10 Ekim Perşembe sabahı Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklanmasına birkaç saat kala, Avrupa saatiyle saat 13.00’ü beklerken, kulaklığımı takmış, bir iki günden beri yaptığım gibi Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ını dinliyordum oturduğum koltukta. İsveç televizyonu her sene bu saatte ödülün açıklandığı İsveç Akademisi’nde canlı yayına geçer. Ödülün açıklanmasından bir saat önce başlayan programda, birkaç yazar ve eleştirmen stüdyoya gelir, ödül üzerine konuşur, geçmiş yıllarda ödül alanlarla ilgili anekdotlar anlatılır, saat yaklaşınca da stüdyodakiler tahminlerde bulunurlar. Bu arada geçmiş yıllarda doğru tahmin yapmış olanların kısa videolarını da gösterirler. Anlayacağınız, her yılın Ekim ayının ilk perşembesi bu ülkede Nobel Edebiyat Ödülü’nden başka pek bir şey konuşulmaz.
Saat yaklaştıkça daha çok yürürken ve yemek yaparken dinlediğim “Savaş ve Barış”ın da ilk cildinin 30 küsur saatlik dinleme maratonunun sonuna geliyordum yavaş yavaş. Petersburg ile Moskova sosyetesinde kazan fokur fokur kaynıyor. Bir yandan da Napolyon’un ayak sesleri duyuluyor uzaktan ama bu “tehlike” sosyetenin pek umurunda değil. Onlar her şeyiyle “Fransız” yaşıyorlar bu ülkede. Petersburg’ta soylular neredeyse kendi dillerini unutmuş, birbirleriyle Fransızca konuşuyorlar. Hayatlarına bu kadar nüfuz etmiş bu kültürün sahipleri, onlara bu kadar hayranlık besleyen bir millete kolay kolay zarar veremezler! Ha Fransızlar ha Rus aristokrasisi, kendilerini onların bir parçası olarak görüyorlar.
Nataşa, Kuragin’le karşılaştıktan sonra nişanlısı Prens Andrey’den birazcık soğumuş, ama ikisinden de vazgeçmiyor, sonunda tercihini daha önce evlenmiş ama evliliğini herkesten saklamış olan Kuragin’den yana yapar, onunla kaçmayı düşünürken Sonya onu ele verir, Prens Adrey dönünce de Nataşa fare zehriyle intihara kalkışır, Andrey Nataşa’ya mektuplarını iade eder, Nataşa bitkin, Piyer bütün olup bitenleri suhulete kavuşturmak için bir hayli uğraştıktan sonra gece Moskova sokaklarına çıkar, pırıl pırıl gökyüzünde, büyük bir felaketin habercisi olan 1812 yılının Kuyrukluyıldızını orada pırıl pırl parlarken görür.
Napolyon’un yaratacağı “1812 faciası” çıkmış yola; Kılıçdaroğlu’nun deyimiyle “geliyor gelmekte olan!”
*
Biraz sonra yüz on dört sene evvel Tolstoy’un alamadığı, 2024 Nobel Edebiyat Ödülü açıklanacak. Ama benim aklım fikrim Tolstoy’un bu muazzam, anıtsal eserinde. Günlerdir kurduğu o görkemli sofraları, kumar masalarını (“Yalnız budalalar şanslarına güvenerek kumar oynar” sözü bu romanda geçer), o olağanüstü av sahnelerini, o canlı savaş tasvirlerini, mesela bir opera gösterisi sırasında insanların fısıldaşarak insana ait bir zaafı, bir meziyeti faş ederken büyük bir psikologmuşçasına bize göstermesini dinliyorum hayranlık ve şaşkınlıkla… Birkaç yüz sayfa önce geride kalmış o edebiyat tarihinin en muazzam sahnelerinden birisi olan Nataşa’nın dansı sahnesi mesela...
