Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Lorca'yı kim öldürdü?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Hızlı trenle; katar katar, aheste aheste giden normal yolcu trenleriyle yapılan yolculuğunun tadı yoktur. Her şey çok hızlı geçer pencerenin önünden. Manzaraya bakıp başka alemlere dalamazsın. Manzara, yanınızdan hızla kaçan, bir türlü yetişemediğin bir sevdiceğe döner. Bu yüzden hızlı tren yolculuklarında dışarıyla bağlantımı kesip, içerde, oturduğum koltukta olmanın keyfine bakarım. Ya yazı yazar ya da kitap okurum.

        Madrid-Kordoba arasında iki saate yakın hızlı tren yolculuğunda da öyle yaptım. Madem şiirinde “Kordoba’ya varamamaktan” yakınıyordu Lorca, o halde ben de vakti zamanında Murat Belge’nin Türkçeye çevirdiği, kırılgan şairin katledilmesini anlatan Ian Gibson’un “Lorca’nın Öldürülüşü”nü (Kavram Yayınları) okuyup cinayetinin izini süreceğim.

        *

        Trendeydim, Lorca atının sırtında… Bir ara zeytin ağaçlarının arasında, hiçbir ağaca çarpmadan trenle yarış halinde, uçarcasına giden bir at göründü gözüme. İşte o ata yakmıştı türküsünü Lorca…

        “Ay kocaman at kara/Torbamda zeytin kara

        Bilirim de yolları/ Varamam Kordoba’ya”

        diye başlıyor “Atlının “Türküsü”ne... Dağları aştık bir ara, tren bir tünele girdi. Bir ova belirdi önümüzde; Lorca daha yüksek sesle söylüyordu:

        “Ovadan geçtim yel geçtim/ Ay kırmızı at kara

        Ölüm gözler yolumu/ Kordoba surlarında”

        “Kordoba surları”ydı aslında beni bu yolculuğa çağıran. Bir kardeş kavgası sonucu Bağdat’taki Emevi Hanedanı’ndan Onuncu Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik’in torunu, Muaviye bin Hişam’ın oğlu Abdurrahman, daha önce Tarık bin Ziyad’ın aştığı denizi aşıp bugünkü Cebelitarık Boğazı’ndan bu yakaya, İber yarımadasına, yani bugünkü İspanya’ya geçmeseydi, geçip Kordoba’da yepyeni bir İslam medeniyetinin temellerini atmasaydı, Ortaçağ karanlığında çok hızlı bir biçimde Bağdat’la aşık atacak kadar ışıl ışıl, görkemli Kordoba şehrini inşa etmeseydi, burada 781 yıl sürecek Endülüs Emevilerinin hükümdarlığını kurup tarihin ilk müzik okulunu açmasaydı, Batı dünyasını bilim, sanat, tıp, mimari, felsefe ve edebiyatla hemhal kılmasaydı, gündelik hayatlarında yemekten giyime, saç tıraşından sofra adabına kadar bir dizi yenilik yapıp bu yeniliklerle Avrupa’yı tanıştırmamış olsaydı eğer ben de bütün bu muazzam gelişmelerin en önemli merkezlerinden birisi olan Kordoba’yı görmek için bu kadar sabırsızlanmayacak, bulduğum ilk fırsatta “surların içinde”, Vad’il Kebir ırmağının kenarına inşa edilmiş olan Kordoba Camiini bir an önce görmek için bu kadar heyecanlanmayacaktım.

        Ölümünü okurken, bir yandan da bana türküsünün son kıtasını söylüyordu şair:

        “Yola baktım ama yol uzun/ Canım atım yaman atım

        Etme eyleme ölüm/ Varmadan Kordoba’ya”

