Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar '28 Yıl Sonra' Brexit çağında
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        George A. Romero’nun başlattığı Amerikan zombi filmleri geleneğinin İngiltere ile buluşmasının başarılı bir örneğidir 2002 yapımı “28 Gün Sonra” (28 Days Later). Senaryoyu yazan Alex Garland, hikâyenin ilk bölümünü kurarken İngiliz bilimkurgu yazarı John Wyndham'ın 1951 tarihli romanı “The Day of the Triffids”deki fikirden yola çıkar.

        Romanda göz ameliyatı sonrası kaos içindeki hastanede uyanan karakter, meteor yağmurunun ardından şehirdeki çoğu insanın gözlerinin görmediğini ve “triffid” adı verilen saldırgan bitkilerin durumdan faydalandığını keşfeder. İlk filmde, kaza geçirdikten “28 gün sonra” hastane yatağında uyanan bisikletli kurye Jim de şehrin yaşadığı felakete herkesten sonra tanık olur. Hastanede ve boş Londra caddelerinde dolaştığı anlar, en az enfekte olmuş saldırganlarla karşılaşması kadar dehşet vericidir. 2007’de seyircilerle buluşan devam filmi “28 Hafta Sonra” (28 Weeks Later), yazar ile yönetmenin değişmesine rağmen eleştirmenlerden yine çok olumlu tepkiler alır.

        İlk filmin yazarı Alex Garland ve yönetmeni Danny Boyle’un yeniden dümene geçtiği “28 Yıl Sonra” (28 Years Later), bizi Londra ve Manchester gibi şehirlerden alıp bu kez küçük bir adaya götürüyor. Ada halkının geçip giden 28 yıl boyunca salgından korunmayı başardığını görüyoruz. Modern dünyanın her türlü imkanından uzak, son derece mütevazi bir hayat sürdürüyorlar. Tatlı su dahil her şeyin sıkıntısını çekiyor, zorunlu komün hayatı yaşıyorlar.

        Gelgit sırasında ortaya çıkan doğal yolu kullanarak ana karayla bağlantılarını koparmıyorlar. Toplayıcılık ve avcılık onlar için hayati önem taşıyor. 12 yaşındaki Spike (Alfie Williams) da babası Jamie (Aaron Taylor-Johnson) tarafından avcı olarak yetiştiriliyor. Bazı erkek çocuklarının belirli bir yaştan sonra anakaraya çıkması, toplayıcılık becerilerini geliştirmesi ve avcılık eğitimini uygulamaya geçirmesi, ilkel komünal toplumlarda olduğu gibi gelenek haline getiriliyor belli ki. Bir tür erkekliğe geçiş, erginlik töreni gibi düşünülüyor. Ada toplumunun hayatta kalabilmesi için gerekli bir uygulama çünkü herkesin yerine getirmesi gereken farklı görevleri var.

        İlk bölümde, adada yokluklar ve yoksunluklarla geçen hayata dair gözlemler kuşkusuz ilgiye değer ama film buradan ilerlemiyor. Hikâyeyi şekillendiren asıl unsur, ikinci filmde olduğu gibi yine aile içi sevgi bağları…

        Spike’ın hasta annesiyle (Jodie Comer) birlikte anakarada çıktığı bir umuda yolculuk hikâyesi seyrediyoruz. Ölümcül tehlikelerle dolu yolculuk, Spike adına bir büyüme, olgunlaşma sürecine dönüşüyor. Spike, sadece savaşmayı, kendini savunmayı öğrenmiyor, hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Ölüm ve hayat döngüsüne tanık oluyor.

        Gerçekçi bakış açısıyla, Spike’ın yataktan dahi çıkamayan annesini ikna ederek anakaranın zombilerle dolu tehlikeli topraklarına girmesi, açıkçası pek inandırıcı durmuyor. İnandırıcı olmayan, gösterdiği cesaret değil. Babasının yanındayken kendini koruyamadığı bir yolculuğa çıkarak annesinin hayatını daha çok riske atması… Ama tabi ki, mitolojide benzerlerini gördüğümüz son derece sembolik bir “baba düzenine karşı çıkma yolculuğu” bu… O yüzden, Alex Garland inandırıcılığa değil, yolculuğun anlamına odaklanıyor. Spike, babasının yaklaşmak istemediği uzaklardaki o büyük ateşe doğru yola koyuluyor; çünkü ateşin ardında bilginin olduğunu düşünüyor ve adalıların korktuğu, görmezlikten geldiği o bilgiye ulaşmayı arzuluyor.

        Ateşin ardında, filmin anahtar karakterlerinden Doktor Kelson (Ralph Fiennes) var. Spike, annesini iyileştirmesi için bulmak istiyor onu. Kelson, adalıların anlayamadığı, çözemediği, o yüzden bağ kurmak istemedikleri toplum dışı bir karakter. Kelson’ın aklını yitirdiğini düşünüyorlar.

        Tek başına yaşadığı için kimseye şifa veremiyor belki ama yıllardır özenle, büyük emek vererek sürdürdüğü çılgın projesi dahil yaptığı her şeyin ardında bir mantık var. Ona deli demek de mümkün, anlamlı bir şey yaptığını öne sürmek de… Kesin olan, Spike’ın büyüme ve olgunlaşma sürecine yaptığı kritik katkı… Spike, babasının kendisi için uydurduğu kahramanlık hikâyesiyle yaşayamayacağını biliyor. Sadece annesini iyileştirmek değil, kendisini de yalandan kurtarmak istiyor. O yüzden her anlamda, hakikate doğru bir yolculuk yapıyor.

