Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler İdris Kardaş Kissinger'in çok gizli raporu ve Türkiye
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Tarihler 1974 yılının yaz aylarını gösteriyordu. Kıbrıs Barış Harekâtı Türkiye açısından başarıyla tamamlanmıştı. Bunun sonucunda da ABD Kongresi, Türkiye’ye silah ve askeri yardımın kesilmesini Başkanları Ford’a dayatıyordu.

        Hatta Kongre, 10 Aralık’ı son tarih olarak belirlemiş ve o güne kadar bir çözüm bulunmazsa Türkiye’ye yönelik silah ve askeri yardımın durdurulmasını istemişti. Çözüm bulunamadı ve 5 Şubat 1975 yılında ABD ambargosu Türkiye için devreye girdi.

        Tam o günlerde yani 10 Aralık 1974’te ABD Başkanı Ford’un masasında Türkiye ile ilgili başka önemli bir konu daha vardı. Çok gizli başlıklı bu rapor o kadar gizliydi ki rapordan haberdar olan insan sayısı bir elin parmağını geçmiyordu.

        Raporu CIA, Dışişleri Bakanlığı, Pentagon ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) hazırlamıştı.

        Raporun ismi biraz uzun ama meseleyi tam olarak özetliyordu.

        “Ulusal Güvenlik Çalışma Muhtırası 200: Dünya Nüfus Artışının ABD Güvenliği ve Yurtdışı Çıkarları Üzerindeki Etkileri”

        Raporun başındaki isim ise ABD modern tarihinin en etkili isimlerinden Henry Kissinger idi. Zaten rapor da Kissinger Raporu olarak biliniyor.

        Bu çok gizli rapor esasında şunu söylüyordu.

        Dünyada petrol ve diğer yer altı ve yer üstü kaynaklarının yoğun olduğu bölgelerde nüfus hızlı artıyor ve bu nüfus böyle hızlı artarsa kaynakları onlar tüketeceği için bizler orayı rahatlıkla sömüremeyeceğiz. Ayrıca burada nüfus ve gençlerin sayısı arttıkça anti Amerikancı yapılar da büyüyecektir ve bazı bölgelerde komünizm tehlikesi söz konusu olabilir. Artan nüfus kendi kaynakları yetersiz olunca Batı’ya gelmek isterse ABD için ulusal güvenlik problemleri artabilir. Bu yüzden bu bölgelerdeki nüfusu zorla da olsa kontrol etmemiz gerekiyor.

        Raporun içeriğinde açıkça dile getirilmiş.

        “ABD ekonomisi, özellikle az gelişmiş ülkelerden olmak üzere, yurt dışından büyük miktarlarda ve giderek artan miktarda minerale ihtiyaç duyacaktır. Bu durum, ABD'nin tedarikçi ülkelerin siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarına olan ilgisini artırmaktadır. Doğum oranlarının düşürülmesiyle nüfus baskılarının azaltılması, böyle bir istikrar olasılığını artırabildiğinde, nüfus politikası kaynak arzı ve Amerika Birleşik Devletleri'nin ekonomik çıkarları açısından önem kazanmaktadır.”

        Emperyal çıkarları uğruna insanlığın çoğalmasını, ailelerin yok olmasını, toplumların kaderinin değişmesini düşünen bu gizli rapor birçok insan hakları kuruluşu tarafından çok sert şekilde eleştiriliyor.

        Raporun içeriğinde bazı ifadeler çok sarsıcı.

        “Gençlerin emperyalizme ve dünyadaki güç yapılarına meydan okuma olasılığı çok daha yüksektir, bu yüzden sayıları mümkün olduğunca düşük tutulmalıdır.”

        İşleyiş de bu ülkelerde nüfus kontrolünü tamamen baskıyla yapmak ama bunu gönüllü yaptırılıyormuş hissiyle gerçekleştirmek üzerine kurulu.

