Alev Alatlı “Suç Ortağı Hollywood” adlı kitabında şöyle seslenir okuyucuya.
“Hollywood, Amerikan endüstrileri arasında en ayrıcalıklı ve imtiyazlı olandı. Neden, çünkü akıl almaz yüksek bütçeli filmler üreten bu yapı, aynı zamanda Amerikan imajını yaratan zihniyetin bir numaralı suç ortağıydı.
Savaş çıkarabiliyor, savaşları sonlandırabiliyor, kahramanlar yaratabiliyor, korkaklar, teröristler, hainler saptayabiliyor ve dünyanın ekranda gördüklerine inanmasını sağlayan bir trans hâli yaratabiliyordu.”
İşin esası ülke olarak, Hollywood’un modern tarihin en güçlü propaganda fenomeni olduğu konusunda farkındalığımız şu an çok yüksek. Dolayısıyla bu satırlar kimseye yabancı gelmez. Ancak bu gerçeği bilmek ile bunun etkisinde kalmak farklı şeyler. 1980’ler, 90’lar ve 2000’lerde Hollywood, filmleriyle toplumumuzu çok net bir şekilde etkiledi.
Çoğumuz Rus boksör Ivan’a karşı ABD’li boksör Rocky’yi tuttuk. Afganistan’da Rambo’nun yaptıklarını büyük bir gururla izledik. Zaman içerisinde yüzlerce film sayesinde Amerikalılaşmaya daha çok yaklaşan bir sürecin içinden geçtik.
Siyasetimiz, toplumsal dokumuz, kültürel alan ile modaya yaklaşımımız ve elbette tüketim alışkanlıklarımız maalesef Hollywood üretimi filmler üzerinden şekillendi.
Dünyanın birçok ülkesinde de benzer süreçler yaşandı. Hollywood, uluslararası ilişkilerden kültüre kadar birçok noktada toplumların belleğini şekillendirdi. Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında Holokost üzerinden ciddi bir propaganda aracına dönüşerek kendini daha yoğun hissettirdi.
Esasında 1978 yılına kadar Hollywood, Hitler’in soykırımına, gaz odalarına, toplu katliamlara karşı kayıtsız kaldı. Birkaç cılız ses vardı sadece. Hollywood’u kuranların tamamının Avrupalı Yahudi göçmenler olmasına rağmen bu alandan bilinçli şekilde uzak duruldu.
MGM’in başındaki Louis B. Mayer, Paramount’ta Adolph Zukor, Warner Bros.’ta Jack, Harry ve Sam Warner, Columbia’da Harry Cohn, Universal’de Carl Laemmle gibi isimlerin hepsi Yahudi kökenliydiler. Ama Yahudi kimliklerini işlerine karıştırmamayı tercih ettiler.
Bunun nedeni ise Avrupa’dakine benzerdi esasında. O dönemde ABD’de Yahudilere karşı bir direnç vardı. Elit iş çevrelerine ve saygın mesleklere alınmıyorlardı. Sinema yeni ve ciddiye alınmayan bir iş kolu olarak görülüyordu. Bu göçmenler de kendilerine burada bir alan açtılar. Burayı da toplumdan dışlanmamak ve kendilerini en sadık Amerikalı olduklarını ispat etmek için kullandılar.
Özellikle tepki çekmekten ve dışlanmaktan korkuyorlardı. Zira o dönemin araştırmalarına göre Amerikan halkının kayda değer bir kısmı Yahudileri tehdit olarak görüyordu. Dolayısıyla o dönem Hollywood’un Yahudi patronları, özellikle Amerikan değerlerini öne çıkararak kabul görmek istedi. Bunun için de filmlerde Protestan, beyaz, orta sınıf değerlerini yansıttılar. Amerikan kahramanlıkları, Amerikalı ailelerin kutsallığı, aile ilişkilerinin eşsizliği bu filmlerde özel bir yer tutuyordu.
Buradan da “Amerikan Rüyası”nın inşası gibi bir sonuç ortaya çıktı. İdealize edilmiş bu rüyayı yapım şirketleri tüm dünyaya yaydılar ve her yerde büyük bir Amerikan hayranlığı inşa ettiler. İlginç olan şuydu ki; esas amaçları bir Amerikan idealizmi yaymaktan ziyade kendilerini topluma kabullendirmek için böyle bir taktik olarak uygulamış olmalarıydı.