        Belli, Kordoba’ya varmadan ölüm haram şaire… “Kordoba/Uzakta tek başına”göründüğünde, kulağıma gelen türküyü Lorca mı söylüyor, yoksa “Baba dağlar bugün yeşile boyandı diyerek Neriman Altındağ Tüfekçi mi söylüyor, karıştırdım birbirine. Dağlar orada da var, ama onların türküleri daha çok portakal çiçeği kokar. Dağlar, bizdeki gibi, hele benim doğduğum ve büyüdüğüm yerlerdeki dağlar gibi insana yakın durmaz. Çok uzaktalar… Bizim oralarda öyle mi? Dağlarla burun buruna gelirsin dünyaya, nereye gidersen git önünde daima haşmetli bir dağ vardır. Bu yüzden bizim ellerde doğan her çocuk ilk olarak dağın ardını merak eder. Yürümeye başlar başlamaz da dağa tırmanarak başlar hayat yolculuğuna. Ömrünün bir deminde o dağın doruğuna vardığında o yaşına kadar merak ettiği şey bir tokat gibi çarpar yüzüne, afallar, şaşırır zira dağın tepesinde dağın ardı çıkmaz karşısına, gördüğü, çıktığı dağ kadar haşmetli başka bir dağdır. Dağlar silsile silsile uzanır önünde, hangisinin doruğunda merak ettiği şey çıkacak yoluna bilemez, çoğu zaman çoğu kişi bu merakını gidermeden göçüp gider bu dünyadan.

        Şairin çocukluğu dağlarla burun buruna yaşanan bir çocukluk değildi. Okuduğum kitapta geçiyor. Kırı çok sevdiğini söylüyor şair. Bütün hissiyatıyla kıra bağlıdır. En eski çocukluk anılarında hep toprağın tadı var. Şiirindeki güzellikleri çayırlara, tarlalara, portakal çiçeğine borçludur. Bütün çocukluğu köyde geçmiştir. Çobanlar, tarlalar, gök, ıssızlık… Hayal dolusu ıssızlık… Tam bir yalınlık. Yazılarındaki, şiirlerindeki doğaçlamaların şairce oyunlar değil, hepsi gerçek ayrıntılardır… Ne tuhaf, “insanları dinlerken oluşan kocaman bir çocukluk anıları depom var” diyor. İşte bu “şiirsel hafıza”dır şaire göre, “şiirsel belleğe” de iman etmişti ölünceye kadar.

        *

        Şaire şiir yazılır, peki ya şiire şiir yazılır mı?

        Yazılır.

        Turgut Uyar’ın “Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir”inin birinci şiiri, şaire değil, şairin şiiri “Atlının Türküsüne” yazılmıştır sanki. “Sessiz akan sulara gazel” adını koymuş Turgut Uyar. Lorca yolları bildiği halde Kordoba’ya varamamaktan yakınıyordu. Turgut Uyar ille de varacak oraya:

        “Yol uzun, hava sıcak

        Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba’ya”

        Sığırcıkların sürüler halinde ovaya indiğini görürse eğer, işte o gün insanların dünyayı bölüştüklerini hatırlayacak şair… O zaman;

        “Sevişirim ölürüm, savaşırım ölürüm

        Doldurmuşum çantama kara ekmek ve peynir

        Varırım Kurtuba’ya”

        Bedri Rahmi Eyuboğlu ise, doğrudan doğruya Lorca’ya seslenir. Bir şiir bekliyor şair ve dile gelir kelimeler:

        “Bir şiir gelecek biliyorum Lorca

        Deniz fenerleri gibi gözlerim yolda

        Bir şiir gelecek biliyorum Lorca

        Bir şiir gelecek biliyorum yalınayak

        İçimde senden bir şeyler olacak

        Senden ille de senden Lorca

        Yüreğinde bir kurşun

        Avuçlarında bir tutam yonca

        Kumral karanlıklar içinden usulca.”

        Peki Lorca neyimiz olur? Turgut Uyar’dan Bedri Rahmi’ye, Can Yücel’den İsmet Özel’e bizden bu kadar kudretli büyük şairi etkilemiş, şiirlerine konu olmuş olmasının sebebi ne ola? Bunun sebebi, ölümü hiç yakıştırmadıkları, çarşıdan aldığı portakalları eve götürürken yolda döken çocuk kadar mahcup, dünya edebiyatına bir kamyon dolusu kırılgan dize hediye etmiş bir güzel şairin çok genç yaşta faşistler tarafından kurşuna dizilmiş olmasıdır elbet ama tek başına bu olamasa gerek… 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı’nda, faşistlerin katlettiği binlerce gencin timsali olmuş Lorca; 1960’ların sonuna doğru enginlere açılan özgürlük gemisinin yelkenlerini şişiren şairlerden birisi olarak telakki edilmiş, dünyanın her yerinde “ölüm gelirse eğer hep bir Lorca ölümü güzelliğinde olsun” diyen binlerce devrimci gencin timsali olmuş. Şair, ama kendisi bir şiir… Adı duyulduğunda, kurşuna dizilmiş bir insandan çok, kurşuna dizilmiş bir şiir gelir akla. Öyle bir şiir ki, kurşuna dizilirken üzerindeki kanlı gömleğe, bizzat şairin kanıyla yazılmış.