Aristokratlar Rusya’da Avrupalılar gibi yaşıyor, onlar gibi yemek yiyor, onlar gibi operaya, tiyatroya gidiyor, onlar gibi balolarda boy gösteriyor, onlar gibi ava çıkıyor, kumar oynuyor, evleniyor, savaşa gidiyor; alt sınıf olan Rus köylüsü ise -ki Tolstoy’un anlattığı dönemde kölelikten kurtulmaları için daha elli sene beklemeleri gerekecek- birer serf, yani köle olarak, hayatlarını sürdürüyorlar
Beni ve o kitabı okumuş herkesi etkileyen ve İngiliz kültür tarihçisi Orlando Figes’in hacimli kitabına ismini veren “Nataşa’nın Dansı” sahnesi bir av partisi sonrasında yaşanıyor. Av dönüşü Nataşa’nın “Dayısı” onu, Rostov ile kardeşi Nikola’yı kendi ahşap kulübesine davet eder. “Dayı” burada kendi serflerinden Anisya adlı genç bir köylü kadınla yaşamaktadır. Anisya onlara bir tepsi dolusu yiyecek getirir. Hepsi kurt gibi acıkmıştır. Burada da Tolstoy’un büyük bir zevkle anlattığı yemek bahsi geçer, zira kadının getirdiği tepside, mantar turşusu, ayran, çavdar ekmeği, ballı şekerlemeler, konserveler, köpüklü bal likörü, bitki konyağı ve her sofranın olmazsa olmazı votka çeşitleri vardır. Onlar yemek yerlerken içerden basit bir halk baladının nağmeleri duyulur. Balalayka köylü müziğidir Rusya’da, bizim türkülerimize benzer, soyluların bu müzikle pek alakası yok ama müzik Nataşa’nın ilgisini çeker. Dayı bunu fark edince gitarını ister, Anisya’ya göz kırparak balalayka ritminde bir şarkı çalmaya başlar. Dayı müzik eşliğinde bir de köylü şarkısı terennüm eder. Müzik ve şarkı Nataşa’nın çok hoşuna gider, “Dayı” onu şarkıya katılmaya davet eder. Nataşa “omuzlarındaki şalı atar, Dayı’nın önünde eğilir, ellerini beline koyup omuzlarını oynatır ve poz” verdikten sonra müziğin ritmine uygun olarak tıpkı bir köylü kadını gibi dans etmeye başlar. Öyle doğaçlama… Tolstoy, buna “Rus ruhu” der işte. Bu ruh aniden “göçmen bir Fransız mürebbiye tarafından eğitilmiş” olan bu “ince, zarif” küçük kontesi canlandırmış, tıpkı bir köylü gibi onu orada bilmemesi gereken bir dansa kaldırmıştır. Tolstoy bu sahnede eğitim ve sosyal sınıf olarak çok uzak olduğu köy kültürüne Nataşa’nın içgüdüsel olarak nasıl bu kadar çabuk uyum sağladığını bu "ruha" sahip olmasıyla açıklar bize.
Horhor'dan aldığı bir eski zaman yağlı boya portreyi "paşa dedem" diye evinin duvarına asan devlet eliyle zenginleşmiş bizden "asilzadelerin" oynak bir köy havasını duyunca tıpkı Kezban Yenge, Ezo Gelin gibi kalkıp gerden kırarak oynadıklarını düşünsenize. "Türk ruhunu" bizim romanlarıızda bile geçmeyen böyle bir sahnede aramalı mıyız sizce?
*
İsveç televizyonda üç konuk tahminlerini sıralamaya başladı. Benim aklım ise daha çok Tolstoy’a neden Nobel’i vermediklerinde.
Tolstoy, Avrupa’da edebiyat piyasasına girişini Turgenyev’e borçludur. “Savaş ve Barış”ın Avrupa’da okurların dikkatini çekmesi yine Turgenyev sayesinde olmuştur.
Bir Çingene şarkıcının peşine takılarak Avrupa’yı mesken tutmuş ilk Rus olan İvan Turgenyev, dostlarını demesiyle “Rus aydınlarının büyükelçisi” gibi çalıştı yıllarca orada. Maksim Kovalevski’nin dediğine göre, “Bir şekilde edebiyat, sanat ya da müzikle bağlantısı olup da Turgenyev’in yararının dokunmadığı tek bir Rus erkeği ya da kadını yoktur.” O, “Rus sanatçılarının Paris kulübünün sekreteri gibi çalışır, eserlerinin sergilenmesini sağlar, Paris basınına onları tanıtıcı yazılar gönderir, ona başvuranlara referans mektuplarını yazar, muhtaç durumda olduğunu gördüklerine genellikle karşılıksız para verir,” Rusya’ya dönerlerken karşılarına çıkan bütün pürüzleri giderirdi.
“Savaş ve Barış” ilk baskısını 1867 yılında yaptı Rusya’da.
