Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca Yıkılan kale değil köprüdür
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sırrı Süreyya Önder’in ölümübir direniş ve savunma hattından çok bağ kuran, birleştiren, iletişimi mümkün kılan bir insanı yitirmek anlamına geliyor.

        O sadece bir siyasetçi değil, bir köprüydü.

        Onun yokluğu bir temas biçiminin çöküşü gibi geliyor kulağa…

        Barış süreci, mizah, hafıza, dil şimdi bir boşlukla sınanıyor.

        Bazen bir insanın ölümü sadece o insanın yokluğu değildir; aynı zamanda onun diliyle kurulan ilişkilerin de sustuğu andır.

        Sırrı Süreyya Önder’in vedası tam da böyle bir suskunluk.

        Ne tam kapanıyor ne başka biriyle kolayca devam ediyor.

        Sırrı Süreyya Önder herhangi biri değildi.

        Ne kariyerist bir siyasetçiydi ne de entelektüel fildişi kulelerden konuşan bir figür.

        O, halkla, acıyla, mizahla, çatışmayla, umutla temas hâlinde yaşayan bir geçiş nesliydi.

        Ve bu yüzden de hep arada kaldı.

        Ama bazen arada kalanlar, iki tarafı da görebildikleri için en doğru cümleyi kurabilirler.

        Barış sürecinde kurduğu cümleler, sadece bir siyaset pozisyonu değil, aynı zamanda bir toplum dilidir.

        Bugün onun ardından konuşulması gereken esas şey, ne söylediğinden çok, o söyleyiş biçiminin yerine neyin geçeceğidir.

        Çünkü süreç sadece yasa maddeleriyle değil, rıza yaratabilme imkanlarını kullanabilmekle yürüyor.

        Toplumun içinden ses verecek, şüpheyi yatıştıracak, umutla kavrayacak bir dile ihtiyaç var.

        Ve Sırrı Süreyya, o dili hem bildi hem kurdu.

        Şimdi onun boşalttığı o temsiliyet alanı, bir siyasi pozisyondan ziyade akışkan, hareketli bir toplumsal hafıza alanı. O alan boş kalırsa, sadece masa değil, zemin de kayar.

        Onu farklı kılan, yalnızca söyledikleri ya da savundukları değildi.

        Onu asıl tanımlayan şey, siyaseti kurduğu dil ve tavır üzerinden yapmasıydı.

        Saldırıya her zaman hazırdı, ama cevabı asla yıkmak üzerinden olmazdı.

        Zihinlere ateş yakacak bir cümleyle dönerdi.

        Her kesim onu sahiplenebilirdi:

        “Bizim mahalleden ya o,” diyebilirdi her mahalle.

        Çünkü onun herkese anlatacak ama manidar ama muzip bir hikâyesi vardı.

        Fıkra anlatmazdı, fıkrayı o anın içinden, hayatın gri yerlerinden çıkarıp kendisi kurardı.

        Ve bütün bunlar, onun siyaset yapma biçiminin içini doldururdu.

        Bir yol yürümek değil, “yürümekten vazgeçenlere yeniden yol göstermek.”

        Bir noktada şöyle dediğini hatırlıyorum…

        “Siyaset, yürümekten vazgeçenlere yeniden yol gösterebilmektir.”

        Vazgeçenlerin yüreklendirilmeye ihtiyacı vardır. Bugün onun yokluğunda en çok bu ihtiyacın boynu bükülecek.

        Komikti de… Güldürürken düşündüren değil, eğiten türde.

        Engin Günaydın’la yaptığı o kısa skeçte, Zeki Demirkubuz’un sette sinirlenince kendini darbe anayasasına benzettiği bir replik uydurmuştu.

        Bir yönetmenin otoriterliğini mizah yoluyla tarif etmenin daha rafine, daha kültürel ve aynı anda bu kadar politik kaç yolu olabilir ki?

        Sadece Demirkubuz göndermesi değil.

        Beynelmilel’in içinden çıkmış bir karakter gibi, Meclis iç tüzüğünü Kafka parodisine çevirebilecek kadar gözü kara, ama bir sokak çalgıcısı kadar da halktan yana kalabilen kaç insan tanıyorsunuz? .

        Hasılı…

        Yürümekten vazgeçenlere yeniden yol gösterebilenler gittiğinde, yol değil ama yön kaybolur.

        Bu demek değil ki, onun ardından bu iş yürümez.

        Örgüt de kendini tasfiye etmez, devlet yeni bir dil bulamaz.

        Hayır, dediğimiz bu değil.

        Süreç devam eder.

        Ama sürecin içine duygunun, temsilin, dilin ve hikâyenin katılması gerekir.

        Çünkü mesele sadece “ne yapılacağı” değil, “nasıl anlatılacağı”dır.

        Sırrı Süreyya Önder artık o masada olmayacak.

        Ama masa sürüyorsa, yeni temsil, sadece siyasetin diliyle değil, toplumun duyduğu zaman pozitif tını yakalayabildiği bir sesle kurulmalı.

        Çünkü o yer boş kalırsa, sadece masa değil, onu dinleyenler de dağılır.

        Bu da süreci “kendileri çaldılar kendileri oynadılar, milletin tek bir hakkı vardı, o da alkışlama hakkı…” pesimizmine götürür.

        *

        Allah gani gani rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.