Beklenen geldi, lakin eksik geldi.
Meclise sunulan 10. Yargı Paketi, aylardır içerideki yüz binlerce hükümlünün ve yakınlarının umutla beklediği bir düzenlemeydi. Beklentinin bu kadar yüksek olmasının sebebi, sadece ceza sürelerinin değil; sistemin vicdani terazisinin yeniden ayarlanacağına dair bir inançtı. Gelen teklifte gerçekten olumlu, gecikmiş ama doğru sayılabilecek adımlar var: Özellikle bireysel silahlanma ve trafik şiddetine ilişkin cezaların artırılması, sokakta yürürken tedirginlik duyan herkes için bir rahatlama hissi yaratıyor. Meskûn mahalde silahla ateş açmakla övünenlerin ekran yüzü haline geldiği bir dönemde, bu düzenleme yalnızca yargının değil, toplumun da meşruiyet sınavı.
Bununla birlikte kadın, yaşlı ve hasta hükümlüler için daha esnek infaz modelleri öngörülmesi; çocuk hükümlüler için eğitime yönlendirme imkânı sunulması da ceza sisteminin ‘yalnızca cezalandırmaya değil, topluma geri kazandırmaya’ dayalı olması gerektiğini hatırlatan başlıklar arasında.
Ama tüm bu teknik kazanımların ortasında, gözden kaçırılması zor bir şey var: Hukuk sistemine duyulan güveni asıl belirleyen, dışarı çıkanlardan çok kapsamın dışında bırakılanlardır.
AYNI SUÇ, FARKLI MUAMELE ADALETİ TEMİN ETMEZ
Paketteki en tartışmalı kısım, ‘şiddet içermeyen örgüt suçları’ bağlamında ortaya çıkıyor. Zira burada bir çifte standardın izleri açıkça görülüyor. Şiddete bulaşmamış bazı PKK bağlantılı isimler için konutta infaz veya denetimli serbestlik ihtimali konuşulurken, benzer durumda olan FETÖ bağlantılı hükümlüler neredeyse blok halinde kapsam dışı tutulmuş görünüyor. Bu farkın hukuki değil, tamamen siyasal gerekçelerle çizilmiş olması ihtimali ise kolektif aidiyetin bireysel suçun önüne geçirildiği hakkında fikir veriyor.
Evet, 15 Temmuz toplumun damarına kazınmış bir travmadır. Ama adalet, travmalarla değil ilkelerle işler. Bireyin fiiline değil, ait olduğu yapıya bakarak hüküm vermek, hukuk devletinden çok linç kültürüne yakındır.
Ceza, suçun niteliğine göre belirlenmezse; failin kimliği her şeyin önüne geçerse, geriye kalan sadece cezalandırma duygusu olur. Ve o da adaleti değil, yalnızca intikamı besler.
SONBAHARA KALAN EVRE: BİR İKİNCİ PERDE MÜMKÜN
İnfaz düzenlemesinin ikinci aşamasının sonbahara bırakılacağı yönündeki işaretler, bir yandan yeni tartışma kapıları aralarken, öte yandan toplumun daha soğukkanlı bir zemine çekilmesi için bir fırsat olabilir.
Bu süre, eğer siyaset ‘kimin adamı dışarda kalacak, kimin adamı çıkacak’ gibi dar hesaplardan biraz olsun uzaklaşırsa, daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir düzenleme için kullanılabilir.
Yoksa meseleye sadece “FETÖ’cülere zemin mi hazırlıyorsunuz?” sorusu üzerinden yaklaşmak, zaten kırılgan olan adalet algısını daha da parçalar. Çünkü sistem yalnızca devlete karşı işlenmiş suçlarda değil, bireyler arası şiddet vakalarında da kimi zaman affa daha kolay yanaşabiliyor. Bu da kamu vicdanında onarılması zor bir yara bırakıyor.
SOPA DEĞİL TERAZİ
Adaletin meşruiyeti, bazen yalnızca metinlerde değil, toplumun sokakta kurduğu cümlede anlaşılır. Bugünlerde o cümle şöyle kuruluyor:
“Ne dağ yükseldi, ne fare doğdu. Sadece adaletsizlik birikti.”
Bu birikim, yasa metinleriyle değil, ilkelerle temizlenebilir. Hukukun adil olması için sadece suçun ağırlığına değil, cezalandırmanın eşitliğine de bakılması gerekir.
10.Yargı Paketi, pek çok açıdan olumlu. Eksik kaldığı yer, tekniğin değil, vicdanın alanı. Şiddete bulaşmamış hükümlüler arasında yapılan ayrım; cezanın eşitlik değil, aidiyet üzerinden şekillenmesi; affın adalet değil sadakat temelli dağıtılması… Bunlar, hukukun yalnızca sopasının değil, aynı zamanda bir terazisinin de olduğunu unutturan yanlışlar.
Eğer sonbaharda gelecek ikinci adım, bu teraziyi yeniden kurabilirse; o zaman yalnızca mahkumlar değil, adaletin kendisi de tahliye edilmiş olur.