Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca Trump ABD'nin ne anlama geldiğini bilmiyor olabilir mi?

        ABD Başkanı Donald Trump ve Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy arasında Beyaz Saray’da gerçekleşen görüşme, tüm dünyanın canlı yayında izlediği ve diplomatik teamüllerin çok ötesine geçen sert tartışmalarla sona erdi. Bu sahne, yalnızca iki lider arasındaki kişisel gerilimi değil, Washington’ın müttefiklerine karşı sergilediği güvenilmez tavrın yeni bir tezahürünü de gözler önüne serdi.

        Görüşmenin gündeminde, Ukrayna’nın nadir toprak elementleri üzerine ABD ile imzalaması planlanan bir anlaşma vardı. Ancak bu teknik mesele, kısa sürede jeopolitik bir pazarlığa dönüştü. Trump, Zelenskiy’ye Ukrayna’nın Rusya ile bir anlaşmaya varması gerektiğini, aksi halde Amerikan desteğinin sürdürülmesinin giderek daha zor hale geleceğini söyledi. Daha açık ifadeyle, “Ya Moskova ile uzlaşırsın ya da kaderinle baş başa kalırsın” mesajını verdi.

        Yani Oval Ofis bunu da gördü: “Ya Anlaş Ya Bedelini Öde”.

        Ancak Trump’ın beklentileri bununla da sınırlı değildi. ABD’nin desteğinin devamı için yalnızca siyasi ve askeri tavizler değil, ekonomik ve mali ödünler de talep ediliyordu. Trump, Zelenskiy’ye açıkça şunları sundu:

        - Nadir toprak elementleri konusunda ABD’li şirketlere öncelikli imtiyazlar tanınması

        - Amerikan savunma sanayiiyle daha sıkı iş birliği yapılması ve belirli alımların garanti edilmesi

        - Washington’ın siyasi çizgisine tam uyum sağlanması

        - ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri yardımlara karşılık mali katkıda bulunulması

        Bu taleplerin özeti açıktı: Amerikan koruması artık diplomatik bir güvence değil, bir mali ve stratejik taahhüt karşılığında sunulan bir hizmetti. Trump, Zelenskiy’ye “Amerikan halkı, Ukrayna için neden milyarlarca dolar harcadığımızı sorguluyor” diyerek, Kiev’in daha fazla yardım alabilmesi için “daha fazla karşılık vermesi gerektiğini” açıkça ima etti.

        Hunter Biden krizi ve süregelen pazarlıklar

        ABD-Ukrayna hattındaki gerilim, aslında yeni bir olgu değil. Trump ve Zelenskiy arasında yaşananlar, 2019’da patlak veren ve Trump’ın ilk azil sürecine yol açan Hunter Biden krizinin devamı niteliğinde. Trump, o dönemde Ukrayna’ya sağlanacak askeri yardımı, Demokrat rakibi Joe Biden’ın oğluna yönelik bir soruşturma açtırmak için koz olarak kullanmıştı.

        Anlayacağınız, Amerikan siyasetinin iç çekişmeleri, bir kez daha uluslararası güvenliği rehin almış, Washington’un müttefiklerini ne zaman isterse yalnız bırakabileceğini kanıtlamıştı. Ancak bu kez olabilecek en açık ve en brutal şekilde!

        Oval Ofis’teki gerilim, anında Avrupa başkentlerinde yankı buldu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Trump’ın yaklaşımını açıkça eleştirerek, Ukrayna’nın bağımsızlığına desteklerini dile getirdi. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise Zelenskiy’nin “onurlu ve cesur” duruşunu överek, Avrupa’nın Kiev’e olan bağlılığının sarsılmaz olduğunu vurguladı. Ancak sorun şu ki, Avrupa’nın bu desteği, kıtanın savunma kapasitesinin halen ABD’ye bağımlı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Washington, her zamanki gibi “desteğini esirgeme” kartını oynuyor ve Avrupa’nın elini zayıflatıyor.

        ABD ‘patronluğu’ bırakıyor mu?

        Trump’ın Zelenskiy’ye yönelik küçümseyici tavrı, yalnızca Ukrayna açısından değil, tüm NATO ve uluslararası düzen için de bir dönüm noktası olabilir. Burada kritik olan nokta, Trump’ın yalnızca müttefiklerini yüzüstü bırakması değil, ABD’nin kurduğu uluslararası sistemin altını oyması.

        Washington, 20. yüzyılın ortalarından beri yalnızca askeri gücüyle değil, doların küresel rezerv para olması sayesinde ekonomik egemenliğiyle de dünya düzeninin merkezinde yer aldı. Amerikan gücü, yalnızca savaş uçakları ve uçak gemilerinden ibaret değildi; ABD doları, uluslararası ticaretin temel taşıydı. Washington’ın dış politikadaki agresifliği bile, doların güvenilirliğine ve ABD’nin uluslararası finans sistemini kontrol etme yeteneğine dayanıyordu.

        Ancak Trump, “Önce Amerika” diyerek aslında “Sadece Amerika” modeline geçiyor. Washington artık küresel düzenin lideri olmakla ilgilenmiyor; yalnızca anlık kazançlara odaklanıyor. ABD’nin müttefiklerine sağladığı güvenlik garantilerini ekonomik pazarlık meselesine çevirmesi, küresel finans sistemine olan güveni de sarsıyor.

        Eğer ABD artık müttefiklerini koruma zahmetine bile girmeyecekse, doların rezerv para olarak kalması için dünya neden Washington’a güvenmeye devam etsin? Eğer uluslararası ticaret, Amerikan stratejik çıkarlarına bağlı olarak kesintiye uğrayabiliyorsa, neden ülkeler alternatif ödeme sistemleri ve farklı rezerv paralar arayışına girmesin?

        Avrupa ve Asya’da dolar bağımlılığını azaltma yönünde uzun süredir var olan eğilim, Trump’ın liderliğinde hız kazanabilir. Çin, Rusya ve hatta Avrupa Birliği, dolar dışı ticaret mekanizmalarını tartışmaya başladı bile. ABD, kısa vadede çıkarlarını maksimize ettiğini düşünse de, uzun vadede kendi gücünün temelini dinamitleyen bir süreci tetikliyor olabilir.

        ABD’nin başındaki en büyük tehdit: Kendi başkanının cehaleti olabilir mi?

        ABD’nin başına belki de ilk kez, ABD’nin ne anlama geldiğini bilmeyen bir başkan geldi. Trump’ın liderliği, yalnızca bir yönetim tarzı değişikliği değil, Amerikan gücünün dayandığı temel sütunların bilinçsizce yıkılması anlamına geliyor.

        Peki bu durum dünyayı özgürleştirir mi? ABD’nin küresel sistemdeki belirleyici rolünün zayıflaması, çok kutuplu ve daha adil bir dünya düzenine mi yol açar, yoksa dünya kontrolsüz çatışmaların patlak verdiği bir kaosa mı sürüklenir?

        Belki de Trump, farkında olmadan ABD’nin küresel liderliğinin sonunu getiriyor. Ama bu sona eşlik edecek olan şey, özgürleşen bir dünya mı olacak, yoksa giderek artan bölgesel savaşlar, parçalanmış ittifaklar ve güç boşlukları mı, işte o hiç belli değil.

        Bu sorunun yanıtını ne Washington biliyor ne de dünya…