Türkiye’de dizi sektörü son yıllarda bolca tekrar eden formüllerin esiri olmuşken, Cihangir Cumhuriyeti bu kısır döngüyü kırmaya niyetli bir iş olarak öne çıkıyor.
Bir yıldır Üsküdar’da yaşıyorum ve Cihangir Cumhuriyeti’ni izlerken 11 yıl yaşadığım Cihangir’i hafiften bir özlediğimi fark ettim.
O 'kim kime- dum duma'lık, her bir 'cafe’nin kendine has kreatif bir dokusunun olması ve menülerinin zenginliği, semtin lüks duygusu vermeden estetik bir lezzet bırakması, her köşeden üzerinize hem tarih hem modern sanat sıçraması, güneş battıktan sonra bir kadın için en tenha sokaklarının bile gayet güvenilir olması, esnafının medeniliği, Cihangir Camisinin güzelliği ve kedilerinin özgüveni ile özlenir bir semttir. Bunun dışında komşuluk ilişkisinden eser miktarda dahi yoktur. İnsanları kendisine benzeyeni genel olarak sevmez. Kendisine benzemeyen ama benzemeye çalışanı hafife alır, gıyaben kuyruğuna teneke takar. Kendisine benzemeyip benzemeye de çalışmayanı ise benimsememekle beraber saygılı bir mesafe ile kendi haline bırakır.
Her durumda görünür bir müdahale ve açık bir kabalıkla karşılaşmazsınız.
Ben üçüncü kategorideydim ve Cihangir’de mutsuz olmadım. Kendi halime bırakılmış bir halde, kendi iç dengemi kendim inşa edebileceğim bir yalnızlıkta. O dönem, ihtiyaç duyduğum buydu. Cihangir de bana bunu verdi.
O yüzden diziyi biraz da "Çok haksızlık edilmemiştir umarım" diyerek izledim.
Ve bir haksızlık görmedim.
Cesur bir gözlem gördüm.
Diziyi izlemeyenler arasında oluşan önyargılar büyük ölçüde yersiz.
Ortada bir kültür iktidarı arayışının, mevcut kültür iktidarını sarsmasını sağlayacak bir yapım yok. Ortada bir semti ‘gömme’ ‘yerin dibine sokma’ gibi saçma sapan bir hedef de yok.
Cihangir Cumhuriyeti ne Cihangir’in sinemacılarını ve oyuncularını karikatürize ediyor ne de onları yüceltiyor.
Aksine, seyirciyi empati kurmaya çağıran bir yönü bile var.
Eğer övülme delisi veya alkış düşkünü değilseniz, bu dizi size “Bizimle hesaplaşıyorlar” gibi bir his vermez. Tam tersine, bir izleyici olarak, sizi de o aynanın karşısına oturtur ve şehirliliğin rafine boyutlarında Sartre’in “Cehennem başkalarıdır” sözünün dolaştığı anlar üzerine düşünmeye davet eder. Çünkü aslında Cihangir Cumhuriyeti, bir semt üzerinden kendisini büyük kalabalıklardan ayıran ama bu kez de kendini önemli hissetmek isteyen daha küçük bir topluluğun yargılayan ve sınırlayan yaklaşımlarına mahkum olan bir cemiyet içinde anlamın ve gerçek özgürlüğün mümkünlüğünü tartışan bir dizi.
KARİKATÜRLEŞTİRMEDEN ELEŞTİRMEYİ BAŞARIYOR
Genellikle Cihangir’de yaşamayı seçtiklerine dair bir urban legend olan sinema, edebiyat ve sanat çevreleri anlatılıyor. Dizi onların kendilerini ayrıcalıklı görmelerine hafifçe dokunduruyor ve aslında tekdüze olan hayatlarını sofistike ve derinlikli gösterme çabalarına, bitmeyen ihtiyaçlarından ileri gelen mutsuzluklarına dair bazı tesbitler yapıyor.
Şöhretinin aynı zamanda uçurumu olduğu gerçeğiyle bir türlü baş edemeyen Emir, onun aslında ne istediğini kendisi de tam olarak bilmeyen travmatik sevgilisi heykeltraş Irmak, yalnız olmaktan hoşnutmuş gibi davranan ama aslında öyle olmayan küratör Meral, 4 film çektikten sonra tekrar çalışmamış olduğu için sevgilisi Pelin’in saygısını kaybetmiş olan Saygın, sürekli Fransız romanı tadında konuşan Nedim, sinemacı olmadığı için sinemacılar üzerine acımasız ve gerçekçi analizler kasan yayıncı Kerim, yurt dışı bağlantılarını yönetmenler üzerinde iktidar kurmak için kullanan empati yoksunu Buket, nedendir bilinmez sürekli maydanoz yiyen ve eskiden sıkı bir entelektüel olmakla beraber artık ‘yolunda A.Ş’ olduğuna dair emareler taşıyan sinemacılar derneği başkanı Faik, kadın filmleri yaparak kadın yazar çizer oyuncu dünyasında prim kasmaya çalışan yeni yönetmen Emir, idealist ve kendi değer dünyasını sürekli ispatlama kaygısıyla hareket eden sinemacı adayı Can, muhafazakar dünya görüşünü terk etmiş ve Cihangir’in en güzel evine taşındığı halde çevresi tarafından asla kabul görmeyen, kızı yaşındaki kadınları hamile bırakıp ‘hisli duygulu’ programlarda takındığı havayla bir de onları kürtaj yaptırmaya teşvik eden Gültekin derken pek çok karakteri tekmili birden ele almak ve bunu empati yaparak, tüm karakterleri insani mahiyetlerini koruyarak ve onları adeta kollayarak anlatmak hiç kolay bir iş değil…
Akın Aksu ve Mustafa Kara açıkçası zor bir işin altına girmişler.