Muhtemelen Tolstoy anıtsal romanını yazarken, Turgenyev’le araları bozuktu. Orlando Figes bu küslüğü, “kişilik çatışmasına” bağlar. Turgenyev, Tolstoy’dan on yaş büyüktü ve ona bir “baba” gibi şefkatle yaklaşıyordu. Onu çok beğendiği halde yine de yazdıklarında hep bir kusur arardı. Figes bunu da “kıskançlıkla” açıklar. Bu durum da o sırada genç bir yazar olan Tolstoy’u bir hayli incitmiştir. Bu yüzden aralarında ağız dalaşı eksilmez ama çabuk da barışırlardı. Derken bel altı bir vuruş gelir Tolstoy’dan, kızının gayrimeşru olduğunu söyler Turgenyev’e ve serflerine karşı olan tutumunu alaya alır. Oysa Tolstoy’un da serfleri vardır ve o serf kadınlardan birkaç gayrimeşru çocuğu da dolaşıyor ortalıkta. Tolstoy’un bu davranışı aralarındaki bütün ilişkiyi koparır. Küskünlükleri tam 17 sene sürer. “Savaş ve Barış” yayınlandıktan bir sene sonra Turgenyev onu okur. Adeta nutku tutulur, bu ne muazzam kitaptır böyle! Çarpılır. Sonraki on yılda romanı tam altı kez daha okur. Avrupa’da tanıdığı bütün yazar dostlarına, edebiyat eleştirmenlerine, etkili şahsiyetlere bu şahesere dair mektuplar yazmaya başlar. Ona göre bu roman on dokuzuncu asrın en büyük romanıydı, bütün dünya bunu bilmeliydi! Herkes bu romanın kendi ülkesinde yayınlanması için elinden geleni yapmalıydı!
Turgenyev, Avrupa’daki çevreleri ürkütmemek için, bu devasa romandan önce Tolsoy’un “İki Hafif Süvari”sinin çevrilmesini ve bir dergide yayınlanmasını sağlar. “Savaş ve Barış'a altlık” olarak düşündüğü bu küçük kitaba daha çok ilgi uyandırmak için bir de önsöz yazar. Kitap Fransızların ilgisini pek çekmez, kimse de “Savaş ve Barış”ı Fransızcaya çevirmek için bir girişimde de bulunmaz. Bunun üzerine Turgenyev, içindeki bütün felsefi bölümleri çıkararak, salt hikâye olarak romanı kendisi Fransızcaya çevirmek ister ama Tolstoy’la araları hâlâ limoni olduğundan bu işe girişmez.
Nisan 1878’de Tolstoy, Paris’te bulunan Turgenyev’e bir mektup yazar. Aralarındaki husumeti son vermektir amacı. Mektubuna onun iyi yanlarını anlatarak başlar, “edebi şöhretimi sana borçluyum” der mektubunda. Eğer onu bağışlamaya hazırsa, ona verebileceği bütün dostluğunu vermeye hazır olduğunu bildirir. Turgenyev’in cevabı da aynı derece nazik olur, ona göre aralarında hiçbir husumet yoktur. Turgenyev iki ay sonra Rusya’ya dönünce doğrudan Tolstoy’un evine gider.
Ertesi sene, “Savaş ve Barış” St. Petersburg’ta Fransızca olarak basılır. Turgenyev, yayıncıdan acilen on nüsha ister. Daha sonra peş peşe yeni siparişler verir, toplam beş yüz nüshayı Paris’teki en etkili edebiyat dostlarına, yayıncılara ve eleştirmenlere dağıtır. Roman bir hayli kısaltılarak çevrilmiştir, bu hali Fransızların pek hoşuna gitmeyebilir diye yazar dostu Tolstoy’a. Ama mesele değil, o romana çok güveniyor.
“Savaş ve Barış” onun için neredeyse tek önemli bir uğraştır artık. Katıldığı her davette, karşılaştığı her dostuna, fırsat buldukça bu romandan bahsetmeye başlar. Birçok kişi romanın adını ilk defa ondan duyar. Renan, Taine, Anatole France ile yakın dostu Gustave Flaubert bu romanı biraz da Turgenyev’in zoruyla okur. Onun için en önemli ölçü Flaubert’in kanaatidir. Nihayet, 1880’de ondan bir mektup alır. Flaubert mektubunda, “Tolstoy’un romanını okumamı sağladığın için sana teşekkür ediyorum” dedikten sonra şunları yazar:
“Birinci sınıf. Ne müthiş ressam ne müthiş psikolog! İlk iki cilt şahane; ama üçüncü fena halde dağılıyor. Kendini tekrarlıyor ve felsefe yapıyor! Aslında oraya kadar insan sadece doğayı ve insanlığı görmüşken, karşısına bizzat adam, yazar, Rus açık seçik çıkıyor. Bana öyle geliyor ki yer yer bazı Shakespeare unsurları taşıyor. Okurken hayranlık çığlıkları attım, hem de o kadar uzun olmasına karşın! Bana yazarı anlat. Bu ilk kitap mı?”
Turgenyev ona şu cevabı verir:
“Hoşsohbet aziz dostum,
Mektubunun ve Tolstoy’un romanı hakkında söylediklerinin bana ne kadar keyif verdiğini tahmin edemezsin. Senin beğenmen ona dair fikirlerimi doğruluyor. Evet, büyük yeteneğe sahip bir kişi ve zayıf noktaya isabetle parmak basmışsın: Kendince bir felsefi sistem de kurmuş; aynı zamanda mistik, çocuksu, haddini bilmez yönler taşıyor ve üçüncü cildi feci halde bozmuş. (…) Eleştirmenlerin ne diyeceğini bilmiyorum. Kitabı Daudet ile Zola’ya da gönderdim. Ama benim açımdan mesele hal olmuştur. Flaubert böyle buyurdu! Gerisinin önemi yok.”