        Spike ve babasıyla çıktığımız ilk keşif yolculuğunda enfekte olup canavarlaşan insanların kırsal kesimde de hayatlarını sürdürdüklerini; “alfa” adıyla anılan ve liderlik özelliğine sahip erkeklerin, tehlike teşkil ettiklerine tanık oluyoruz. Film ilerledikçe enfekte olanların bir çeşit evrim sürecinden geçtiğini hissediyoruz. Babasıyla çıktığı yolculukta sadece avcılığı öğreniyor Spike. Onlara zararı dokunmayacak yavaş zombileri spor için öldürmek ona çok anlamlı gelmiyor mesela. Annesiyle çıktığı yolculukta ise sadece gerektiği zaman, kendini korumak için öldürüyor. Daha önemlisi, annesiyle birlikte hayatın her koşulda çok değerli olduğunu ve onu savunması gerektiğini hissediyor.

        İngiltere gibi büyük bir adanın kıyısında kale gibi korunan küçük ada, aklı, düzeni, mantığı; risklerle dolu anakara ise akıl dışını ve hayatın sürprizlerle dolu gerçekliğini temsil ediyor. Karşılaştıkları İsveçli asker, ona dünyanın sadece adadan değil İngiltere’den de çok büyük olduğunu gösteriyor.

        Spike’ın doğup büyüdüğü ada, kaynakların hayli kısıtlı olduğu bir yer. Anakara ise hakikati ve dünyanın kaosunu temsil ediyor. O yüzden finale doğru izolasyon ile hakikat, güvenlik ile risk arasında bir tercih yapıyor Spike.

        Tam da burada, senaryo yazarı Alex Garland ve Danny Boyle’un alt metinlerde Brexit’i işaret ettiği kesin. Enfekte insanlarla dolu İngiltere’nin Avrupa tarafından karantina altına alınması bir yana; küçük adanın kendini İngiltere’den izole etmesi de kuşkusuz Brexit’e yapılan ironik göndermeler… Aşırı yorum yapma pahasına, adanın yoksulluğun paylaşılması üzerine kurulu komünizmi; anakaranın ise risklerle birlikte özgür vahşi hayatı temsil ettiği de söylenebilir.

        Danny Boyle filmin ilk bölümünde adadaki okçuluk, avcılık üzerine kurulu militer disiplinin altını özellikle çiziyor. Boyle, çocuk yaştaki Spike’ın da artık parçası olduğu adadaki askeri disiplini anlatırken eski İngiliz filmlerinden ve yanılmıyorsam savaş belgesellerinden klipler kullanmasının yanı sıra ses bandında Rudyard Kipling’in “Boots” adlı şiirine de yer veriyor. Şiir, İngiliz askerlerinin Güney Afrika’daki İkinci Boer Savaşı’ndaki talimlerinden esinleniyor. Şiirin 1915 yılında gelen arşiv kaydını ise oyuncu Taylor Holmes seslendiriyor. Aynı kaydın talimlerde ABD ordusu tarafından kullanıldığına dair bilgiler de var internette.

        Mitolojik göndermeler, İngiltere tarihiyle ile ilgili çağrışımlar ve alt metinler bir yana, “28 Yıl Sonra”nın en sevdiğim yanı, açıkçası Danny Boyle’un yönetmenliği oldu. Yönetmenlik, benim için detaylara kadar inen inandırıcı bir dünya kurmak ve seyirciyi bu kurmaca dünyanın içine çekebilmektir. Boyle’un da bunu en iyi şekilde yaptığını düşünüyorum. Prodüksiyon tasarımcılarıyla birlikte adayı, güvenli ve sıcak bir yuva olarak tasvir ediyor Boyle. Anakara ise esrarengiz, ölümcül ama hayat dolu, büyük ve çekici bir yer. Görüntü yönetmeni Anthony Dod Mantle ile 2.76:1 gibi son derece geniş panoramik bir kadraj formatını tercih ediyor. Sadece resimselliği değil, özellikle ada dışındaki dünyanın büyüklüğünü vurgulayan bir tercih bu… “28 Yıl Sonra”nın profesyonel anamorfik lensler takılan iPhone 15 Pro Max kameralarla çekildiğini belirtelim. İkili, birlikte çalıştıkları “28 Gün Sonra”da da o yıllarda anaakımda tercih edilmeyen dijital Canon – XL 1 kamera kullanmışlardı.

        “28 Yıl Sonra”, baştan sona iyi çekilmiş birçok korku gerilim ve aksiyon sahnesi içeriyor. Kendi adıma, en çok açılıştaki sahneden etkilendim. Filmin hemen başında, şiddeti değil onun ifade ettiği o büyük tehdidi ve çaresizliği gösteren çarpıcı bir sahne seyrediyoruz. Ana karakterin bir çocuk olduğunu düşündüğümüzde daha da anlamlı bir sahne bu… Çocukluğun dünyasını simgeleyen Teletabiler ile yaklaşan felaketin getirdiği çaresizlik arasındaki uçurum, gerçekten ürpertici… Film giderek daha ilginç hale geliyor ama bir daha o kadar huzursuz edici olamıyor.

        “28 Yıl Sonra”, beklentilerin altında kalmayan; yazar Alex Garland ve yönetmen Danny Boyle adına hayal kırıklığı yaratmayan bir film. Aaron Taylor-Johnson, Jodie Comer, Ralph Fiennes ve Spike’ı canlandıran Alfie Williams dahil tüm oyuncular iyi.

        Son olarak, finalde hikâyenin sona ermediğini, tam aksine yeni bir başlangıca işaret ettiğini ve devam filmi “28 Years Later: The Bone Temple”ın 2026 içinde gösterime gireceğini belirtelim.

        7/10