        *

        Bir yere giderken, oraları görmekten çok, oralarda iz bırakmış olan büyük yaratıcıları düşünürüm hep. Çünkü beni asıl oraya götüren, oralarda bulup yiyeceğim güzel yemeklerin tadı, karşıma çıkacak tarihin ihtişamı, tabiatın görkemi değil, geçmişten kalmış olan o izleridir. O izler kimliğini vermiş o şehre çünkü. Kordoba’ya giderken Lorca’yı yanıma almamın sebebi buydu.

        Bizden birileri, bin sene önce oralara gitmiş, kapkaranlık bir dünyada yaşayan vahşi insan topluluğuna hiç bilmedikleri, görmedikleri birtakım yenilikleri götürmüş, orada yedi asırdan fazla süren bir medeniyet kurmuş, sonra oradaki Müslümanların bağlanan basiretlerinden mi, rehavete kapılmalarından mı, zamanın ruhunu boş vermelerinden mi her ne sebeple olursa olsun; 1492’de Kral Ferdinand ile Kraliçe Isabella gelip tahtlarını ellerinden alıp Elhamra Sarayı’na kurulunca Avrupa’da İslamiyet için bir devrin sonuna gelindi. Kral ve kraliçenin, Müslümanların izlerini silmek için giriştikleri korkunç tahribatın bir sonucu olarak görmüş şair Lorca 1930’larda başlayan iç savaşı da, ardından faşizmin gelmesini de… Bu hadiseye dair fikirleri şöyle:

        “Okullarda tam tersi öğretiliyor ama bu fetih (kral ve kraliçenin gelmesi) bir felaket oldu. Dünyada eşi görülmemiş şahane bir uygarlık, şiir, mimari ve incelik, bütün bunlar yok oldu, yerini günümüzün İspanya’sının en aşağılık burjuvazisinin doldurduğu yoksul düşmüş, yılgın bir şehir, bir harabe aldı.”

        Granada’lıydı Lorca. Burada doğup büyümüştü. Victor Hugo’nun bir şiirinde;

        “Elhamra! Elhamra! Perilerin yaldızlayıp

        Ahenkler doldurduğu rüya sarayı,

        Nakışlı, yıkık mazgallarında

        Geceleri büyülü hecelerin duyulduğu kale

        Ay, bir Arap kubbesi arasından,

        Duvarlara beyaz yoncalar ekerken!”

        diye anlattığı, şair Kazancakis’in, “Keşke ruhumuz da Elhamra Kalesi gibi olsa” dediği Elhamra Sarayı’nın gölgesi altında büyümüş Lorca. Kulağında Ziryap’tan bir nağme kalmış, skolastik felsefenin, dolayısıyla da Rönesans’ın önün açmış olan İbn-i Tufeyl, İbn-i Rüşd, Nureddin Batrucî gibi âlimlerin kelamından nasiplenmiş. Kendini şöyle anlatır:

        “Ben tam bir İspanyol’um, benim için coğrafi sınırlarımın dışında da yaşamak imkansızdır. Aynı zamanda, sırf İspanyol olarak doğduğu için İspanyol olanlardan tiksinirim. Ben bütün insanların kardeşiyim; sırf gözleri bağlı olarak yurdunu sevdiği için kendini soyut, milliyetçi bir ideal uğruna feda eden kişilerden nefret ederim. İyi bir Çinli bana kötü bir İspanyol’dan daha yakındır, İspanya’yı eserlerimde dile getiririm, onu iliklerimde duyarım; ama, bundan daha önce, hiçbir milli bağnazlığım yoktur. Herkesin kardeşiyim ben. Siyasal sınırlara inanmadığımı söylememe gerek bile yok.”