        “Çiftleri, sosyal veya kültürel hususlara bakılmaksızın, daha küçük aileler kurmaya ikna etmeyi amaçlayan propaganda programları ve cinsel eğitim müfredatları tasarlamak ve teşvik etmek gereklidir.”

        Emperyalizm eleştirilerini ve suçlamalarını savuşturmak için BM, WHO gibi uluslararası kuruluşları etkin kullanmak gerektiği de raporda yer alıyor.

        Bir başka bölümde nüfus kontrol programlarına uymayan ülkelere gıda yardımlarının kesilmesi dahi öneriliyor.

        “Hedeflenen bir az gelişmiş ülke nüfus kontrol programları uygulamadığı sürece afet ve gıda yardımını engellemek gibi başka şekillerde zorlamanın kullanılması düşünülebilir.”

        Kissinger raporunda 13 hedef ülke belirlenmiş. Bu çok gizli rapordaki 13 ülkeden biri de tahmin edebileceğiniz gibi Türkiye.

        İlgili bölüm şöyle ifade edilmiş.

        “Nüfusun azaltılmasına yönelik yardım, ABD'nin özel siyasi ve stratejik çıkarlarının bulunduğu en büyük ve en hızlı büyüyen gelişmekte olan ülkelere öncelik vermelidir.

        Bu ülkeler şunlardır: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Meksika, Endonezya, Brezilya, Filipinler, Tayland, Mısır, Türkiye, Etiyopya ve Kolombiya.”

        1974 yılından sonra bu ülkelerde topyekün nüfus kontrol çalışmaları başlıyor. ABD bunu yaparken elbette elindeki finansal ve askeri yardımları bir sopa olarak kullanıyor. Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki uygulamalar inanılmaz insan hakları ihlalleriyle dolu.

        Mesela 1995-1997 yılları arasında Peru’da devlet, kırsal kesimde kısırılaştırılan her kadın için çalışanlarına prim verme uygulamasını girmiş. Milyonlarca dolarlık bir sektör oluşmuş. Bunun da çeyrek milyondan fazla kadının zorla kısırlaştırılması gibi ağır sonucu olmuş. Konuyla ilgili bir insan hakları raporunda şu ifadeleri okumak lazım.

        “Zorlama çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyor. İlk olarak, direnenlerin evlerine tekrar tekrar ziyaretler yapılıyor. Bir kadının da belirttiği gibi, işçiler "gece gündüz, gece gündüz, gece gündüz" gelip onu kısırlaştırması için baskı yapıyorlar. Rüşvet ve tehditler de kullanılıyor. Aç kadınlara, kısırlaştırmayı kabul etmeleri halinde, ABD tarafından desteklenen programlar da dahil olmak üzere gıda programlarına katılma fırsatı sunuluyor. Gıda programlarına halihazırda katılan kadınlar ise sınır dışı edilmekle tehdit ediliyor. Düşük kilolu çocukları devlet gıda programlarında olan kadınlar, kısırlaştırılmayı reddederlerse bu gıdanın kendilerine verilmeyeceği tehdidinde bulunuluyor. Yani bu kadınların halihazırdaki zayıf çocuklarını açlıktan öldürmeyle tehdit ediyorlar. Bir kısmını ise ailelerinden kaçırıp zorla kısırlaştırıyorlar”

        Diğer ülkelerde de durum çok farklı ilerlememiş.

        Kenya Tabipler Birliği Sekreteri Dr. Steven Karanja, “Sağlık sektörümüz çöktü” diyor. “Binlerce Kenyalı, rafları milyonlarca dolar değerinde hap, rahim içi araç, Norplant, Depo-provera vb. ile dolu sağlık tesislerinde, tedavisi birkaç sente mal olan sıtmadan ölecek. Bunların çoğu Amerikan parasıyla sağlanıyor. Bir anne zatürre hastası bir çocuk getirdi, ama çocuğa verecek penisilinim yoktu. Mağazalarda sadece doğum kontrol hapları var.”

        Acımasız nüfus kontrol süreci uzun yıllar boyunca bu 13 ülkede ağır şartlarda gerçekleşti.

