Türkiye, uzun yıllardır sadece güvenlik politikaları çerçevesinde tartışılan ancak toplumsal, siyasal ve bölgesel boyutları da olan bir süreçle karşı karşıya. Öcalan’ın kalabalık bir topluluk önünde okunan son mesajı, sadece bir örgütün silahlı mücadeleyi sonlandırmasına ilişkin değil; Türkiye’nin sosyopolitik gerçekliği açısından da önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Ancak Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı çağrıdan bile önce, 10 Ekim’de yazdığı gibi, sürecin evrileceği yeri fark ederek bahsettiğim gibi, bu kırılma, bir demokrasi ve özgürlük tartışmasından çok, iç barış, bölgesel güvenlik ve örgütün tasfiye sürecinin yaratacağı yeni dinamikler ekseninde ilerliyor.
Yazı için bkz https://www.haberturk.com/ozel-icerikler/nihal-bengisu-karaca/3728009-yeni-donemin-motivasyonu-duygusal-degil-bolgesel
Peki ne oldu? Bir dönemin silahlı mücadele anlayışı, sadece devletin baskıları nedeniyle değil, konjonktürel zorunluluklar ve Kürtlerin tercihleri nedeniyle de örgüt açısından sürdürülemez hale geldi. Öcalan ise aslında çok uzun zamandır şiddetin araçsallaştırıldığı bir mücadele yönteminin uygunsuzluğundan dem vuruyordu ve bunu ifade ettiği bir metni yayımladı.
Öcalan’ın 27 Şubat’ta gerçekleştirdiği çağrının nasıl bir sonuç doğuracağı üzerine her türlü akıl yürütme yapılabilir. Ancak gözden kaçırılmaması gereken şu: Çağrının kendisi bir sonuçtur.
Çünkü Kürtler açısından bu çağrı vesayet ilişkisinden görece bağımsızlaşma ve doğrudan temsil gücü kazanma anlamına geliyor.
Sadece DEM Parti’nin değil, sürece dahil tüm aktörlerin doğru okumak zorunda olduğu bir sonuç.
Öcalan’ın mesajı ve siyasetin yeni dengesi
Sırrı Süreyya Önder’in Habertürk’te yaptığı açıklamalar, yeni dönemin ruhunu anlamak açısından önemli ipuçları veriyor. Önder’in aktardığına göre, Öcalan Meclis’e gelmek gibi bir talepte bulunmuyor, aksine "Ben buradan konuşurum, siz oradasınız" diyerek siyaset içindeki rolüne dair doğru bir sınır çiziyor. Bu açıklama, Kürt siyasetinin silahların gölgesinden sıyrılıp parlamenter zemini işaret etmesi bakımından anlamlı.
Önder’in MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin "Barış halayı çekeceğiz" ifadesine atıfta bulunarak, Bahçeli'nin bireysel ilişkilerde zarif ve anlayışlı bir tutum sergilediğini belirtmesi de önemli. Bu diyalog sürecin ‘bireysel ilişkiler’ üzerinden yürüdüğü izleniminden ziyade kurumsal karşılığı bulunan aktörler üzerinden yürüdüğünü gösteriyor.
Erdoğan’ın ‘Ötekisiz Türkiye’ ifadesi ve DEM için ikinci şans: Vesayetten çıkış
Türkiye’de Kürt siyaseti, onlarca yıl boyunca PKK’nın gölgesinde hareket etmek zorunda kaldı. Seçilen milletvekilleri ve belediye başkanları, bir yandan halkın taleplerine cevap vermeye çalışırken, bir yandan da üzerlerine yapışan “örgüt bağlantısı” algısıyla mücadele etmek zorundaydı. Çoğu zaman da bu mücadeleyi kaybettiler.
Şimdi ise örgütün silahlı mücadeleyi sonlandırmasıyla, DEM için kısmi bir bağımsızlık şansı doğuyor. Ancak bu, yalnızca partinin geleceğiyle ilgili bir mesele değil. Örgütün sahneden çekilmesi, Kürtler adına siyaset yapanların ya da Kürt kimliğini vurgulayarak siyaset yapacak olan Kürtlerin üzerindeki en ağır yüklerden birini de kaldırabilir. Artık DEM ve selefleri, siyasette attıkları her adımın PKK’ya referansla değerlendirilmesi zorunluluğundan kurtulabilir. Kimsenin onları "terör örgütüne angaje" olmakla itham etmeyeceği, eşit koşullarda siyaset yapabilecekleri bir dönemin kapısı aralanıyor. Bu sadece DEM Parti ve benzeri partilerin ve siyasetçilerinin değil tüm ülkeye sirayet edecek bir normalleşmenin taşlarını döşeyebilir. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Şubat’ta Haliç Kongre Merkezi’nde yaptığı konuşmada süreci ‘Ötekisiz Türkiye’ olarak nitelendirmesi ve şu cümleyi kullanması önemli: “…Burada şunun da altını çizerek belirtmek isterim. Silah ve terör baskısı ortadan kalkınca doğal olarak siyasetin demokratik alanı daha da genişleyecektir.”