Çünkü sol seküler duyarlılığın kalesi olarak görülen ‘Cihangir’ semti gibi bir sembolü ele almak ve o sembolün dokunulmazlığıyla ilgili stereotipleri çirkinleşmeden teşrih etmeye girişmek ve bunu uzun bir sanat filmi gibi kurgulamak... Nereden baksanız kimseyi tam olarak tatmin etmeyecek bir sonuca neden olabilirsiniz, nereden baksanız tehlikeli.
Nitekim dizi de bu tehlikeden nasibini aldı. "İslamcılar seküler dünyayı doğruyor" gibi sonuçlar çıkaranlar oldu. Dizinin senaryosu dahil hiçbir yerinde muhafazakar ya da İslamcı yok. Kaldı ki "Bu semtte yaşayan sanat sepet tayfası aslında mutsuz" demenin nesi saldırgan bir eleştiridir, anlamak mümkün değil. Tam tersine, dizi teknik başarısı başarısızlığı bir yana, izlediği hayatları parodiye dönüştürmeden kırıcı olmamaya çalışarak gözlem yapmaya çalışıyor.
Hatta mesele bir hayat tarzı da değil, dizi; birbirine bağlı birkaç sektörün kendisiyle ilgili açmazlara dair iç çekişi...
Özellikle Kerim karakterinin Emir ve Saygın’la yaptığı, “Kendilerine Dostoyevskiyen diye bir paye veren yönetmenlerimiz, Dostoyevski’nin sahip olduğu hiçbir meseleyi dert edinmediler, o halde bu payeyi hak etmiş olmuyorlar” tiradı, dizinin zekâ dolu diyaloglarının en güçlü örneklerinden biri. Burada verilen mesaj o kadar gerçek ki, senarist Akın Aksu sözünü kimseye parmak sallamadan, ama isteyenin kendine pay çıkarabileceği şekilde masanın üzerine nazikçe yerleştirmiş.
Dizinin mekân kullanımı oldukça başarılı. Yönetmen, hikâyeyi anlatırken atmosferi bir karakter gibi kullanıyor ve bu, yapımı sıradan bir şehir hikâyesi olmaktan çıkarıyor. Ancak, her şey bu kadar yerli yerindeyken, hikâyesi fazla uzamış karakterler olması dizinin temposunu zaman zaman baltalıyor. Özellikle Emir ve Nedim’in fazla odaklanılmış hikâye-sizlikleri, hiçbir yere varmadan buharlaştığında biraz sinirlenecek gibi oluyorsunuz. “İyi ama olay buharlaşması zaten, o hiçbir yere varmayan dedikodu, onaylanma isteği ve kendi sesine hayran olma hallerinin hayatları yarım bırakması…” diyorsunuzdur, ama yok, yine de bu kadar uzun anlatılmış karakterlerin tamamlanmasını beklemek de izleyicinin hakkı.
Yer yer dokunaklı durum ve karakter analizlerini sevmediğimi söyleyemem. Saygın’ın Pelin’in kendisini terk etmesinden korktuğu için onun histerilerini arttırma amacıyla hata yapmasını sağlamaya çalışması mesela. Başı her ağrıyanın kendisini taşraya ya da yoksul kesimlerin yaşadığı mahallelere atması mesela. Bu süper ince kesim detay her dizide olmaz. Böyle çok sahne var. Ama fazla spoiler verip izleme keyfini kaçırmak istemiyorum.
Sonuç olarak, yerli dizi dünyasında farklı bir yerde duruyor dizi. Evet, eksikleri var; temposu zaman zaman düşüyor, bazı karakterlerin anlatısı gereksizce uzuyor. Çok karakterli dizi ya da filmlerin olmazsa olmazı olan 'tüm karakterleri bir araya getiren' kreşendo anı eksikliği ve bu eksikliğin hikayenin merkezinde büyük bir boşluk bırakması gibi sorunlar var. Ama genel çerçevede bakıldığında, klişeleri sorgulayan ve izleyicisini de bu sorgulamaya dahil eden bir yapım.
Dizinin imdb sayfasının hala oluşmamış olması ise bir sorun.
Ayrıca neden vergilerimizle ortaya çıkan bir platformun dizilerini yine ayrıca para vererek izliyoruz sorusunun cevabı yok. Ama bu soru diziyi yapanları değil Tabii platformunu ilgilendiriyor.