Siyaset tarih boyunca iktidar ve muhalefet, yönetim ve talepler, güç kullanımı ve itirazlar arasındaki dengeyi kurma sanatı olarak tanımlandı. Ama Türkiye’de son dönemde yaşananlara baktığımızda, “denge” kavramının yerini her geçen gün biraz daha “kontrol” kavramına bıraktığını görüyoruz. Kanunlar bir baskı mekanizması oluşturacak şekilde hizalanıyor ve sonuç: Kusursuz kontrol.
Öyle ki, bir astrolog olarak "Ben medikal durumları öngörebiliyorum" gibi irrasyonel bir iddiayla ortalarda dolaşmanız bile sizi korumayabilir. Tutuklanabilir, hesap vermek zorunda kalabilirsiniz.
Sorguyu çok merak ediyorum doğrusu.
- Sen ne yaptın?
- Kehanette bulundum.
- Yanlış. Çünkü göklerden gelen kararlar da artık bizde, öyle bir şey gelmedi, yalan söylüyorsun.
*
Hayır yani gerçekten, başka türlü nasıl geçebilir bu konuşma?
*
Tam da bu çerçevede, CHP içinde yaşanan gelişmeler ve iktidarın siyasi hamleleri, sadece partiler arası bir rekabetin ötesinde, Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler açısından kırılgan bir yere geldiğimizi gösteriyor. Öte yandan muhalefetin en büyük partisi olan CHP, iktidarın oluşturduğu kontrol mekanizmasına ne kadar doğru araçlarla yanıt verebiliyor, işte orası şüpheli.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş bir zirve gerçekleştirdi. Parti içi ön seçimle cumhurbaşkanı adayını belirleme kararı alındı. Demokrasi adına olumlu bir adım gibi görünebilir. Ama gelin görün ki, karar daha duyurulmadan içinde bir çelişki barındırıyordu: Mansur Yavaş’ın ön seçime girmeyeceği biliniyordu. Yani bu yarış, başından itibaren “katılımcılığın simülasyonu”ndan ibaretti.
Peki neden? Cevap basit: Çünkü CHP, tabiatı gereği Ekrem İmamoğlu’na daha yakın duruyor. İmamoğlu da İstanbul’u kazandığı günden bu yana kendisini Türkiye siyasetinin merkezine konumlandırmaya çalışıyor. Mansur Yavaş ise sakin, risk almayan, pragmatik bir lider olarak, şimdiden böyle bir yarışın içine çekilmeyi gereksiz buluyor.
CHP’nin iç meselesi gibi görünen bu tartışma, aslında Türkiye’deki demokratik işleyişin de bir yansıması. Zira siyasi süreçler gerçekten şeffaf ve rekabetçi mi, yoksa sadece rekabetçi olduğu izlenimi mi yaratılıyor? sorusu önemli.
HEDEF CHP Mİ, YOKSA BİZZAT İMAMOĞLU MU?
CHP’li isimlere yönelik yargı süreçlerinin hız kazanması bu sorunun etrafında şekilleniyor. Hukukun, tarafsız ve bağımsız olması gereken bir mekanizma değil de, siyasetin bir uzantısı gibi çalıştırılması, Türkiye’de demokrasinin en büyük zaaflarından biri.
Ama burada enteresan bir ayrım var: Yargı baskısı doğrudan CHP’ye mi yöneliyor, yoksa özellikle Ekrem İmamoğlu’nun şahsına mı? Zira kayyum atamaları, belediyelere yapılan müfettiş baskınları ve hakkında açılan davalar düşünüldüğünde, devlet mekanizmasının daha çok İmamoğlu’nun hareket alanını daraltmaya çalıştığı görülüyor.
Bunun siyasi bir anlamı var. Belli ki iktidar, İmamoğlu’nun önümüzdeki seçimlerde muhalefetin ortak adayı olmasını ihtimal dahilinde görüyor ve onu erkenden saf dışı bırakmak istiyor.
Ama burada mesele sadece bir siyasi figür değil. İmamoğlu örneğinde gördüğümüz şey, aslında Türkiye’de muhalefetin nasıl sistematik olarak etkisiz hale getirilmeye çalışıldığı. Zira konuların ardı arkası gelmiyor. Zira şimdi Özgür Özel de, kendisinin genel başkan olduğu kurultayla ilgili iddiaların odağında. O konuda da bir soruşturma var ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu kadar çok iddia varsa cevap verilmeli şeklindeki çıkışı 2024 Ocak ayında açılan soruşturmayı bir anda merkeze çekti, bir nevi güncelledi.
TÜSİAD’A SORUŞTURMA: İŞ DÜNYASINA “SUS” MESAJI MI?
Son örnek TÜSİAD YİK başkanı Ömer Aras’a yönelik soruşturma. TÜSİAD yıllardır ekonomi politikaları konusunda eleştiriler getiren, iş dünyasını temsil eden bir kurum. Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşlarından. Sadece sivilleri değil zengin sivilleri temsil ettiği içindir ki, etki gücü yüksek. Ancak bu etkiyi sadece sivil demokrasinin değil ülkedeki en güçlü odak kimse onun dalga boyuna uyumlaması ile maruf bir kuruluşumuz. Geçmişte mesela askerle uyumlanır siyasetçileri eleştirirdi. Uzun bir süredir ülkede olup bitene ses çıkarmıyordu, çünkü artık güçlü olan hükümetti.