Chicago doğumlu kültür tarihçisi Neil Gabler’in, Yahudi kökenlilerin Hollywood’u nasıl kurduklarını ve etkilerini inceleyen kitapları var. Meraklısı için tavsiye edip konumuza geri döneyim.
İkinci dünya savaşının bitiminde Amerika’da Yahudi karşıtlığı hâlâ yaygındı. Kamuoyu araştırmaları, 1940’ların sonlarında Amerikalıların yaklaşık üçte birinin Yahudileri fazla nüfuzlu bulduğunu söylüyordu.
Yahudilerin Amerikan toplumu tarafından kabul görmelerini sağlayan ve dahası onlara karşı büyük bir sempati beslenmesini sağlayan gelişme ise beyaz perde yoluyla sağlandı.
1978 yılında NBC kanalında yayınlanan ve Nazilerin Yahudilere karşı yaptıklarını konu alan “Holokaust” dizisi yaklaşık 120 milyon Amerikalıya ulaşarak önemli bir rekor kırdı. Neredeyse her Amerikalının evinde bu soykırım tüm açıklığıyla görülmüştü ve önemli bir kısmı için Holokost’la ilk kez yüzleşme fırsatıydı bu.
Bu yapım sayesinde “Holocaust” kelimesi Amerikan kamuoyunda yaygınlaştı; hatta Holokost’u tanımlamak için kullanılan baskın kavram haline geldi.
İşte tam da burada “Holokost’un Amerikanlaştırılması” süreci başladı.
Yani daha öncesinden sadece Yahudi ve Avrupa tarihinin bir parçası olan Holokost artık Amerikalıların da bir parçası haline geldi. Tüm dünyayı etkileme gücüne sahip olan Amerikan propagandasının bir unsuru olan Holokost, artık Yahudiler için dünya çapında bir mağduriyet duygusunun oluşmasını sağladı.
Böylece Holokost, Amerikanlaştığı andan itibaren sadece Yahudilere karşı işlenmiş bir suç olmaktan çıkıp tüm insanlığın kötülüğe karşı ortak mücadele etmek durumunda olduğu bir unsura dönüştü. Zira Amerikalılar için önemli olan dünya için de önemli olmalıydı. Yahudiler için dünyanın her yerinde yeni bir süreç başladı.
Örneğin dizi sayesinde soykırımın yaşandığı Almanya’da önemli bir değişim dalgası yaşandı.
ABD’den bir yıl sonra dizi, 1979 yılında Batı Almanya’da yayınlandı ve yaklaşık 20 milyon Alman, yani o günün rakamlarıyla nüfusun üçte biri tarafından izlendi.
Kamuoyunda çok büyük tartışma ortamı oluştu. Pek çok genç, ailelerinin Nazi geçmişini sorgulamaya başladı.
Yayından hemen sonra televizyon kanalı ARD’ye on binlerce telefon geldi. Birçok seyirci ilk kez Nazi dönemi suçlarını ayrıntılı olarak öğrenmişti.
O dönemin gençleri, diziyi izledikten sonra ebeveynlerine Nazi geçmişlerini doğrudan sormaya başladılar.
Alman gazetelerinde çıkan haberlerde, pek çok ebeveynin ilk kez çocuklarına toplama kampları, Nazi Partisi üyeliği veya savaş suçlarıyla ilgili itiraflarda bulunduğu yazıldı.
Ünlü Alman tarihçi Alexander von Plato, diziden sonra yapılan anketlerde gençlerin önemli bir kısmının aile içinde, Nazi dönemiyle yüzleşme konuşmaları yaptığını gösterdi.
Dizinin yayınlaması öyle bir etki yaratmıştı ki hemen ertesi sene Federal Almanya Eğitim Bakanlığı, eyaletler düzeyinde Holokost’un tarih derslerinde özel başlık halinde ele alınmasını zorunlu kıldı.
Ders kitapları yeniden yazıldı; toplama kamplarının işleyişi, Yahudilere yönelik zulüm, Nürnberg Yasaları gibi ayrıntılar eklendi.
Öğrencilerin kamplara, özellikle Dachau, Bergen-Belsen gibi zorunlu gezilere götürülmesi uygulaması başlatıldı. Bu, genç kuşakların travmayı doğrudan hissetmelerini sağladı.
