ile yazdığı senaryonun bence en parlak yanlarından biri, seyirci olarak Anne’in gizemini çözmek için gösterdiğimiz çaba… Çünkü sürekli yeni ipuçları çıkıyor karşımıza. Anne’in tatil yeri olarak Fuerteventura’yı seçmesi, otobüsten iner inmez Tom’a bakması, ortaya çıkan sırlar ve başka detaylar hayal gücümüzü sürekli tetikliyor. Zihnimizde geçmişe giden kadar uzanan melodramatik bir hikâye yazıyoruz. Tom’un da Anne ile ilgili benzer bir hikâye kurduğunu; hatta belirli bir noktadan sonra kafasındaki senaryoya göre hareket ettiğini fark ediyoruz.
Tabi ki, kendi yazdığımız finalin gerçekleşmesini bekliyoruz. Tıpkı Tom gibi… Ama sonra Tom dahil çoğu seyirciyi hayal kırıklığına uğratacak o şahane final geliyor. Şahane buluyorum çünkü filmin kalbindeki asıl meselenin, Tom’un yaşadığı hayal kırıklığı olduğunu ve finalin bunu çok iyi vurguladığını düşünüyorum. Yani, tüm fazlalıkları elimine ederek filmin özündeki meseleyi gösteriyor bize… Çoğunluğu ters köşeye yatıracak bir final belki ama Anne’in geçmişiyle ilgili zihnimizde kurduğumuz hikâyeleri doğrulamadığı gibi boşa da çıkarmıyor. Anne ile ilgili zihnimizde beliren soruların çözümünü yorum yapmadan bize bırakıyor.
Anne’in filme girişi ve çıkışı arasındaki farkta yatıyor sanki her şey. Yönetmen Jan-Ole Gerster’in otelin giriş kapısının önünde aynı açıdan aynı ölçekte aynı netlik ayarlarıyla çektiği bir plan bu… İlkinin öyle net ve tek bir anlamı yok. Belirsizliği ve soruları tetikliyor. İkincisinin anlamı kuşkusuz yoruma açık ama belirsizliğe yer bırakmayacak kadar net bir tavrı yansıtıyor. Aradaki fark, sadece Tom’un hayallerinin, beklentilerinin yıkılması anlamına gelmiyor. Anne’in adaya gelişi, Tom’un yıllardır sürüp giden hayatını, düzenini sarsıyor. Onu kendini sorgulamaya ve değişime zorluyor.
Filmin ilk bölümünde tanık olduğumuz gibi Tom gönlü boş, yalnız bir erkek olmaktan şikayetçi görünmüyor. Hayattaki tek sorumluluğu, öğrencilerine karşı… Ruhundaki boşluğun belki farkında ama çok rahatsız değil. Anne’in gelip ona Anton’u emanet etmesiyle her şey yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Tom’un aileye gösterdiği ilginin kökeninde Anne’in olduğunu hissetmek çok kolay ama baştan çıkarmaktan ziyade iyi vakit geçirmesini amaçladığı çok açık. Elinden geleni yapmak istiyor onun için. O yüzden Dave’i gece yarısı diskoya götürmekten rahatsız oluyor, kaybolmasından dolayı kendini sorumlu hissediyor hatta.
Tom’un finalde yaşadığı hayal kırıklığı, onu ruhundaki boşlukla yüzleştiriyor. Dave’in yokluğunda dersleri bırakarak Anne ve Anton’la yakından ilgilenmesi, içindeki boşluğu sorumluluk hissiyle doldurma çabasının açık bir yansıması… Hatta gelecek için daha fazlasını hayal edip daha fazlasını düşündüğünü de seziyoruz.
“Ada” kadınların, erkeklerin ruh hallerinden, benmerkezciliklerinden duydukları bıkkınlığı ve onlara karşı olan kayıtsızlıklarını çok iyi anlatıyor. Anne, bir anne olarak çıkıyor Tom’un karşısına. Çok iyi bir anne olmak gibi bir iddiası yok ama sorumluluğunun bilincinde. Dave’in içinde ise hâlâ bir ergen yaşıyor ve Tom’un hayatına özeniyor. Gençlik yıllarında eğlenmesini, iyi vakit geçirmesini bilen Anne ise tüm bu erkeklik triplerinden sıkılmış durumda… Aslına bakarsanız, Anne’in eylemlerinin altında gizemden çok bıkkınlık ve haddini bildirme çabası var.
Kaybolmak filmin önemli motiflerinden biri… Diskoya gittiği gecede yaşadığı olayların akışına baktığınızda, Dave’in bilinçdışından gelen bir motivasyonla kaybolmak istediği dahi söylenebilir. Belki Anne’in ilgisini çekmek için belki sadece bir süreliğine uzaklaşmak için… Aşırı yorum yapıp, Tom ile Anne’i yalnız bırakmak istediğini söyleyenler dahi çıkabilir. Kesin olan, o gece diskoya giderken aklının bir köşesinde her şeyden uzaklaşma fikrinin olduğu…
Adadaki çiftlikten kaybolan, özgürlüğüne düşkün hassas deveyi unutmamak gerek. Deve ile Dave arasında paralellik kurmak mümkün elbette. Dave evliliğin sorumluluklarından kaçıyor neticede. Ama devenin filmdeki yan hikâyesi, Tom’la aralarındaki bağa da dikkatimizi çekiyor. İkisinin de adada yıllarca turistleri eğlendirmek için çalıştığını unutmamak gerek. O yüzden Tom’un sahilden çıkan sürpriz ceset karşısında yaşadığı şok ile finalde aldığı karar arasında bir ilişki olduğu söylenebilir. Asıl önemli olan nokta ise Tom’un adadaki tüm hayatının aslında baştan sona bir kaybolma özlemini yansıtması…
“Ada”yı seyrederken, Wim Wenders ve Michelangelo Antonioni’nin 1960’lı ve 70’li yıllardaki filmleri geldi aklıma… Bazı filmlerinde, ruhlarındaki boşluğu fark eden ama bunu nasıl dolduracağını tam olarak bilemeyen erkekleri anlatırlardı. Her ikisi de modern sinemanın temsilcisi yönetmenlerdi. “Ada”da olduğu gibi konvansiyonel sinemanın senaryo ve anlatım şablonlarıyla serbestçe oynarlardı. Erkeklerin hayattan kopuk varoluş melankolisi ile kadınların hayatla kurduğu gerçekçi ilişkileri karşı karşıya getirirlerdi. “Ada”da benzer temaları buldum. Ayrıca “hiç bitmeyen tatil” fikrinin zehirleyici yanını ele alma konusunda “Ada”nın hep aklımda kalan özel bir film olacağını tahmin ediyorum. Duygularını pek saklayamayan Tom’da Sam Riley, Hitchcock’un soğuk sarışınlarını akla getiren ve aklından geçenleri yüz ifadelerine pek yansıtmayan Anne’de Stacy Martin’in performanslarını çok beğendiğimi de not etmem gerek.
Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nin özel bir bölümünde yapan “Ada”, iki filmiyle adını duyuran Jan-Ole Gerster’in şu ana kadar en çok beğenilen filmi oldu. “Ada”yı seyrettikten sonra gelecekteki işlerini ilgiyle beklediğimi söyleyebilirim.