        *

        Ian Gibson’un yazdığına göre Lorca, çok kişinin sandığı gibi bir komünist değildi. Hatta solcu bile değildi. Onun için uygun göreceğimiz en iyi sıfat, hümanisttir, demokratlığını da unutmayalım, bir de faşizmden nefret etmesini… Bu yüzden de iç savaş başladığında Cumhuriyetçilere yakındır. Gibson, öldürülmesini bu tavrına bağlar.

        İç savaş başladığında, Lorca kuşağının en meşhur şairi ve oyun yazarıdır İspanya’da, başka kıtalarda da… Kelimenin gerçek anlamıyla bir liberaldir ve zinhar siyasete bulaşmak istemiyor. Ama her konuşması bir sosyalistin konuşmasına benziyor. Biraz saf, çokça idealist. Bir dostuna yazdığı mektupta tahayyül ettiği dünyayı şöyle tarif ediyor:

        “Yeryüzünde açlığın bittiği gün insanlık tarihinde hiç görülmemiş en büyük zihinsel devrim gerçekleşmiş olacak. O büyük Devrim’in gelip çattığı gün, insanların bundan duyacağı o sınırsız sevinci sana anlatamam.”

        Sadece komünistlerden değil, faşistlerin içinden de dostları vardı. Gibson’a göre onu bu faşist dostları öldürmedi ama kurşuna dizsinler diye onu katillerine teslim eden bu dostlarıydı. Şunları yazar Gibson:

        “Sonuç olarak, Federico, birçok dostu ve o kadar içten sevdiği binlerce mütevazi Granadalıyla birlikte, Katolik Kilisesi’nin ve ‘İspanya’nın en aşağılık burjuvazisi’ diye nitelediği kişilerin kinine kurban gitti. (…) Federico Garcia Lorca’yı alçakça öldüren güç, belli bir zihniyettir.”

        19 Ağustos 1936 günü Viznar-Alfacar yolu üzerinde seher vakti kurşuna dizdiler, şair o sırada 38 yaşındaydı.

        Turgut Uyar’ın gözaltına alındığı saat olan, “saat beşte/akşamleyin” şiirinde bu cinayet şöyledir:

        “Ah ellerim ve kalbim

        Her şey orada kaldı.

        Keçeler keçeler ve portakallar

        Kireç döktüler yere. Kara gözlüm, kalbim,

        Halkımın fakir akşamlarıdır, biliyorum

        Kanlı bir mendil diye bağlanan gözlerime

        Kireç döktüler yere,

        Bir duvarın dibinde

        Bir deppoy’un önünde

        Kiraz ağaçlarına ve sığırcıklara karşı…

        …………….

        Bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde

        Ölüm nasıl söylenirse öyle

        İspanyol dilinde

        Ve her dilde…”

        *

        Kordoba’ya varmak için çıktığım yolculukta, Gibson’un kitabının arasına, bilgisayardan çıktısını aldığım, İsveç Lund Üniversitesi’nde İspanyol Dili ve Edebiyatı profesörü Inger Enksvit’in, kültür dergisi “Kvartal” (Çeyrek)’te 27 Kasım 2021’de yayınlanan Lorca’nın ölümüne dair yepyeni bir tez ileri süren makalesini de koymuştum. Gibson’un kitabının sonuna geldiğimde, Inger Enksvit’in denemesine tekrar döndüm. Yazar, dünyadaki bütün solcuların, kurşuna dizildiği günden beri bir “şehit”, bir “aziz” mertebesine ulaştırdıkları Lorca’nın, solculuğundan, aktivistliğinden, anti-faşistliğinden değil, tam tersine bir aile içi anlaşmazlıktan dolayı öldürüldüğünü ileri sürüyor makalesinde.

        Bu yepyeni bir tezdi. Gibson, uzun aylara dayanan, binlerce belgenin taranması, bir o kadar tanık beyanlarıyla meydana getirdiği kitabında, ta 1970’lerin başından beri Lorca’nın ölümüne son noktayı koymuştu:

        “Lorca bir devrim şehidiydi!”