        Bu dönemde Türkiye’de de güçlü bir propaganda eşliğinde nüfus kontrol müdahaleleri başladı. Zaten kentleşme olgusu modern Türkiye için vageçilmez olarak dayatılmaya başlanmıştı. 1970’lerin sonlarına gelindiğinde çekirdek ailenin daha modern bir aile tipi olduğunu anlatan diziler, filmler, reklam çalışmaları, algı çalışmaları, akademik raporlar üzerimize boca edildi.

        Kalabalık aileler, çok çocuklu aileler hem sınıfsal olarak alt yapı unsurları olarak değerlendirildiler hem de ideolojik olarak gerici sınıfına dahil edildiler. Modern, ilerici, başarılı kesimler daha az çocuk sahibi olanlardı algısı popüler kültürün her alanında değerlendirildi.

        Türkiye, 1970’lerin sonlarından itibaren çok gizli olan Kissinger raporunu hazırlayan kurumlardan biri olan USAID’in “nüfus yardımı” kapsamına girdi. Yardımın odağı; kontraseptif (gebelikten korunmayı sağlama amacıyla kullanılan yöntemler) tedariki ve teknik altyapının geliştirmesiydi. Bu başlı başına bir bağımlılık bir nüfus sömürü düzeninin başlangıç adımı oldu.

        1990’ların ortasına kadar Türkiye’deki kontraseptif malzemelerin çok büyük kısmı USAID tarafından sağlanıyordu; bir çalışmaya göre 1995’e kadar kamuya giden yani hastaneler, sağlık ocakları ve benzeri sağlık kuruluşlarına giden kontraseptiflerin yaklaşık yüzde 90’ı USAID kaynaklıydı. İnanılmaz bir orandı bu.

        ABD destekli “Turkey Contraceptive Social Marketing” girişimi 1992’de 2,1 milyon kutu doğum kontrol hapı satışıyla pazarın dönüşümüne katkı sundu.

        Bu ilaçların, aile planlamalarının ve doğum kontrol uygulamalarının Türkiye’de uzun yıllar boyunca sahada nasıl gerçekleştirildiğini de biliyoruz.

        Sağlık ocakları ve aile planlaması merkezlerinde ücretsiz doğum kontrol hapları, spiral (RİA) ve kondom dağıtılmaya başlandı. ABD’den ve BM Nüfus Fonu’ndan (UNFPA) teknik ve maddi destek alındı. Kadın doğum uzmanları ve ebe-hemşireler, köylere kadar giderek ailelere “bilgilendirme” yaptı. Bu dönemde nüfus planlaması, kalkınma planlarının resmî hedefleri arasına girdi.

        12 Eylül sonrasında çıkarılan bir kanun kürtajı belirli haftalara kadar yasal hâle getirdi ve doğum kontrol yöntemlerinin kullanımını daha sistematik bir biçimde düzenledi.

        Tüm bu çalışmaların sonucu maalesef ortada. Nüfusun kendini yenilemesi için gerekli minimum doğurganlık oranı 2,1 iken Türkiye’de bu oran bugün 1,48’e düşmüş durumda.

        Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk kez 2008 yılında yaptığı bir konuşmada “3 çocuk” tavsiyesini dile getirmişti hatırlarsanız. Nüfus kontrolü politikası işte bu noktadan sonra durmaya başladı. Sağlık ocaklarında doğum kontrol araçları temini azaldı. Sonrasında biliyorsunuz kıyametler koparıldı ve bugüne kadar aradan geçen 17 yıl sonra dahi bu konu gericilik, özel hayata müdahalecilik ya da anti modern bir söylem olarak kodlandı.

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Uşak’ta yaptığı bu konuşmayı Kissinger raporu ve ABD’nin yıllar boyunca emperyalist çıkarı için dünyadaki nüfus kontrolü çalışmalarıyla birlikte okumak lazım.