ABD’de ise Holokost bellek çalışmaları, müzeler, anıtlar, eğitim programları gibi çalışmalar hız kazandı.
ABD Başkanı Carter dizinin hemen ardından Ulusal Holokost Anıtı için bir başkanlık kararnamesi imzaladı ve bir komisyon kurdurdu. Washington D.C’de Holokost Müzesi için de bu dönem kuruluş çalışmalarına başlandı.
Terim olarak “Holokost” kavramı uluslararası düzeyde yaygınlaştı.
Tabi bu işin henüz başlangıç aşamasıydı.
Yahudilerin Amerikan toplumu nezdinde sempatisini artıran, aşırı güven duyulmasını sağlayan diğer bir önemli yapım da 1993 yılında geldi.
Kendisi de Yahudi asıllı olan Steven Spielberg’in 7 Oscar ödülü alan Schindler’in Listesi adlı filmi, Holokost’un tüm dünyada eşsiz bir şekilde bilinmesini ve büyük bir sempati dalgasının yayılmasını sağladı. Filmi, dünya genelinde izlemeyen neredeyse kimse kalmamıştı.
Film ilk gösterime girdiğinde ABD’de yaklaşık 100 milyon izleyiciye ulaştı.
Filmden sonra yapılan anketlerde, Amerikalıların yüzde 97’sinin Holokost’u duyduğu sonucu çıktı. Bununla birlikte ABD’deki okulların yüzde 70’inde Holokost’un ders müfredatına bir şekilde girdiği rapor edildi.
Spielberg, film sonrasında bugün, dünya üzerindeki Holokost ve ikinci dünya savaşını işleyen tüm belgesel ve filmlere kaynak olarak kullanılan 55 binden fazla tanıklığı kayıt altına aldı. Bu kayıtlar; görseller, röportajlar, anılar, fotoğraflar ve diğer materyaller olarak dünyanın farklı şehirlerindeki Holokost Müzeleri’nde sergileniyor.
Söz konusu kaynaklar, bugün Nazilerin yaptıklarını ve Yahudilerin yaşadığı mağduriyeti tüm dünyaya birkaç nesildir anlatan neredeyse her görsel çalışmada, filmde, dizide, şarkıda, edebiyatta, belgeselde kullanılıyor.
Hollywood’un, Holokost’u tüm dünyaya anlatma süreci bundan sonra hız kesmeden devam etti. Hayat Güzeldir, Piyanist gibi birçok ödüllü film hafızlarımızda mutlaka yer edindi. Nazi dönemini anlatan filmlerin, belgesellerin, kitapların, dizilerin sayısında inanılmaz bir yükseliş oldu.
Filistinlilerin on yıllardır yaşadığı zulümlere karşı İsrail’in tutunduğu ve kusursuz işleyen mağduriyet çarkı işte böyle oluştu. Amerikalıların ve dünyanın birçok ülkesinde İsrail’e verilen kredinin temelinde ince ince işlenen, yıllara yayılan bu yoğun propaganda süreci vardı.
Yani Gazze’deki soykırım sürecine kadar İsrail’e yönelik olan kayıtsız şartsız sempatinin ve desteğin temel dayanağı, hiç kuşkusuz Holokost’u Amerikalıların sahiplenmesi ve Hollywood üzerinden tüm dünyaya bu mağduriyetin sunulması oldu.
Gazze’ye kadar diyorum çünkü ilk kez İsrail’e olan kayıtsız desteğin azaldığını görüyoruz. Bugün dünyanın birçok yerinde insanlar Gazze için İsrail’e karşı yürüyor, sesini yükseltiyor.
Hollywood starları, oyuncular, aktörler, aktrisler, şarkıcılar, aktivistler, yazarlar, gazeteciler, tanınmış ünlü isimler Gazze’de yaşanan soykırım dolayısıyla küresel hegemonik kültürel sisteme karşı Filistinlilerin yanında duruyorlar. Küresel popüler kültürün aktörleri ödül törenlerinde Filistin diye bağırıyorlar. En önemlisi bugüne kadar İsrail'in propagandasını arkasına alan ve Filistin'e sırtını dönen Avrupalı devletler Filistin'i tanıyacaklarını ilan ediyorlar. İlk defa İsrail’e karşı duyulan sempati dünya çapında hasar aldı.