Sözün özü, Öcalan’ın çağrısı ve “Ötekisiz Türkiye” süreci Kürt siyasetini kriminalize eden refleksleri de boşa düşürebilir. Zira eğer PKK devre dışı kalıyorsa, Türkiye’de Kürt siyasetçilerin de “Meşru mu, değil mi” tartışmasına maruz kalmaması gerekir. Bu durum tabii ki Kürt siyaseti açısından hem bir rahatlama hem de büyük bir sorumluluk anlamına geliyor. Çünkü örgütten bağımsızlaşmak, yeni bir siyaset üretme zorunluluğunu da beraberinde getiriyor.
Bölgesel güvenlik, Türkiye’nin yeni duruşu ve olası sonuçlar
Ancak, bu sürecin yalnızca iç politikayla sınırlı olmadığını görmek gerekiyor. Türkiye’nin Kürt meselesi sadece iç dinamiklerle değil, bölgesel gelişmelerle de şekilleniyor. Suriye ve Irak’taki denklemler, Türkiye’nin güvenlik politikalarını belirleyen temel unsurlardan biri haline gelmiş durumda. Bu noktada dikkat edilmesi gereken en kritik husus, tüm tarafların yeni süreci doğru yönetmesi. Devletin, Kürt siyasetini kriminalize etme reflekslerinden uzaklaşması gerektiği kadar, DEM’in de geçmiş alışkanlıklarını geride bırakması şart. Türkiye’nin yeni güvenlik paradigması içinde Kürtlerin siyasal sürece tam entegrasyonu sağlanamazsa, örgütten kurtulmanın getirdiği avantaj kısa sürede bir boşluğa dönüşebilir.
Bu yüzden sürecin temkinli bir memnuniyetle karşılanıp o şekilde yönetilmesi önemli. Kimse, bu gelişmeleri bir zafer ya da kesin bir çözüm gibi okumamalı. Konjonktürel sıkışmışlık nedeniyle, örgütün tasfiyesi Kürtlere ikinci bir şans sunuyor. Ancak bu şans, doğru değerlendirilmezse, geçmişte olduğu gibi yeni bir tıkanıklığa yol açabilir.
Nihayetinde, siyaset sahnesinde kalıcı olan, anlık kazanımlardan çok, doğru hamlelerin uzun vadeli etkisi olacaktır.
Temkinli memnuniyet ve reelpolitik arasında
Öcalan’ın açıklaması, bir dönemin sonu ama aynı zamanda yeni bir sürecin başlangıcı. Lakin bu başlangıç, demokratikleşme ile ilgili beklentilerin orta ve uzun vadeye yayıldığı, aşama aşama gerçekleştiği bir dönemin başlangıcı olabilir ancak. Mesela devlet bir pazarlık algısına yol açmamak için ‘siyasilerin affı’ ile ilgili beklentiler konusunda hızlı hareket etmeyecektir diye düşünüyorum.
Mazlum Abdi’nin “Çağrı Türkiye için geçerli, bizlik bir durum yok” tavrı da gerçekçi bir tavır değil ve Türkiye de Suriye’nin yeni yönetimi de duruma öyle bakmıyor.
Öte yandan Türkiye demokratik standartlar açısından ciddi sınavlardan geçiyor. Dolayısıyla muhalefetin tüm bu sürece “Bizlik bir durum yok” olarak bakması fazlasıyla gerçekçi.
DEM’in vesayetten çıkışı kısa vadede yalnızca kendi iç dengeleri açısından, kendisini rehin alan örgüt vesayeti bakımından bir özgürleşme sağlayacaktır. Bu kısmi özgürleşmenin ne yönde kullanılacağı, bu kullanımın muhalefetin seçimlerde kuracağı ittifaklara ve seçime hangi şartlarda gidileceğini belirleyecek meclis içi dengelere nasıl sirayet edeceği tamamen ayrı bir mesele.