        “Batı şu anda ağlıyor, sakın bu tuzaklara düşmeyin. Böyle giderse 2030 yılında Türkiye'nin nüfusunun çoğu da 60 yaşın üzerinde olacak. Sevgili hanım kardeşlerim, bir Başbakan olarak konuşmuyorum, bir dertli kardeşiniz olarak konuşuyorum. Bunlar Türk milletinin kökünü kazımak istiyorlar, yaptıkları şey bu. Eğer nüfusunuzun azalmasını istemiyorsanız, bir ailenin 3 tane çocuğu olmalı. Takdir sizindir, o ayrı bir mesele.”

        Bu konunun ne kadar hayati olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldığı her toplantıda, şahit olduğu her nikah töreninde, her televizyon programında dile getirdi. Tek başına yıllar boyunca istikrarlı ve kararlı bir kampanya yürüttü.

        Cumhurbaşkanlığı Sosyal ve Gençlik Politikalar kurulu olarak Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Hanımı dinledik bu hafta. Biliyorsunuz 2025 yılı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Aile Yılı olarak ilan edildi.

        Konuya yönelik farkındalık yüksek. Tehdidin boyutu biliniyor. Bakanlık sıkı çalışıyor bu konuda. Birçok maddi destek ve teşvik söz konusu. Konu sadece maddi teşvikler de değil. Buna indirgenerek alınan tedbirler etkisizmiş gibi gösterilse de çalışmalar sadece maddi desteği kapsamıyor. Kaldı ki maddi teşvik ve çalışma şartlarının düzenlenmesiyle dünyanın birçok ülkesinde sonuç alındığı da biliniyor. Fransa, İsveç ve İskandinav ülkeleri de maddi desteklerle bu anlamda bir fark yarattılar. Bakanlığın bünyesinde çalışmaya başlayan Aile Enstitüsü ve Nüfus Politikaları Kurulu gibi yapılar bu çalışmaların kurumsallaşması için çok önemli.

        Bakanlık’tan aldığım bilgilere göre son durumumuz şöyle.

        Ülkemizde doğurganlık hızı nüfusun kendini yenilemesi için gerekli olan 2,1’in altına düşmüş olan il sayısı 2014’te 52 iken bugün 71’e ulaşmış durumda.

        Türkiye nüfusunun %88’i artık nüfusu yenilenemeyen bir şehirde yaşıyor.

        İlk evlilik yaşı erkeklerde 28.3’e, kadınlarda ise 25.8’e yükselmiş durumda.

        Gençlerimiz geç evleniyor, geç çocuk sahibi oluyor.

        Ortalama anne olma yaşı 29.3’e yükselmiş durumda.

        Ülkemizde yıllık nüfus artış hızı 2021 yılında binde 12,7 iken 2022 yılında bu oran binde 7,1’e ve son olarak 2024 yılında binde 3,4’e geriledi.

        Toplam nüfus ile ilgili tüm bu projeksiyonlar incelendiğinde, TÜİK’in düşük ihtimalli senaryosuna göre 2100 yılında nüfusumuzun 54 milyona; BM’nin düşük ihtimalli senaryosuna göre 38 milyona, çok düşük ihtimalli senaryoya göre ise 25 milyona kadar azalacağı öngörülmektedir.

        Önümüzdeki 5 yıl içinde nüfus artış hızımız bu şekilde düşmeye devam ettiği takdirde ilkokulda okuyan öğrenci sayısında yaklaşık 900 bin azalma öngörülüyor.

        Rakamlar çok acı.

        Giderek yaşlanıyoruz ve bunun sonucunda giderek yok oluyoruz. Bu konuya sadece rakamlar olarak bakmamamız gerekiyor. Gün geçtikçe yaşlanan bir toplumun üretemeyeceği, tüketemeyeceği, ekip biçemeyeceği, sosyal hayat inşa edemeyeceği ve hepsinin sonunda yok olacağımız bir döneme giriyoruz. Tedbiri şimdi almazsak geri dönüşü yok. Bu pencere bir daha açılmamak üzere kapanıyor.