Sırrı Süreyya Önder’in geçirdiği ağır ameliyat ve ardından yoğun bakımda oluşu, yalnızca bir siyasetçinin sağlık durumu değil; Türkiye’nin barışla kurmaya çalıştığı ilişkinin sarsılması gibi.
Onun varlığı sadece bir temsil değil, aynı zamanda bir geçiş kanalı. Şimdi yokluğunda sessizliğe çekilen yalnızca bir beden değil, bir ihtimalin suskunlaşması.
Sırrı Süreyya Önder konuştuğunda yalnızca fikir değil, bir ısı dalgası yayar.
Bazı fikirlerine karşı bile olsanız —ki ben öyleyim— duyarsız kalamazsınız.
O, sistem ile sistem dışında kalanlar arasında tercümanlık yapan bir çeviri ustasıdır.
Onun yerini başkasıyla doldurmak belki teknik olarak mümkündür ama aynı sıcaklığı, aynı yankıyı üretmek mümkün değil.
Sinemadan gelen bir anlatısı var Sırrı’nın.
2006 yapımı “Beynelmilel” filmiyle 12 Eylül darbesinin sarsıcı iklimini, mizahla harmanlayarak anlatmayı başarmıştı.
Film, darbelerin sadece siyaseti değil, müziği, hayatı, sokaktaki sıradan insanı nasıl bastırdığını ince ama sert bir dille gösteriyordu.
Ve Sırrı Önder, “Ben o çocuklardan biriyim” diyerek filmi bir sanat eserinden çok bir itirafnameye dönüştürmüştü.
Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf’la birlikte yaptığı “Kafa Dengi” programı ise, o dönem ekranlara pek uğramayan bir şeydi:
Düşünceyi ve yaklaşımı hakaretsiz, bağırmadan, karşıtını kollayarak söyleyen üç adamın sohbeti.
Siyaset konuşulmazdı ama mahallenin dışına merakla bakan bir kuşağın ruh hâli hissedilirdi.
Program, farklı mahalleleri birbirine açan bir pencere gibiydi.
O masa sonra dağıldı,
Ve o masada tezahür eden niyet bugün hâlâ eksik.
*
Çözüm süreci döneminde Abdullah Öcalan’ın mektubunu Diyarbakır’da onun sesinden dinledik.
İmralı Heyeti’nde yer alması formalite değildi; çünkü aynı cümleyi hem Kandil’e hem devlet katına hem kamuoyuna kurabilecek birkaç kişiden biriydi.
Bir temsilci değil, güven taşıyıcısıydı.
Geçtiğimiz hafta DEM heyetinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaptığı görüşmede yine oradaydı.
Devletin başlattığı yeni terörsüzleşme sürecinde, arabulucu olarak değil, güven kurucu olarak hazır bulunuyordu.
Hem devletle hem halkla konuşabilecek biri olarak. Bu ikisi arasındaki makasın açıldığı ülkelerde bahsi geçen görevi icra etmek zorlaşır.
Terörsüz Türkiye süreci, ülke için elzem. Denilebilir ki şimdi, ülkenin iyileşmesi için Sırrı’nın iyileşmesi lazım.
Ve tam da burada, zamanın ironisiyle karşılaşıyoruz:
Geçen yıl olsa ona doğrudan “terörist” muamelesi yapacak isimlerin, şimdi onunla ilgili anılarını anlatma sırasına girdiklerini görüyoruz.
İktidara yakın mecralarda arka arkaya yayımlanan geçmiş olsun mesajları, insana “Bu ülkede devlet dahil, hiçbir şey sabit değil” duygusunu yaşatıyor.
“Vay be konjonktür, sen nelere kadirsin” dedirtecek bir dönüşüm bu.
Kürtler için barış süreci her zaman umut ve güvensizlik arasında gidip geldi.
Çünkü en çok onlar yaşadı ertelenen sözleri, yarım kalan cümleleri.
Ama Sırrı Süreyya Önder gibi figürler sayesinde o süreçlere,
kırgın da olsalar temkinli bir umutla yaklaşabildiler.
Çünkü her barış sürecinin bir resmi metni, bir de insani muhatabı olur.
Sırrı Süreyya Önder ikincisiydi.
Şimdi yoğun bakımda oluşu, sadece sağlıkla değil,
Türkiye’nin barış diliyle de ilgili.
Çünkü süreçler yalnızca belgelerle değil,
insanlarla yürür.
Ve bazı insanlar, temsil ettiklerinden fazlasıdır.
Onlar sürecin kendisi gibi yaşarlar.
Konuşmadıklarında bile bir denge unsurudurlar.
Var oluşları bile sürece tutunmak için bir gerekçedir.
Onların sessizliği, bazen kelimelerin taşıyamadığı ağırlığı üstlenir.
Sırrı Süreyya Önder’in iyileşmesi sadece bir bedenin sağlığı değil;
Türkiye’nin yeniden kendisiyle konuşma ihtimalidir.
Dualarımız bir insan için olduğu kadar bu ihtimal için…