Ancak son zamanlarda siyasetçilere, gazetecilere hatta astrologlara dahi tutuklama uygulanması, tutuklamanın tedbir olmaktan çıkıp bir infaz aracı haline getirilmesi, ihmal ve denetimsizlikten doğan bazı trajik olaylarda aklın, hayatın olağan akışının ve en son hukukun işaret ettiği makamların sorumluluk almak yerine imtiyazlarına sığınmaları, sırtını iktidara yaslayanın hesap verme yükümlülüğünden kurtulması kanaati o kadar yaygınlaştı ki, sonunda birkaç kelam etme gereği duydu TÜSAİD. Sen misin eden? Şimdi hükümetin pardon yargının radarında.
Bu soruşturma sadece bir “usulsüzlük denetimi” mi, yoksa iş dünyasına net bir mesaj mı? Yani “çizgide durmazsanız, sizin de başınıza işler gelir” uyarısı mı?
Peki bu uyarı beklenen sonucu mu doğurur, yoksa istenmeyen bazı sonuçlar da o pakette mi gelir?
Bunu şunun için soruyorum: Ekonomi güven ve hürriyet üzerine kuruludur. Yatırımcıların, iş insanlarının en çok önem verdiği şey hukuki öngörülebilirliktir. Eğer özel sektör, siyasetin doğrudan hedefi haline gelirse, Türkiye’de ekonomik istikrarın sürdürülebilir olması imkânsız hale gelir.
İKTİDARIN HAMLELERİ: SİYASETİN DOĞASI MI, GÜCÜN KÖTÜYE KULLANIMI MI?
İktidarın CHP’ye yönelik yargı süreçlerini hızlandırması, TÜSİAD gibi kurumlar üzerinde baskı kurması, bazıları tarafından siyasetin olağan rekabeti olarak görülüyor. Ama burada temel bir fark var: Eğer rekabet, hukuk zemininde ve adil kurallar içinde yapılmıyorsa, buna artık rekabet denemez.
Demokrasi, sadece seçimlerden ibaret değildir. Gerçek bir hukuk devletinde, muhalefet de özgürce hareket edebilmeli, iş dünyası da baskı görmeden faaliyetlerini sürdürebilmelidir. Eğer iktidar, muhalefeti ve ekonomiyi kontrol etmek için yargıyı bir araç olarak kullanıyorsa, bu sadece bugünün değil, geleceğin de en büyük krizlerinden biri olacaktır.
Türkiye’de hukukun üstünlüğü tartışmalı hale geldikçe, demokrasinin kendisi de işlevsiz hale geliyor. Ve burada bir başka paradoks var: Demokrasinin gerilemesi, aslında iktidar sahipleri için de bir güvenlik açığı yaratıyor. Öyle ya da böyle iktidar, iktidar sahipliğini sürdürebilmek için rıza üretimini devam ettirmek zorunda çünkü. Ancak siz mekanizmayı bir yerden bozduğunuzda toplumun beklentileri de değişip şekilleniyor. Zor bir soru sormak zorundayım: Toplumun her bir ferdi "Madem onu içeri attın bunu da içeri at, değilse bir daha oyumu sana vermem" gibi bir taleple devlet gücünü bir şantajın parçası haline getirirse, misal her önüne geleni CİMER’e şikayet etmeye başlarsa, devlet buna güç yetirebilir mi? Buna harcanacak kaynak başı başına ‘haram’ olmaz mı? Böyle bir şey adil sonuçlar üretir mi? Buna demokrasi mi denir, oklokrasi mi?
SONUÇ: CHP'DE BELİRSİZLİK, TÜRKİYE’DE OTORİTERLEŞME TEHLİKESİ
CHP içindeki ön seçim meselesi, muhalefetin iç dinamiklerini belirleyecek bir süreç gibi görünüyor. Ama mesele sadece CHP değil. Türkiye’de hukukun üstünlüğü tartışmalı hale geldikçe, siyasi ve ekonomik istikrar da tehlikeye giriyor.
İktidarın yargı üzerinden muhalefeti baskılaması, sosyal medyada rüzgar yapanların referans alınıp on iki yıl önce olmuş Gezi olaylarının bile soruşturma ve tutuklama konusu yapılması, iş dünyasına gözdağı verilmesi, Türkiye’nin kısa ve orta vadeli geleceği açısından ciddi soru işaretleri yaratıyor. Önümüzdeki dönemde, sadece şimdi katılımcı demokrasi simülasyonu ile meşgul olan CHP değil, hukuk devletinin sınavı verilecek. Ve bu sınavın sonucunu, sadece siyasiler değil, hepimiz yaşayacağız.
Siyasi rekabetin adil olmadığı, hukuk mekanizmasının iktidarın çıkarları doğrultusunda çalıştırıldığı bir düzende, demokrasi kelimesinin altı nasıl dolacak?
Kim derdi ki, “Hukuk, bir ülkenin sigortasıdır” prensibi böylesine devre dışı kalacak?