Hepimizin başına gelir. Film bittiğinde seyirci olarak “doku uyuşmazlığı” gibi bir şey hissederiz. “Suçüstü”nden (Caught Stealing) çıkarken de aynısını yaşadım. Seyretmeden önceki beklentilerim yüksek olduğu için belki... “Nuh: Büyük Tufan” (Noah- 2014), “Anne!” (Mother! - 2017) gibi hiç sevemediğim filmleri olmasına rağmen, Darren Aronofsky her koşulda önemsediğim, yeni işlerini merakla beklediğim bir yönetmendir. Bir “auteur” olduğuna inanırım. Dolayısıyla, onun “suç komedisi” gibi bir janr ile ne yapacağını ve kendi sinemasıyla bağını nasıl kuracağını gerçekten merak ediyordum.
Öte yandan, “Suçüstü” seyrederken sıkıldığım, hemen bitmesini istediğim bir film değildi. Tam aksine, sevdiğim birçok yanı ve detayı vardı: Öncelikle, 1998 yılında New York’ta geçen bir dönem filmi olarak beğendim “Suçüstü”nü. Çok iyi yakalanmış dönem duygusu bir yana, film ilerledikçe Mark Friedberg imzalı prodüksiyon tasarımının karakterler ve onları tanımlayan mekânlar arasındaki ilişkiyi çok iyi kurduğunu düşündüm.
Ana karakter Hank Thompson’ın (Austin Butler) Aşağı Doğu Yakası’nda çalıştığı bar ile ikamet ettiği ev, onun California ve beyzbol geçmişiyle karşıtlık temsil eden karanlık bir görsel dünyanın unsurları olarak geliyor karşımıza. Filmin konsepti, “San Francisco Giants taraftarı Californialı sporcu genç, New York suç dünyasının karanlığına düşerse ne olur?” sorusuna verilen bir yanıt sanki. California bir cennet, o da oradan sürülmüş gibi duruyor. Annesiyle telefonda yaptığı Giants konuşmaları, Hank’in kız arkadaşı hemşire Yvonne (Zoë Kravitz) dışında sevdiği çoğu şeyden uzakta yaşadığının kanıtı… Annesiyle yaptığı telefon konuşmaları da cennet ile cehennem arasında geçiyor sanki. Filmdeki tüm karakterlere baktığımızda acil serviste hemşire olarak çalışan Yvonne, bir melek gibi duruyor.
“Suçüstü”nün yapısı itibarıyla kara film olduğunu söylemek mümkün değil. Ama Aronofsky’nin, sürekli birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Matthew Libatique ile bazı sahnelerde görsel açıdan bir kara film dokusu yakaladığını söylemek olası. 1998 yılındaki New York’un giderek yükselen güvenli ve turistik imajına meydan okuyan, 1970’ler ve 1980’lerin tekinsizliğini akla getiren, suçu ve suçluyu bağrında yaşatan mahallelerde geçiyor film. Libatique sözünü ettiğim bu tekinsizliği görsel açıdan ustalıkla yakalıyor. Stilize bir aydınlatmaya gitmeden, gerçekçi bir düzlemde kalarak yapıyor bunu. Kadraj ölçüsü olarak 1.85:1 tercihi de bu gerçekçi şehir dokusu konseptine tam oturuyor.
Austin Butler, filmin artı hanesindeki isimlerden biri. Butler, star karizmasına ve başrolde oynadığı filmi sürükleme kapasitesine sahip bir oyuncu olduğunu; “Elvis” (2022) ve “The Bikeriders” (2023) filmlerindeki başarısının tesadüf olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Üstelik iyi yazılıp işlenmiş bir karakter değil. İşte tam da bu noktada, filmin beğenmediğim yanlarına geçmem gerekiyor.
Eski beyzbolcu Hank Thompson filmin başında kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan entrikaların içine doğru sürüklenen biri olarak çıkıyor karşımıza. Film ilerledikçe karmaşık duygular içinde yaşadığını görüyoruz. 10 yıl önce yaşadığı kazanın sonucunu öğrendiğimizde ise her şey yerli yerine oturuyor.
Uzun süre beladan kaçtığı, canını kurtarmaya çabaladığı için pek hissedilmiyor ama içten içe kendini cezalandırmaya çalışan biri olduğu öne sürülebilir. Gereksiz şiddet nedeniyle böbreklerinden birini kaybetmesini neden çok umursamadığını anlamakta zorluk çekiyoruz mesela. Alkol bağımlılığını engelleyecek bir şey olarak görüyor belki ama yine de böbreğini elinden alan kişiden bunun hesabını sormak için çaba sarf etmemesi tuhaf. Onu çileden çıkaran trajedinin ardından dahi olayların akışı içinde yine pasif şekilde sürükleniyor ama sonra yavaş yavaş kontrolü eline almayı başarıyor.