        Lorca’yı Franco’nun adamları kurşuna dizmişti ve o günden bugüne bizde de başka ülkelerde de şairler onun için şiirler yazmış, ölümü sinemaya, tiyatroya, operaya konu olmuş, bütün dünya solcuları için bir “ikon” haline gelmişti.

        Inger Enkvist, ortaya atılan yeni tezin sahibinin kendisi değil, İspanyol mimar, deneme yazarı, romancı Manuel Ayllón Campillo olduğunu söylüyor yazısında. Verdiği bilgiye göre bu konuda iki kitap yazmış Campillo; ilkinin adı “Granada 1936”, öteki de “Lorca Davası”ydı. Bu iki kitapta ortaya atılan “aile içi mesele” tezi, şairin ölümünden beri herkesin üzerinde hemfikir olduğu teze halel getiriyordu. Zira İspanyolların “Milli Ansiklopedisi”nde García Lorca’dan, “Franco yanlıları tarafından 18 veya 19 Ağustos 1936'da, İspanya İç Savaşı'nın başlangıcında, Granada'nın dışında öldürüldü. Halkın, yoksulların ve dışlanmışların yanında durdu. Franco destekçilerinin nefret ettiği her şeyi temsil ediyordu,” diye bahsedilir.

        Şairin önceleri cesedine sonra da kalıntılarına bugüne kadar yapılan araştırmalara rağmen rastlanmadı. Bu durum ölümünün gizemini daha da büyüttü.

        *

        Inger Enkvist’in denemesinden öğrendim. Lorca’nın ölümüne dair yeni bir tez ortaya atan mimar-yazar Manuel Ayllón Campillo’nun Lorca’nın davasıyla ilgilenmesinin özel sebebi, dedesinin de Lorca’yla aynı gün Granada’da kurşuna dizilmiş olmasıydı. 2015’te yazdığı “Granada 1936”da şehirdeki ortam ve atmosfer, cinayetin nasıl işlendiğine dair arka planı anlatırken; 2017’de yazdığı “Lorca Davası”nda ise şair kurşuna dizildikten sonra cesedinin başına gelenleri anlatıyor.

        Ayllón da tıpkı Lorca’nın bugün bütün dünyada bir “ikon” haline gelmiş olan imajının büyük mimarı İrlandalı Ian Gibson gibi solcu olarak biliniyor.

        Yaygın görüşe göre Lorca bir şehitti ve bu şehitliğe hiç kimse halel getiremezdi. Picasso’nun “Guernica”sı İspanya iç savaşının ne kadar büyük bir simgesiyse, Lorca’nın kurşuna dizilmesi de o kadar büyük bir simgedir.

        *

        Ayllón’nun verdiği bilgiye göre, Lorca’nın ailesi Granada’da bilinen köklü, büyük bir ailedir. Babası şehrin en zenginlerinden birisidir, hatta tefecilik bile yapıyor. Aile faşistlerle işbirliği yapmıyor ama devrimcilere de yardım etmiyor. Lorca’nın fikirleri de faşistlerin hışmını hemen üzerine çekecek kadar radikal fikirler değil. O halde neden öldürüldü?

        “Aile içi mal bölüşümü ve toprak davası” diyor Ayllón, bir de bir dizi talihsiz tesadüf… Tabii bir de Lorca’nın bir oyununa konu olan bir aile sırrının ifşası…

        Lorca meşhur oyunu “Bernarda Alba’nın Evi”ni o sırada bitirmiş. Geniş ailenin toplandığı bir anda oyunu yüksek sesle onlara okur. Oyun bittiğinde herkesin yüzünden düşen bin parça… Bu densiz oğlan basbayağı bizim aileyi anlatıyor! Hem de sırlarını faş ederek. Oyunda, kendisinden daha büyük, daha az çekici ama daha zengin üvey kız kardeşiyle resmen nişanlı olan Pepe el Romano, aynı anda daha genç, daha güzel ama parasız kız kardeşiyle ilişki yaşıyor. Bundan ne nişanlısının ne de annesinin haberi var… Aile içinde, Lorca’nın oyununa kahraman yaptığı bireyler isyan eder. Eşcinsel, kırılgan Lorca hepsinin hücumuna uğrar. Ona hücum eden aile bireylerinin bazıları faşistleri açıktan destekliyorlar. Ailenin sırlarını faş eden bu terbiyesiz şaire gününü göstermeliler. Bunun için sağcı bir politikacıyı kullanırlar. Lorca’nın yaşadığı evde bir Sovyet casusunun olduğunu söyleyerek onu ihbar ederler. Gözaltına alınması bu şekilde olur.