*
Turgenyev, arkadaşı Tolstoy’un romanını Paris’teki edebiyat mahfillerine tanıtmak için canla başla çalışırken, aynı sırada yine bu şehirde Alfred Nobel adında İsveçli bir kimyager, "dinamiti" icat etti. Dinamit, dünya çapında madencilikte, taş ocaklarında, inşaat yıkımlarında, yol yapmında, tünel açmada, demiryolu inşaatında, daha sonra da silah olarak kullanılmaya başlandığında Tolstoy derin bir ahlak krizinin girdaplarında kulaç atmaktadır. Artık “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina” gibi hacimli romanlar yazmayacak, İsa’nın ahlaki öğretilerini yorumlayacak, dindar bir “anarşist” gibi davranacak, etrafına her gün biriken müritlerine vaazlar verecek, tıpkı bir şeyh gibi dergâhı olan geniş çiftlik evinde, malını mülkünü köylülere dağıtarak, ahlaklı bir Hıristiyan gibi “Tolstoyculuğun ilkelerini” etrafa yayacak.Tolstoy’un geniş soluklu edebiyattan vazgeçmesi (küçük novellalar yazmaya devam ediyordu çünkü) o sırada guttan mustarip, kanserle boğuşan ve günleri sayılı olan Turgenyev’i kahreder. Ölümüne iki ay kala, ölüm döşeğinde Tolstoy’a kurşun kalemle bir mektup yazar. Mektubunda ölmek üzere olduğunu, onunla aynı dönemde yaşamış olmaktan mutluluk duyduğunu belirtir. “Senden son bir isteğim var aziz dostum” der, “ne olursun edebi uğraşına dön! Sendeki bu yetenek başka herkesin beslendiği kaynaktan geliyor. Ah, ricamın sende bir etki yaratacağını düşünebilmek beni ne kadar çok sevindirir.” (Orlando Figes, “Avrupalılar-Üç Hayatın Işığında Kozmopolit Avrupa Kültürü”, YKY, s. 347-446)
Ne yazık ki Tolstoy, onun elinden bu kadar tutmuş olan Turgenyev’in isteğini yerine getirmez. 1889 yılında, dinamiti bulmuş olan Alfred Nobel, kısa sürede Karun’unki kadar büyümüş olan muazzam servetini; “dünyanın daha iyi bir dünya olması için çaba gösteren, buluş yapan insanlara her sene ödül olarak” dağıtılmasını vasiyet eder. Böylece Nobel Ödülleri 1900 yılından itibaren İsveç Akademisi tarafından dağıtılmaya başlanır. Tolstoy, 1910’da ölür, bu süre zarfında birkaç kez Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterilir ama nedendir bilinmez bu ödülü almadan bu dünyadan göçüp gider.
Sadece Tolstoy mu? Hepsi hemen hemen onun ayarında yazarlar olan Marcel Proust, James Joyce, Emile Zola, Hanry James, Virginya Wolf, Kafka, Hermann Broch, Borges, Nabokov, George Orwell, Milan Kundera, Carlos Fuantes, Julio Cortazar, İtalo Calvino, bizden Nazım Hikmet, Yaşar Kemal de Nobel almadan öldüler.
*
Saat tam 13.00’da gazetecilerin karşısında dizildiği kapı açıldı. Salondan çıt çıkmıyordu. Nobel sekreteri elindeki kâğıda bakarak, “Tarihsel travmalara değinen, insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan, şiirsel yanı yoğun nesirler” yazdığı için Güney Koreli yazar Han Kang’a ödülün verildiğini açıkladı. Ödülü alan yazarın adını ilk defa duyuyordum. Meğer birkaç kitabı Türkçede çıkmış ama o kitaplarla yollarımız kesişmemişti şimdiye kadar. Aynı gün T24’te çıkan Eylül Görmüş’ün şahane yazısı Han Kang hakkında bir yığın malumata sahip olmamı sağladı. Görmüş’ün yazdığına göre “Han Kang hikâyelerinde odağını insandan uzaklaştırmayan, kişisel olandan kopmayan, tarihin sessizliğinde yitip gitmiş tekil insanların fısıltılarını bugüne aktaran bir yazar”mış. “Duru ve mesafeli diliyle eserlerinde tutturulması zor bir denge tutturuyor ancak asla duygusuz değil”miş. Metinleri “kâğıt kesiği gibi içimize işleyen”, “yumruk gibi vuran metinler”miş meğer.
Okuyacağız biz de!
*
Başlıkta sorduğum sorunun cevabına gelince...
Ben de bilmiyorum valla.