Aronofsky görsel atmosfer ve sinema duygusu konusundaki ustalığını ne yazık ki karakter konusunda gösteremiyor. Hank’in yaşadığı suçluluk duygusunu, kendini cezalandırma isteğini yeterince öne çıkaramıyor. Karakterin iç dünyası, hareketin içinde kaybolup gidiyor. Öte yandan, Hank’in inandırıcılıktan uzak bir aksiyon kahramanına dönüşmemesi, filmin artı hanelerinden biri. Hank, aksiyona kendi tarzıyla, beyzbol sopası ve atletik yetenekleriyle dahil oluyor.
“Suçüstü” için janr olarak “kara komedi tarzında bir suç filmi” demek en doğru ifade kuşkusuz. Aronofsky’nin de filmi o şekilde çektiği anlaşılıyor. New York’un zengin etnik yapısını yansıtan renkli karakterler ve herkesin kendi amacının peşinde koşmasından kaynaklanan hareketli bir durum komedisi öne çıkıyor. Senaryonun kara komedi gibi kurulduğu belli. Ama film boyunca çok üzücü olaylar da yaşanıyor. Masum insanlar ölünce kara komedinin anlamı, tadı kalmıyor. Çünkü kara komedi, genellikle belasını arayıp bulan insanlarla ilgili bir türdür. Suçlulukların açgözlülüklerine, aptallıklarına, çaresizliklerine ve trajik sonlarına güleriz. “Arayan belasını bulur” diyeceğimiz olaylar “Suçüstü”nde de yaşanıyor ama üzücü olaylar, mizahı soğutuyor. Gerçekçi bir suç dramında veya finalde rahatlayacağımız bir “vigilante” (intikamcı) filminde olsak trajedi kabul edilebilir. Ama bildiğiniz standart bir suç komedisinin içindeyiz. Hem de baştan sona… Öyle ki, hikâye örgüsünde olup bitenleri düz şekilde anlattığınızda, acıklı olaylar nedeniyle filmin komedi olduğu dahi düşünülmeyebilir. Janrın yapısı ile hikâye arasında ortaya çıkan bir tutarsızlık göze çarpıyor. O yüzden final de çok anlamlı durmuyor. Bana sorarsanız, suç komedisinden ziyade melankolik ve karamsar suç dramına yakın bir hikâye… Ortaya çıkansa acıklı bir suç komedisi...
Hank Thompson’ın psikolojik anlamda özgüvenini tazeleyip güçlenmesi dışında “Suçüstü”nde kayda değer bir dramatik derinlik yok. Arayan bulur elbette ama Aronofsky’nin önceki filmleriyle kıyasladığımızda, ilgiye değer alt metinler olduğunu söylemek zor.
Charlie Huston’ın kendi romanından sinemaya uyarladığı senaryodaki hikâye örgüsüne dikkatle baktığımızda, bütün sorunların, belaların arkadaşlıktan kaynaklandığını görüyoruz. Hank, kapı komşusu İngiliz punk Russ’ın (Matt Smith) kapısına dayanan iki çete üyesine direnmese, onu korumaya çalışmasa, iş birliği yapsa, başına hiç bela gelmeyecek aslında. Hank en azından komşuluk, arkadaşlık adına risk alıyor. Russ’ın ondan başka herkesi ısıran kedisine sonuna kadar sahip çıkıyor. Peki, sırf Hank’in arkadaşı veya tanıdığı olduğu için başı belaya girenlere, canını kaybedenlere ne demeli? O yüzden, filmin “arkadaşlık başa bela” diye bir alt metni olduğu dahi öne sürülebilir. Ruslar, Ortodoks Yahudiler ve Afrikalı Amerikalılar gibi farklı etnik, dini kökenlerden gelenlerin Californialı beyaz gence New York’u dar etmesi de atlanmaması gereken bir nokta. Hepsinin Hank’e ve yakınlarına karşı en baştan itibaren son derece gereksiz ve orantısız şiddet gösterilerinde bulunmaları, biraz abartılı bir durum ama hikâye gereği kabul edilebilir. Hiç inandırıcı olmayan nokta ise suç dünyasının elebaşlarının Russ gibi birine güvenip ona büyük miktarlarda para emanet etmesi… Ki tüm olay örgüsü bunun üzerine kuruluyor.
“Suçüstü”nün hikâyesini beğendiğimi söyleyemem ama karanlık suç komedilerini sevenlerin ilgisini çekebilir. Ayrıca Austin Butler dışındaki oyuncular da iyi. Regina King, Zoë Kravitz, Liev Schreiber, Vincent D'Onofrio, Matt Smith ve başlarda tanımakta zorluk çektiğim Griffin Dunne gibi isimlerden oluşan kadro filmin en önemli artılarından.