        Bir pazar günü öğleden sonra saat beşte şair tutuklanır. Babası oğlunu serbest bıraktırmak için harekete geçer, oğluna karşılık yüksek miktarda bir para ödeyebileceğini söyler faşistlere. Vali teklifi kabul eder ancak o gün bankalar kapalı olduğu için babası parayı denkleştiremez, validen pazartesi parayı getirdiğinde oğlunun serbest bırakılacağına dair yazılı bir belge alır. Vali kanser hastasıdır, o gece ilaç alıp erkenden yatar. Bunu fırsat bilen aileden ona düşmanlık besleyenler, yüksek rütbeli bir görevliyle işbirliği yaparak Lorca’nın götürülmesini sağlar. Ayllón’a göre askerler şairi vurmak istemezler, idam mangasının içinde yer alan Lorca’nın “gönüllü” yakınları bu görevi yerine getirirler.

        Pazartesi sabahı babası çanta dolusu parayla valinin yanına gittiğinde, Lorca çoktan kurşuna dizilmiştir.

        Ayllón cesediyle ilgili bilgiler de veriyor kitabında. Ona göre Lorca idam edildiği yere gömüldü ancak şairin kurşuna dizildiğini öğrenen vali parayı babasına geri verip cesedi gömüldüğü yerden çıkarıp ona teslim eder. O da oğlunu kır evinin bahçesine gömer, işaretlemek için de üzerine bir ağaç diker.

        Babası iç savaştan sonra Madrid’e taşınmak ister ancak şairin koyu Katolik olan annesi oğlunu kutsal mezarlığa gömmeden gitmeyeceğini söyler. Bunun üzerine babası, oğlunun kemiklerini, zengin bir kontun şapeline, vakti zamanında eğitim masraflarını üstendiği aileden bir rahip yardımıyla yerleştirir. Zamanla şapel bakımsız kalır ve yıkılır. Şapelde kimliği belirlenmemiş olan şairin kalıntıları, şapelden uzak olmayan bir yere gömülür. Lorca’nın yeğenleri ise onların incelenmesine izin vermez.

        O günden bugüne, bütün aramalara rağmen Lorca’nın kalıntılarına hiçbir yerde rastlanmamasının sebebi budur.

        Inger Enkvist’e göre, Ayllón'un tezleri doğruysa eğer Lorca ölümünden bugüne büründüğü “siyasal sembol” vasfını yitireceği gibi, şairin kalıntılarını bulmak için büyük miktarlarda para harcayan çok sayıda kamu ve özel kültür vakfı da kendilerini aldatılmış hissedecek.

        En iyisi efsaneye dokunmamak!

        Sonuç ne olursa olsun, zarar görmeyecek tek şey, Lorca’nın eserleridir. Onlar, dünya var oldukça hep ilk günü gibi duracaklar.

        *

        Ona “kendine dikkat et” dediklerinde “kimse şairleri vurmaz, ben şairim” demişti. “Ölürsem/Açık bırakın balkonu” demiş ve vasiyetini şiire şöyle dökmüştü:

        “Ben ölünce/gömün gitarımla beni/kumlara.

        Ben ölünce/portakallarla/naneler arasına.

        Ben ölünce/gömün isterseniz/rüzgar gülüne.

        Ölünce ben!”

        Vasiyeti havada kaldı.

        *

        Tren, Kordoba istasyonunda durdu. Varmıştık Kordoba’ya… Şehre doğru çıktık yola… Kordoba Mescidinin kubbeleri, portakal ağaçlarının çok üzerindeydi. Mayıs ayıydı, dallarda top top portakal vardı hâlâ.

        Şehir burcu burcu portakal kokuyordu.